31 Ekim 2010 Pazar

YERE BASMADAN UÇULMAZ

NASIL BİR UÇAK YAPARIZ

Başbakan büyük vizyon sergileyerek, “Kendi uçağımızı yapalım” dediği andan itibaren ortalık toz duman. Paranın kokusunu alanlar oraya buraya saldırıyor

Vahap Munyar, Hürriyet’in Ekonomi Müdürü. Yakın arkadaşım.
Son yıllarda neredeyse benden fazla uçuyor.
Kıskanmıyorum. Çok aklı başında uçuyor.
Geçen hafta bir iş gezisinde havacılık sanayiinin mayın tarlasında bulmuş kendisini.
Yazısını yazarken hem kendi kalemini hem de memleketi korumuş. Birilerinin lafına uyup, “Şu uçağı alalım” diye tek kelime etmemiş. Adresleri silmiş. Ne güzel!

Gelelim Türkiye’nin kendi uçağını yapma meselesine... İşin prensiplerine...

Geçenlerde Hürriyet hariç neredeyse tüm gazetelerde, şöyle bir haber vardı: Devlet Bakanımız Zafer Çağlayan demiş ki; “Sikorsky helikopterlerinin ve F-35 savaş uçaklarının motorlarını Türkiye’de yapacağız.”

İnsanın heyecanlanmamasına, gururlanmamasına imkan yok. Ama sanırım Sayın Bakanı teknik adamları yanıltmış. Söylenen bu motorları öyle 50-100, hatta 500 milyon dolarlık yatırımlarla yapmak mümkün değil.

1. Adam kendi yaptığı motoru niye bizimle yapsın?
2. İmalattaki bir motor için yatırım yapmanın ne anlamı var?
3. Motor içindeki birkaç parçanın Türkiye’ye sipariş verilmesi o motoru yapacağımız anlamına mı geliyor?
4. Diyelim o motoru yaptık. Gelecek 10 yılda binden fazla satabilecek miyiz?
5. Mühendislik olarak bir katkımız olacak mı? Yeni bir tasarım yapabilecek miyiz?
6. Yapılmış uçağını adam sana niye versin? Burası Çin mi daha ucuza mal edelim? Veriyorsa bir art niyet vardır. Ya eski modeldir ya da ekonomik olmadığı için pazardan çekeceği bir tiptir.

Onlarca sorunun cevabı olumsuz. Ticari oyunlar... Offset diye bir kandırmaca... Bu pazarda itilip kakılan bir fason imalatçıyız. Sonuç kabul edilsin edilmesin böyle.

Bu parça işini iyi yapan, istikrarlı büyüyen Kale Kalıp, Alp Havacılık ve işi biraz daha ileri götüren TEI gibi kuruluşlarımız var. Bayraktar diye bir aile bütün varlığını insansız hava aracına yatırmış. Hava aracını yapmak kolay, oto sanayide de bir kalıp dökebilirsiniz ama onu uçuracak bilgi önemli. O aile, bu işi de becermiş. Şimdi küçük atölyelerinin çevresinde çeşitli milletlerden sanayi casusları, ajanlar fır dönüyor. Yani bu parça işlerini falan yapıyoruz ve işler de yürüyor...

Gelelim TAI’ye... Yıllardır TAI parça yaparak ayakta kalmaya çalışıyor. Montaj yaparak bürokratik yapısı içinde yaratıcılıktan uzak bir sanayi kuruluşu olarak yoluna devam ediyor. En büyük havacılık kuruluşumuz. Yani montaj ve biraz da offset imalatçısı...

Şimdi THY’nin kapısında. THY uçak alacak, alırken bazı parçalar için TAI imalatını şart koşacak. 300-500 bin dolarlık iş kapacak. Offset uğruna THY pazarlıkta elini tutacak. Daha pahalı uçak alacak... Türkiye’ye uçak satmak isteyenlerin oyunlarının başlangıç noktaları TAI.

Yok TAI’ye bilmem kaç bin yılda milyar dolarlık iş vereceklermiş... Vermesinler! TAI, 1990’ların başında Korelilere F-16 montajını öğretti. Adamlar gittiler, kendi TAI’lerini kurdular. F-16 montajlarını yaptılar. Ama o arada durmadılar. Önce pervaneli askeri eğitim uçağını tasarladılar, yaptılar, uçurdular. Sonra bu uçağı Türkiye’ye sattılar. Bu uçaktan beşi satın alındı, 35’i TAI’de monte edilecek. İşe bakın...
Arkasından Kore jet askeri eğitim uçağını da tasarlayıp Amerikan Hava Kuvvetleri’ne önerdi. Hatta ABD’nin gelecek nesil jet eğitim uçağı ihalesine bile girecek. Bu olaylardan sonra Savunma Sanayii Müsteşarlığı TAI’ye Kore uçağının aynı özelliklerini taşıyan, turboprop motorlu ‘Hürkuş’ adlı eğitim uçağını yapma görevini verdi. Proje yürüyor. Yıl 2010.

TAI Genel Müdürü, AA muhabirine diyor ki: “Bir firmayla ciddi paraf atma noktasına geldik. Ama başka bir firma da olabilir. THY’nin alım gücünden yararlanmamız gerekiyor. Yani tedarik makamı belirleyici olacak.”

Vah vah vah...

THY Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu, TAI’de de yönetimde. Ama bu offset oyunlarına gelmiyor. Gelmemeye de kararlı. THY Yönetim Kurulu Üyesi ve Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi pat diye gerçeği söylüyor. Offset oyunlarının önünü tıkıyor. Araya ünlü işadamları, aracılar, tefeciler giriyor. “İlle de şu uçağı alın” diye tepiniyorlar. Küçük offset pastasını sunup uçak satmayı deniyorlar. Türkiye yemiyor. Olmayan uçakları alıp, sonra “O henüz olmadı. İmalatı bitmedi” deyip ellerindeki denenmiş, pazarın başarısız, ekonomik olmayan uçaklarını satmak isteyenlerin önünü Topçu-Ekşi ikilisi tıkıyor.

ORTALIK TOZ DUMAN

Başbakan büyük vizyon sergileyerek, “Kendi uçağımızı yapalım” dediği andan itibaren ortalık toz duman. Paranın kokusunu alanlar oraya buraya saldırıyor.

Neredeyse hurdaya çıkmış imalat hatlarının peşine bile düştüler. Üzerinde yapılmış uçaklar başarısız olmuş, çoğu düşmüş, onlarca insan ölmüş ya da ekonomik uçaklar imal edilememiş hatları kapıp Türkiye’ye getirmek için bir yarış sürüyor. Aman ha! Bu filmi biz daha önce de gördük. Bu tacirlerin oyunlarıyla memleketi onun bunun hurdalığına çevirmeyelim. Gerekiyorsa, kendi uçağımızı yapmayalım.

GÖRÜLMEMİŞ BİR UÇAK YAPALIM

1. Uçak yapmamız gerekiyor mu?
Evet, ne güzel olur.

2. Onun-bunun tasarladığı uçağı mı yapmalıyız?
Hayır, kendi uçağımızı yapmalıyız.

3. Boeing ve Airbus’ın yaptığı uçağı yapmamızın bir anlamı var mı?
Hayır, yok.

4. Başka imalatçıların yapıp sattığı bölgesel bir uçağı yapmak ticari olarak doğru mu?
Hayır, değil.

UÇMAK İÇİN UÇMAK GEREKİYOR

Şu var olanı yapma sevdamızdan vazgeçelim. O ya da bu para kazanacak diye ülkemizin kaynaklarını ziyan etmeyelim. Peki ne yapalım:

1. Bir uçak yapacaksak bunun ana merkezi TAI olmalı.
2. TAI’yi hızla bürokratik yapıdan arındıralım.
3. Dünyada başarılı olmuş, MIT gibi yerlerde görev yapan eğitimli bütün Türk tasarımcıları memlekete çağıralım.
4. Havacılık sanayiinde dünyada isim yapmış bütün uçak mühendislerimize TAI’de iş verelim.
5. Önlerine 5-10 yıllık bir çalışma planı koyalım.
6. Çalıştıkları ülkelerde aldıkları maaşın en az üç katını ödeyelim.
7. Yaratıcı, dâhi insanlarımızın işlerine karışmayalım.
8. Bu uğurda gerekirse 1-2 milyar dolar kaybedelim.
9. Hükümet değişikliklerinden, enflasyondan, ekonomik olarak yaşayabileceğimiz bütün sıkıntılı zamanlardan o insanları koruyalım. TAI laboratuvarlarında istedikleri parçaları üretsinler, olmadı deyip çöpe atsınlar, yenilerini yapsınlar.
10. Süpersonik sessiz motora kafa yorsunlar. Dikine inip-kalkan, süratli ve geniş gövdeli uçaklar yapsınlar. Ya da belki gelecekte uzaydaki bir savaşta bile kullanılabilecek askeri jeti tasarlasınlar. Ticari başarı sağlayacak neyi hayal ediyorlarsa onu yapsınlar.
11. Hem bölgesel hem de orta kapasite, orta menzil uçak pazarında benzer bir imalatı olmayan, akla gelmeyen bir model peşine düşsünler. Ya da uzun menzilde çığır açacak bir konsepti yaratsınlar. Kompozitle oynasınlar, başka malzemeleri denesinler. Uçsunlar. Çünkü uçmak için uçmak gerekiyor. Teknolojide uçmazsanız sıradan olursunuz.
12. On yılda en az 1000-1500 adet satacak bir uçak yapsınlar. İşin sertifikasını ellerinde tutarak pazarı boğanları çaresiz bıraksınlar. “Bırakalım yeteneklerini uçursunlar, çılgın tasarımları-mühendisliği atmosferin ötesine de taşısınlar.”
13. Yepyeni bir tasarım, yepyeni bir mühendislikle Cumhuriyetimizin 100. yılına müthiş bir imza atsınlar.

KAPIDA YATMANIN ANLAMI YOK

Onun bunun oyuncağını yaparak, uçuşa uygunluk sertifikası veren Amerikalıların, Avrupalıların kapılarında yatmanın bir anlamı yok. Aldığınız bir helikopteri monte ederken bir bakarsınız Ermeni soykırımı gündeme gelir. Yaptırım bile uygulayamazsınız, gövdeler elinizde kalır, motorları gelmez. Montajını yaptığınız imalat hatlarının son sahibi olursunuz.

Ticari geleceği olmayan bir uçağı tezgaha koymanın mantığı yok... Elalemin hurda imalat hatlarını memlekete kazıklamak ahlaksızlıktır.

Hezarfen Ahmet Çelebi, Vecihi Hürkuş, Nuri Demirağ gibi dâhilerin kemiklerini sızlatmanın manası yok.

Laf olsun, hava olsun diye uçak yapmanın günahı çok...


Uğur CEBECİ

Hürriyet

HAYAL TACİRLİĞİNİN DAMDAN YANSIMASI

MAHKEME DE İNANMADI

Suikast timinde yer aldığı iddia edilenlerin tümü sorgusuz serbest bırakıldı
Suikast yok; “yapacaklardı” diye
terörle mücadele eden gencecik
teğmenler, polisler, bir de
senle ben tutukluyuz...
Bu ne yaman
çelişki...
Suikast yok,
cinayet yok,
geriye kaldı
darbe... O nerede?
Pilavdan plan,
hayalden de darbe
üretmişler... Sen hiç
darbe planı diye lazer ışık
gösterisi, internet reklam
çalışması gördün mü?
2005’te
Prof. Yücel
Aşkın
tutuklandığında
Prof. Bernay ve
Prof. Hilmioğlu’nun
da “sırada” olduğu
iddiaları vardı. O gün
olmadı, görev süreleri
doldu, Ergenekon oldular...

Ö: Ne garip bir davanın içindeyiz. Son dönemde JİTEM’i ben kurdum, ben kapattım diyen, davanın sanıklarından Arif Doğan tutuksuz, ev eşyalarını koyduğu deponun sahibi emlakçı tutuklu... Kuvvet komutanları davada yok, dönemin emekli subayları tutuklu... Suikast yok, yapacaklardı diye terörle mücadele eden gencecik teğmenler, polisler, bir de senle ben tutukluyuz... Bu ne yaman çelişki...

B: Sen davanın değişik renklerini oluşturan bir yelpaze ortaya koydun, buradan devam edelim, iddianamenin dayanaklarının bir yılda ne hale geldiğine bakalım.

Ö: Silahlı kanattan başlayalım... Ali Balkız, Kazım Genç, Mutafyan suikastları ve 5-1 ve teftiş planı listesinde adı geçen suikast iddiası...

B: Öyle bir plan ki 22 kişi bir telefon mesajıyla Siirt’ten, Hakkâri’den, Diyarbakır’dan, Adapazarı’ndan Türkiye’nin her yerinden 24 saat içinde Ankara’ya gelecek, Ali Balkız’ın oturduğu sokakta suikast için sıralanacak...

Ö: Suikastı yapacakların kodlarını açıklayalım: aaa, bbb, ccc, bu “ı”ya kadar gidiyor. Niye tek a değil, niye bir iki kişi suikast yapmıyor da 22 kişi yapıyor? Belli değil... Bunlar birbirlerini gördüler mi ellerini ceplerine sokuyor, sigara yakıyor, şapkasını çıkartıyor... Haberleşiyorlar.

B: Okuyucu bunları mizahi bir oyunun metni sanabilir, iddianamede aynen böyle geçiyor...

Ö: Evet, aslında trajikomik. Ancak, bir ayrıntı var ki inanılmaz. Suikast yapılacak kişi bir yıl önce plan yapılan evden taşınmış. Asrın örgütünün bundan haberi yok... İlginç bir ayrıntı daha verelim. Suikastçılar, yani 5-1 listesinde adı suikastçı olarak geçtiği ileri sürülen bir teğmen var, terörle mücadelede iken birliğinden gözaltına alınıp getirilmiş. Yargıç sormuş, “Senin 5-1 listesindeki ‘hhh’ olduğunu düşünüyorlar, ne diyorsun?” Teğmen, “Benim adım Emre Baltacı, adımda h yok” demiş. Telefon tapen var, demişler; o da yok demiş. Yargıç, “gerçekten yok” demiş. Teğmen mahkemede dedi ki, “Yargıç bana, özür dileyerek seni tutukluyorum, dedi ve tutuklandım...”
Bu teğmen terör örgütüne üyelik ve 5-1 listesinde adı var diye 16 ay tutuklu kaldı. Savunmasını yapmadan, kendisine bu listede var mısın diye sorulmadan tahliye edildi.

B: Ki o teğmen tutuklanmadan önce İstanbul’daki Formula-1 yarışlarında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü korumuş, Gül’le fotoğrafları Alman dergilerinde yayımlanmış.

Keşke orada ölseydim

Ö: Benim içimi en çok acıtan iki şey var; o gencecik teğmenler, astsubaylar, X-Ray güvenlik cihazından geçerken aletlerin cayır cayır ötmesi... Çünkü hepsinin vücudunda ya kurşun ya şarapnel parçası var... El bombası atılmış mağaranın önünde, Astsubay İrfan Bolayır, arkadaşlarını kurtarmak için el bombasının üstüne yatmış. Vücudunda 6 tane şarapnel parçası kalmış... Zorla çatışma bölgesinden uzaklaştırmışlar. Mahkemede kalktı dedi ki, “Keşke orada ölseydim de burada bana terörist denildiğini duymasaydım.”

B: Sözünü ettiğin kişilerin tümünün sorgusuz serbest bırakılmasıyla mahkeme heyeti de inandı ki, suikast timi yok... Ordu ve emniyet de bu iddialara inanmıyor ki, serbest bırakılan personelini ertesi gün göreve başlatıyor...

Ö: Suikast yok, cinayet yok, geriye kaldı darbe... O nerede? Pilavdan plan, hayalden de darbe üretmişler... Sen hiç darbe planı diye lazer ışık gösterisi, internet reklam çalışması gördün mü?

B: Gördüm, iddianamede var. Üstelik darbe planlarını yazdı dedikleri albayı sorgusu yapılmadan, yani hiç dinlemeden serbest bıraktılar, ama 16 ay tutuklu kaldı. İşin en ilginç yanı da yasalar, darbe iddiasının yargılama konusu olabilmesi için cebir ve şiddeti zorunlu kılıyor. Nerede cebir ve şiddet diye sorduğumuzda, Danıştay ve Cumhuriyet saldırıları diyorlar. Darbe planları ne zaman? 2003-2004... Söz konusu saldırılar ne zaman? Mayıs 2006...

Ö: Bir çelişki daha var. Bana soruyorlar, Cumhuriyet mitinglerini yaptın mı? Evet yaptım... İddianame bu mitingler için darbeye zemin hazırlama diyor. Hangi darbe? 2003-2004. Mitinglerin tarihi ne? 2007-2008... Hangi darbeyi kapsıyor? İddianame diyor ki, emekli darbesi... Mahkeme salonunda darbe de darbe diye dolaşan bir Hüseyin Keskin vardı, onu da tahliye ettiler... İşsiz bir gençti.
B: Hüseyin Keskin’in öyküsünü kısaca anlatalım... İddianamede Sarıkamış’ta yakalanan Keskin, burada Kürt-Türk çatışması çıkartmak, Kandil Dağı’na Karayılan’ı öldürmeye gitmekle suçlanıyordu. Belinde tabanca ile yakalanmış.

Ö: Ama tabancanın tetiği ve iğnesi çalışmıyor. İddianameye göre tamirciye götürülürse silah olarak kullanılabilirmiş...

B: O zaman 23-24 yaşındaki Hüseyin, önce Sarıkamış’ta bir silah tamircisi bulacaktı, sonra bu işlere girişecekti. Mahkeme heyeti Hüseyin’i dinledikten sonra Sarıkamış Emniyet Müdürlüğü’ne bir yazı yazdı. Hüseyin Keskin’in Sarıkamış’ta bulunduğu dönemde herhangi bir toplumsal olay meydana gelip gelmediğini sordu. Gelmedi yanıtı alınınca 18 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi. Kısaca Hüseyin, Sarıkamış’tayken bir kız kaçırılsa, bir kavga çıksa yanmıştı... Yanmıştık!

Ö: Asrın teröristi Hüseyin, asrın davasında mahkeme heyetine seslenişiyle kazındı kafama, “Sayın başkanım, darbe de darbe, darbe de darbe, yapılacaksa yapılsın, bana ne. Ya ben anlatıyorum, anlatıyorum, anlatamıyorum. Ben Sarıkamış’a tatile gittim. Ben kötü bir şey yapacak olsam, benim sırdaşım annemdir. İşte annem orada, (annesine dönerek) anne söylesene ben böyle kötü bir şey yapar mıyım ya, başkanım benim her şeyimi annem bilir ya” diye bağırmıştı.

B: Davanın bir ayağı da Toplumsal Dönüşüm Yayınları etrafında oluşan grup. Kendi içlerinde bir ortak anlayış oluşturmuşlar, iç içe giren dostluklar oluşmuş, bunu savcılar kafalarında oluşturdukları Ergenekon şablonuna monte etmek için her şeyi yaptılar...

Ö: Öyle bir çelişki ki, o arkadaşlar Tuncay Özkan’ı sevmiyorlar, Cumhuriyet mitinglerine katılmamakla övünüyorlar, katılınmaması için çalışmışlar, Kanaltürk için Yahudi sermayesi, benim için de Yahudi yalanını uyduruyorlar. Mahkeme Başkanı bile onlardan birine en ağır hakareti etmişsin diye söyledi. Ben sorunca sizi tanımıyorum ama öyle düşünüyorum diyor. Aynı örgütün o yöneticisi ben üyesiyim. Ötesini ben söylemeyeyim...

O gün olmadı ama..

B: Bir de rektör ayağı var...

Ö: Sen birlikte de kaldın, neler yaşandı, ne oldu?

B: Evet, 17 Nisan 2009’da eski ve yeni rektörler tutuklandı. Ben Fatih Hilmioğlu ve Ferit Bernay’la kaldım. Biz ayrı bir bölümde yaşadıklarımızı aktaracağız ama, onlar da bizim gibi mesleki ve toplumsal sorumluluklarından kaynaklanan, tümü yasal faaliyetleri nedeniyle suçlanıyorlar. Aslında onlar rektörlüğü sürdürürken hedefti. 2005’te Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın tutuklandığında Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü Prof. Bernay, Malatya İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Hilmioğlu’nun da “sırada” olduğu iddiaları vardı. O gün olmadı, görev süreleri doldu, Ergenekon oldular...

Ö: Mehmet Haberal diye bir tıp adamı var. Rektörlüğü, işadamlığı, toplumsal konumu, doktorluğunun altında ezilmiş kalmış. Karaciğer, böbrek nakilleri konusunda Türkiye’de çığır açmış, dünyada öncü olmuş. Böyle bir doktoru iki yıldır hakkında bir tek delil göstermeden 3 metrekarelik bir hastane odasında tutuklu yargılıyorlar. Bütün sorgusu boyunca ‘hangi suç, hangi eylem beni kuvvetli şüphe ile burada tutuklu bırakıyor’ dedi...

B: Yani Haberal Hoca, üniversite kurmuş, yanık tedavi merkezi kurmuş, hastaneler, oteller kurmuş, on bini aşkın çalışanı olmuş, televizyon kurmuş, arada kalan zamanda da terör örgütü kurmuş.

Ö: Aynen öyle... Ama acı olan, terörle ilgili tek soru sormadan terörist diye suçlanmak. Neredeyse eceliyle ölen rahmetli Bülent Ecevit’i öldürmekle bile suçlayacaklardı. Soruyorum, senin sorgunda benim sorgumda terör faaliyeti diye ne sordular? Gazeteciliğimiz, yaşam biçimimizdi sorgulanan.

B: Zaten bu davanın özelliklerinden biri, insanları en hassas oldukları konuda suçlamak ki, psikolojik etkisi çok ağır olsun. Organ nakline hayatını adamış bir Prof. Haberal’ın bir başbakanın hayatına kastettiğinin iddia edilmesi, hatta düşünülmesi, nasıl yorumlanmalı? Bundan sonrasına da halkımız karar versin..

Ö: Sen gazetecilik için, demokrasi için, cumhuriyet ve insan hakları için hayatını ortaya koydun. Şimdi neyle suçlanıyorsun? Bunları ortadan kaldırmaya çalışmakla... Ben gazeteciliğimi, yolsuzluk, mafya, çeteleşme, terör örgütleriyle mücadeleye adadım; şimdi bunların parçası olmakla suçlanıyorum. Davada pek çok insan terörist kurşunlarıyla yaralanmış, ölümden dönmüş, ama şimdi hepimize terörist deniyor.
Böyle bir davanın ayakta kalması mümkün mü?

B: Elbette mümkün değil. Ancak görünen o ki, bu davayı başlatanlar için asıl olan davanın sonuçlanması değil, bitmemesi, bazı kişilerin tutuklu kalması... Tutuklu kalanlar üzerinden toplum üzerinde Ergenekon kılıcının sürekli sallanması... Bu iktidarın, devletin tüm katlarında istediği dönüşümü, toplumsal muhalefeti sindirerek sürdürmesi...

Tuncay ÖZKAN / Mustafa BALBAY




Cumhuriyet

30 Ekim 2010 Cumartesi

MEĞER HİKAYEYMİŞ

BİZİMKİ FUAR DEĞİL, SERGİYDİ

Ne zaman TÜYAP’ın İstanbul Kitap Fuarı’na gitsem geçmişe dönüyorum.

Edebiyatçılar Birliği 1960’ların başında bir Kitap Sergisi açmayı kararlaştırmıştı. “Fuar”lık halimiz yok, üye yazarların yapıtları sergilenecek, bir köşede de meraklısına kitap satışı yapılacak. Belediyeyle görüşüldü, Harbiye’de, şimdi İstanbul Şehir Tiyatrosu Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin bulunduğu yerdeki Sergi Salonu bir haftalığına kiralandı.

Birliğin en genç üyeleri olduğumuz için, bütün yük, a dergisi takımının üstünde. Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar, Doğan Hızlan bir de ben kolları sıvadık. Ne yapacağız peki? Sergiyi hazırlayacağız. Ara Güler’den yazarların büyük boy fotoğraflarını alacağız, yayınevlerinden kitap toplayacağız, onları sergi salonuna götürüp bir şeyler yapacağız işte.

İşin hamallık yanı kolay. Asıl sorun Ara’dan fotoğrafları koparabilmek. Ne zaman evine gitsek, “Yarına hazır,” diyor Ara, gönlümüzü almak için de boyuna fotoğraflarımızı çekiyor. Sonunda, Yeditepe yayıncısı Hüsamettin Bozok’un da yardımıyla, “yarınlardan bir gün” o iş tamamlandı.
Kaptık fotoğrafları, doğru sergi salonuna. Kitapları zaten taşımıştık. Kolları sıvayıp düzenlemeye giriştik.

Yan yana panolar vardı. Her panoya bir yazarın fotoğrafını asıyor, altına da kitaplarını sıralıyorduk.

Sıra Eflâtun Cem Güney’in fotoğrafına gelince yanımızda yazarın kendisi beliriverdi. Köşesinin nasıl düzenleneceğini merak ediyordu sanırım. Eflâtun Bey dünyanın en yakışıklı insanı sayılmazdı doğrusu. Ayrıca, Ara da onu Robert Taylor gibi göstermek için hiç mi hiç çaba harcamamıştı.

Fotoğrafı asarken tepemizde bir kahkaha patladı ansızın. Baktık, bir delikanlı. Parmağıyla fotoğrafı göstererek katıla katıla gülüyor. Bir ara gülmeyi kesti, “Surata bak!” diye bağırdı. “Drakula mı desem, Frankenştayn mı... Karanlıkta görsem kalpten giderim.”

Daha da uzatacak. Eflâtun Beye döndüm hemen, “İyi oldu mu?” diye sordum.

Delikanlı, bir fotoğrafa, bir Eflâtun Beye baktı, sonra ansızın ortadan yok oluverdi. Eflâtun Bey de kayıplara karıştı, hafta boyunca bir daha da görünmedi.

***
Sonunda sergi açıldı. Pek görkemli bir açılış oldu. Kitapları sergilenen yazarların en aşağı onda biri katıldı törene! Başka kimse çağrılmamıştı zaten. Birliğin nice fedakârlıklarla satın aldığı üç-beş şişe şarap da tekkeyi bekleyen bizlere kaldı.

Keyifli bir hafta geçirdik. Okurun ilgisi de keyfimize keyif katıyordu. Her gün onlarca kişi geziyordu sergiyi. O hafta belki 500 ziyaretçimiz oldu.

Bir ara, dönemin ünlü politikacılarından Kasım Gülek geldi. Kapaklara şöyle bir göz attıktan sonra bir kitabı gösterdi. “Haa,” dedi. “Bakın, bu benim ilgimi çeker. Arabistan hakkında bir kitap.”

Parasını verip kitabı aldı, çıktı gitti.

Kitap, Turgut Uyar’ın yeni şiir kitabıydı: Dünyanın En Güzel Arabistanı!

***
Bizim derginin, a dergisi’nin yazarları sürekli oradaydı. Saraçhane’deki kahveyi bir haftalığına kapatmış, köprünün öteki yanına, Harbiye’ye taşınmıştık.

Orhan Kemal de sık sık uğruyordu. Yaz sıcağından bunalmış, ceketini koluna asmış, fötr şapkasıyla damlıyordu. “Hayırlı işler!”

“Daha siftahımız yok, Orhan Ağabey.”

“Benim ayağım uğurludur.”

Gerçekten de onu tanıyan birkaç ziyaretçi hemen kitaplarını alıp imzalaması için uzatıyordu ona.

Bir gün ziyaretçilerden biri, tezgâh başında bizimle çene çalan Edip Cansever’e baktı uzun uzun.
Sanırım “bir yerlerden gözüm ısırıyor” diye düşündü. Döndü, sergiyi dolaştı bir daha. Edip’in fotoğrafının önünde durdu. Fotoğrafa baktı. Başını çevirdi, Edip’e baktı. Bir daha fotoğrafa baktı. Sonra Edip’in son şiir kitabını, Petrol’ü aldı. Yanımıza geldi. Edip’e kitabını imzalattı. Gitti. Bir süre sonra, alı al moru mor, döndü. Kitabı bize uzattı.

“Affedersiniz,” dedi, “bu kitabı değiştirebilir miyim? Ben bunu petrol hakkında bir kitap sanmıştım. Meğer hikâyeymiş!”


Ülkü TAMER
Cumhuriyet

.

ÇATISI ÇÖKEN DAMDA TUTULANLAR

ŞİMDİ NE OLACAK BALBAY’IN DURUMU?


Önce bir noktayı belirteyim; Cumhuriyet’ten arkadaşım, dostum, meslektaşım, yazar Mustafa Balbay artık bir simgedir. Yani herhangi bir başlıkta Mustafa Balbay adını görünce, onunla birlikte, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal ve benzeri durumda olan bildiğimiz veya bilmediğimiz diğerlerini de kastettiğimin bilinmesini isterim.

Mustafa Balbay ya da Ergenekon davası tutuklu sanıkları konusu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekilliği’nin Em. Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen “darbe günlükleri” ile ilgili dosyayı yetkisizlik kararıyla Ankara’ya göndermesiyle bir kez daha gündeme geldi.

Dünkü Cumhuriyet’in 13. sayfasında da belirtildiği gibi, bu karar ile birlikte tutukluluklara dayanak sayılan en önemli çatı da çöktü. Çöktü, çünkü binlerce sayfalık iddianameyi düzenleyen savcılık bu dosya için “davanın özü” nitelemesini yapmıştı.

***
Şimdi çok haklı olarak herkes şu soruyu soruyor:

- Peki şimdi Mustafa Balbay ve benzerlerinin durumu ne olacak?

Bundan sonraki hukuki gelişmelerin ne olacağı konusunu ceza uzmanı bir hukukçuya mı sormak gerekir, yoksa tecrübeli bir falcıya mı bilemiyorum.

Her iki ahvalde de, kendimi bu konuda fikir beyan edecek yetkinlikte görmüyorum.

Ancak Balbay ile aynı tutukluluk yoluyla infaz uygulamasına maruz kaldığımız için benzer konumlarda olduk. Hani Nasrettin Hoca damdan düştüğünde, doktor getirmek isteyenlere, “Yok, benim halimden en iyi damdan düşen anlar, onun için siz bana damdan düşmüş birini bulun getirin!” demiş ya, bizimki de o hesap. Bu yüzden Balbay’a ne olabileceğini kıyas yoluyla anlatayım.

***
12 Eylül döneminin önemli davalarından olan Barış Derneği davasından duruşma yargıcının Atilla Ülkü olduğu sıkıyönetim mahkemesi tarafından çoğu sanıklar sekizer yıl olmak üzere, hapis cezalarına mahkûm olduk ve daha kararın okunduğu, ama kesinleşmemiş olduğu duruşma sonunda tutuklanarak cezaevine konduk.

Askeri Yargıtay ise, aylar sonra TCK 141 – 142. maddelerden mahkûmiyetlerimizi yerinde bulmayarak bozdu.

Bu karar üzerine, biz başta olmak üzere, çevremizde herkes aynı soruyu sordu:

- Şimdi ne olacak?

Hukuk kafasıyla düşünenler aynı şeyi söylüyorlardı:

-Tutukluluğun dayanağı mahkûmiyet bozulduğuna göre, tahliye kararı gelecek.

***
Ama öyle olmadı.

Askeri Yargıtay’ın bozma kararına karşın tahliye olmadık. Çünkü dosya mahkûmiyet ve tutuklama kararını veren mahkemeye gönderilmişti.

Kısacası, Askeri Yargıtay’ın bozma kararının teorik olarak anlamı ne olursa olsun, hukuken ve fiilen kıymeti harbiyesi “sıfır”dı.
Bidayet mahkemesi mahkûmiyet kararında direndi, tutukluluk halimiz de devam etti.

Askeri Yargıtay bidayet mahkemesinin direnme kararını da bozdu.

Bunun da kıymeti harbiyesi sıfırdı. Çünkü tutukluluk yoluyla infaz devam ediyordu.

Askeri Yargıtay’ın kendilerini çok ciddiye alan kerliferli üyeleri aslında, okulöncesi çocukların bakkalcılık oynaması gibi, yargıç kisvesiyle adalet dağıtma oyunu oynuyorlardı, hiç sıkılmadan...

Konuyu uzatmayalım. Sonunda sanıkların büyük bölümü 38 ay (bir bölümü 38 ay 20 gün) hapis yattıktan sonra, tahliye oldular, hiçbiri 141- 142. maddelerden hüküm giymedi.

Ama bütün bunların kıymeti harbiyesi yoktu. Çünkü eğer mahkûmiyetleri kesinleşseydi bile, en az yatan 40, en çok yatan 20 gün daha yatıp çıkacaktı.

12 Eylül’de, adalet buydu. Tahliyemizden bu yana 25 yıl geçti, bir şey değişmedi.

Şimdi aynı soruyu hep birlikte soralım isterseniz:

- Son yetkisizlik kararının kıymeti harbiyesi nedir? Şimdi ne olacak?...


Ali SİRMEN

asirmen@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet

.

KAFTANIDIR DERİSİ

‘ENELHAK…’

William Shakespeare yaşadı mı? Söylendiğine göre 1616’da Straford’da öldü, kentin kilisesine gö­müldü. Kimi edebiyat tarihçileri de böyle bir ada­mın yaşamadığını, Francis Bacon’ın o güzelim oyunları ‘Şekspir’ adıyla yazdığını ileri sürüyorlar; ama öyle de olsa, böyle de olsa, Şekspir varlığını sürdürüyor, hayatımızı etkiliyor.

Geçmiş yüzyıllardan bize kalan yapıtların çoğu­nun sahibi bilinmeyenlerle donanmıştır. Nerede doğmuş? Nasıl yaşamış? Doğum yılı? Ölüm yılı? Ansiklopedilerde böyle yazarların ve ozanların do­ğum ve ölüm yılları belirtilirken soru işareti konur. Homeros da bunlardan biri!.. Ozanın yaşamı bir so­ru işareti; ama yapıtları binlerce yıldan beri yaşıyor. Ya Ömer Hayyam? Hangi yılda öldü bu koca ozan? Bilinmiyor. Ancak şu dizelerine bakın:

Bir ekmek kapısı aç bana
Bir geçim yolu bulayım
Kula kulluk etmeden

*
Yaşamı söylencelerle bezenmiş bir şairimiz de Nesimi’dir. Nesimi’nin nerede doğduğu, nerede öl­düğü, hangi zaman diliminde yaşadığı belli de söy­lencesinin gizemindeki gücü tanımlamak güç!..

Nesimi, Bağdat’ta doğmuş..

Halep’te öldürülmüş.

Neden?

Galileo Galilei neden engizisyon mahkemesin­de yargılandı? Zamanın iktidarına ters gelen gerçe­ği dile getirdiği için değil mi? “Dünya evrenin mer­kezi değildir, güneşin çevresinde dönüyor” demek, kilisenin otoritesine karşı gelmekti. Zamanın ege­meni öfkelendi; Galileo, zoru görünce sözünden döndü, canını kurtardı.

Ya Nesimi?

Asıl adı Seyid İmameddin olan Nesimi’nin, ya­şamı soru işaretleriyle dolu; ama belli olan ne? Şa­irimize göre “İnsan Tanrı’dır, insanın dışında Tanrı yoktur. Bu yüzden kendini bilen, varlığının özünü kavrayan her insanın derin coşkunluk içinde ‘ben Tanrıyım’ anlamına gelen ‘enelhak’ demesi gere­kir. İnsan konuşan bir Kuran’dır, tasavvuf diliyle ‘Kuran’ı natıktır’. Kendini bilen, varlığının derinliğin­de saklı sırları, olgunlukları kavrayan bir insan için en yüce ibadet, insana tapmaktır; özünün sonsuzluğundaki anlama saygı göstermektir.”

Doğu’nun “hümanizma”sını insan sevgisinde di­le getiriyor büyük şair Nesimi, şeriatçının dünya gö­rüşüne karşı çıkıyor; ama zamanın Memluk Sulta­nı Nasirüttin Ferec’in otoritesine de karşı çıkmış oluyor. Çünkü Galileo gibi Nesimi de din devleti düzeni içinde yaşamaktadır; bu ortamda ne hoşgörü vardır, ne fikir özgürlüğü...

*
Tarihin saatinde akrep ile yelkovan 15’inci yüzyı­lı gösteriyor...

Sultanın buyruğu üzerine Bağdat’ta derisi yüzü­lerek öldürülüyor Nesimi...

Derler ki:

Nesimi’nin yandaşları, sevgili şairin cesedini al­mak için infaz meydanına vardıklarında, kimseyi görememişler; çünkü Nesimi yüzülen derisini kaftan gibi sırtına alıp dalgalandıra dalgalandıra yürü­müş gitmiş...

Bağdat’ın 12 kapısındaki gözlemciler doğrula­mışlar; Nesimi, 12 kapıdan birden çıkarak bilinme­yen bir yöne doğru yürümüş...
O günden bu yana her Alevinin sırtındaki giysi, biraz da Nesimi’nin yüzülen derisidir; yüzyıllar bo­yu bu kaftanın öyküsü kuşaktan kuşağa aktarıl­mış...

*
Söylence ne denli inanılmaz da olsa, şair Nesimi, Galileo Galilei gibi, fikir özgürlüğü tarihinin bir say­fasına adını yazdı:

‘Enelhak’ diyerek...


İlhan SELÇUK

(25 Haziran 1996 tarihli yazısı)
Cumhuriyet

.

29 Ekim 2010 Cuma

KARANLIKTA DAMA DÜŞENLER

ÖZGÜRLÜĞÜ ARAYANLAR


Ekim ortasında bir misafirimiz vardı. Sibirya’dan yola çıkmış, Nil Deltası’na doğru gidiyormuş. Silivri üstünde hapishanenin bir yanındaki yüksek direklerden tepemizi aydınlatan ışıklar, o çok iyi bildikleri yollarını yarıda bırakmalarına neden olmuş.

Uzun süre denizin üstünde, karanlıkta yolculuk edince, karada güçlü bir ışık gördüklerinde vücut dengeleri bozuluyormuş, görme sorunu çıkıyormuş.

Pat diye havalandırmaya düştü, donup kaldı. Uçmayı denedi olmadı, tümüyle kanatlarının arasına büzüldü. Önüne yem niyetine bizim bulgur aşımızdan bi parça koyduk, su koyduk, yok. Yanaşmıyor.

Biraz sohbet etmeyi denedim, “Nil Deltası’nı biraz bilirim” dedim, “İskenderiye’den Dimyat’a Nil Deltası’nda yolculuk ettim, nasıl da bereketli yerler” dedim, “yaşanacak yeri de biliyorsunuz” dedim, yok... Mısır diyor, Nil demiyor!..

Havalandırmaya bir dizi ad taktım, biri de çekirgenin sıçrayamadığı yer. 7 metre yüksekliğinde bir kutu gibi olduğundan, oraya düşen kalıyor. Pek çok çekirgenin son durağı oldu!

***
Bıldırcın kardeş de uzun yolculuğunda bizim gibi Silivri Hapishanesi’ne düştü...

Ne yapsak ne etsek, uçursak...

Hava da karardı, yağmur da şiddetli. Hiç değilse mukavva bir kutuya koyup bu geceyi sağlıklı geçirmesini sağlasak...

Derken, havalandırma kapısının kapanma saati geldi. Nöbetçi gardiyan Bünyamin, bizi bıldırcının etrafında bakışır görünce, “Buraya da mı düşmüş” dedi. “Göç mevsimi ya, buradan geçerken güçlü ışıklar yüzünden düşüyorlar, bir haftada 10’u geçti” deyip aldı elimizden. Hemen boynunun altına baktı, “Kravat yok” dedi, demek ki dişi. Erkeklerin boyun altında bir çizgi olurmuş. Bünyamin, Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi’nde av ve yaban hayatı okumuş. Seyfe Gölü kıyısında doğduğu için merak sarmış. İyi bildiği belli.

“Otur, biraz bilgi ver, şimdi bunu nasıl uçuracaksın, nasıl beslenecek” dedik, “Yasak” dedi, “hemen kapınızı kapatıp çıkmam gerek. Görevimin sınırları dışına çıkamam.”

Koğuşa girdik. Havalandırma kapısı kapandı. Aklımız bıldırcında...

***
Gece hücreme çıktım. Yatağımın yanına karımın gönderdiği son kitapları koymuştum. Biri, Pablo Neruda’nın “Kuşlar Sanatı”, Neruda’nın 45 kuşla ilgili şiiri. Biri “Kaliforaniya bıldırcını”...

Bizimkine özgürlük dileyip önce onu okudum:

“bir gölde gördüm, bir suret, bir kuş / güzelliğiyle kanıp giden / bir meyve, tüylü bir çiçek / saf armuttan bir kuş, / bir hava koşulu, / kumdan, dumandan bir yumurta: / yaklaşıp seslendim gözleri / parıldadı düşmanca bir şaşmazlıkla / alevden bir mızrak gibi, / giymişti gururunun üstüne / iki tüylü iki sancak gibi: / görür görmez onu / gözden yitirdim / baş başa kaldım alacakaranlıkla / dumanlı, puslu, geceyle, / yalnızlığıyla yolun.”

Neruda’yı kapattım... Prof. Hikmet Birand’ın kitaplarından birinde mi okumuştum ne; Türkiye, dünyadaki kuşların en önemli üç göç yolundan birinin üzerinde. Üstelik iki koldan, biri İstanbul Boğazı, öteki Çoruh Vadisi...

Derken aklıma, yıllar yıllar önce, TRT’de Gezelim Görelim programındaki o unutamadığım sahne geldi...

Karadenizliler göç mevsiminde kıyıya ışık koyup önüne ağ geriyor. Uzun yoldan gelen bıldırcınlar ilk gördükleri ışığa yöneliyor, ağa çarpıp düşüyor... Bakanlık bu avı yasaklamış ama, kimi Karadenizliler yapıyor...

Programın sunucusu Yılmaz soruyor:

- Beyefendi ağ gerip binlerce bıldırcın avlıyorsunuz...

“Evet, avlıyoruz...”

- Ama bıldırcın avlamak yasak değil mi?

“Yasak...”

- Eee?

“Hanımefendi, bıldırcınlar yasağa rağmen geliyorlar!”


Mustafa BALBAY

ankcum@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet


23 Ekim 2010 Cumartesi

‘DERİN DEVLET DOLMASI’

FAİLİ MEÇHUL VE SIĞ DEVLET


Politik yaşamımızı hakkıyla kavramak için, bazı kavramları, genel kullanımlarının ötesinde, gerçek anlamında okumakta, onları başkalarıyla karıştırmaktan kaçınmakta yarar var.

Her zaman değilse bile, çoğu hallerde “faili meçhul” dendiği zaman, bunu “faili meşhur” olarak okursanız, failin neden ısrarla meçhul kaldığını, devletin neden “faili meçhul!”e kol kanat gerdiğini kolaylıkla anlayabilirsiniz.

Eğer, kerazetin makamı saltanatta bulunduğu son yıllarda “karizma”dan muradın, kerizma olduğunu bilmezseniz, şaşkın şeyhin kerametini nafile ararcasına, sonuçsuz arayışlara girerek, “Ne karizması yahu! Hani nerede bunun karizması?” demeniz kaçınılmaz olur.

Her söylenene inanır, hangi kavramların hangi kaçışlar için kullanıldığını görmezseniz, çok bilinmeyenli sandığımız bir kısım denklemler karşısında eliniz böğrünüzde, kalakalırsınız.

Derin devlet masalı bunlardan biridir.

Türkiye kadar “derin devlet”ten söz edilen bir ülke daha var mıdır yeryüzünde bilmiyorum.

Her yerde derin devlet vardır, hem de bizim dışarıdan gördüğümüzden sandığımızdan daha fazla.

Ama ikide bir ileri sürülen savlara bakarsanız, sanırsınız ki, bizdeki kadar derin devlet hiçbir yerde yoktur.

***

Aslında bu derin devlet can simidine ikide bir neden bu denli iştiyakla sarılındığını anlamak çok güç değil.

Derin devlet kavramını ortaya atmak, meydana gelen usulsüzlüklerin, yolsuzlukların, hukuksuzlukların, kokuşmuşlukların hesabının sorulmasının önüne geçer.

Böylelikle, makam sahiplerinden, iktidardan bunların hesabını sormanız imkânsızlaşır ve böylelikle derin devlet defisiyle, görünür devlette, karşımızda duran kişilerin sorumluluktan kurtarılması sağlanmış olur.

Türkiye’de bunca faili meşhurun, fali meçhul olarak kalmasının en önemli nedeni, görünür devlette ya da dilerseniz başka deyişiyle sığ devlette bulunan ve faili meşhuru faili meçhule dönüştüren veya olayın bu şekle dönüşmesine seyirci kalandan hesap sorulamamasıdır.

Öyle ya, mademki sorumlu derin, görülmez, ulaşılmaz devlettir, o zaman görünür sığ devletteki makam ve iktidar sahibinden nasıl hesap soracaksın ki?..

Oysa, sığ devletin himayesi, teşviki, suç ortaklığı olmadan derin devlet harekete geçemez, sığ devletin himayesi olmasa meşhurlar, meçhule dönüşemez.

Bu gerçeği yadsıyanlar, sorumluları gözden kaçırma telaşında olan iktidar yalakalarıdır.

Bu olgunun son örneği içinde bulunduğumuz hafta, CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk’ün önergesiyle yaşandı.

***

Üç gün önce, Ahmet Taner Kışlalı’nın ölüm yıldönümünde, Ali Rıza Öztürk faili meçhullerin araştırılması için TBMM’ye bir önerge veriyordu. Yalçın Doğan saymış, bu Öztürk’ün aynı konudaki üçüncü önergesiydi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 Eylül 2010 tarihinde yaptığı, Ahmet Tan’ın dünkü yazısında naklettiği konuşmasına bakarsanız, bu önerge AKP’lilerin coşkun desteğiyle kabul edilir sanırsınız.

Bakın ne demiş Diyarbakır’da Tayyip Erdoğan:

- Faili meçhuller meçhul kalmayacak, kalmamalıdır.

Hızını alamayıp şöyle devam etmiş:

- Bir gece yarısı sokak ortasında ensesine kurşun sıkılarak katledilen, katilleri gecenin karanlığında kaybolup bir daha ortaya çıkmayan, çıkarılmayan faili meçhullerin acısını çok iyi biliriz.

Bu sözleri anımsayınca, Ali Rıza Öztürk’ün önergesinin AKP’nin oylarıyla kabul edileceğini sanırsınız değil mi?

Ama öyle olmuyor, önerge üçüncü kez, AKP’nin oylarıyla reddediliyor.

AKP iktidar partisi, AKP milletvekilleri, yasamanın çoğunluğunu oluşturuyor, her şey gözle görünür sığ devletin sınırları içinde herkesin gözü önünde cereyan ediyor.

Şimdi “faili meçhul - faili meşhur”, “derin devlet - sığ devlet”, “karizma - kerizma” kavramlarının doğru okunmasının neden zorunlu olduğu anlaşılıyor mu?


Ali SİRMEN

asirmen@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet