27 Eylül 2011 Salı

TUTTUĞUNUZ ALTIN OLSUN ELLERİNİZ DERT GÖRMESİN ÇAĞ ATLATICILAR, TERSİNE ÇEVİRMEYE DEVAM EDİN BİLİMİ VE AKILI VE DENEYİMİ

MÜHENDİSLİK FELAKETİ


Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Karadeniz Sahil Yolu’nun yüzde 65’ini tamamlamakla övünmesine karşın, hükümetin, AKP’li Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı’nın Rize’de bir can alan sel felaketine neden olarak gösterdiği yolda gerekli önlemleri almadığı ortaya çıktı.

AKP’li Rize Belediye Başkanı Bakırcı’nın,“Karadeniz Sahil Yolu, şehir merkezinden 70 santimetre daha yüksek yapıldı. Derelerin taşması halinde şehri su basabileceğini, hiçbir şey yapamayacağımızı kendilerine söyledim” açıklamasının ardından, Karadeniz Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Ulaştırma Ana Bilim Dalı Başkanı Çelik de şunları söyledi: “Rize, Karadeniz Sahil Yolu’na yapılan dolgularla kör bir kuyuya hapsedilmiştir. Burada sel basması her zaman doğaldır. Her şeyden evvel şehirlerin önünden yüksek dolgularla geçilmesi yanlıştır. Bu tür konularda mühendisler değil de siyasiler karar verirse sonuç bu olur. Bu yolun yerleşimlerin ardından geçmesi gerektiğini söylemiştik. Pahalı olduğunu söylediler. Deniz dolgusu çok daha pahalı oldu. Eski yol da yanlıştı, mevcut yol çok daha yanlış oldu. Bu tam bir mühendislik rezaleti. Bir doğa felaketi değildir. Yağmurun geleceğini biliyoruz, bile bile felaketi davet etmişiz. Müteahhit karar veriyor güzergâha. Doğu Karadeniz’deki yüksek yağışları ızgaralı sistemlerle tahliye etmek mümkün değil. Rize’de 600 metre uzunluğunda sıfır eğimli menfez var. Bu menfezlerin bakımı da belediyelerce doğru dürüst yapılmıyor. Genel olarak mevcut yol Rize’de olduğu gibi sorunludur.”

Sayıştay’ın da konuyla ilgili 2006 tarihli “Kıyıların Kullanımının Planlanması ve Denetimi” başlıklı raporunda şu ifadelere yer verildi: “Karadeniz Sahil Yolu’nun bir kısmı eski dolgular üzerinden geçirilmiş, bir kısmı için ise plansız şekilde yeni dolgular yapılmış, planların sonradan onaylandığı anlaşılmıştır. ... 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nda yer alan ‘Taşıt yolları, sahil şeridinin kara yönünde yapı yaklaşma sınırı gerisinde kalan alanda düzenlenebilir’ hükmüne uyulmadığı belirlenmiştir. Karadeniz Sahil Yolu’nda dolgu yapımı öncesinde detaylı araştırmalar yapılmamış, dolguların hangi bölgelerde ne miktarda yapılacağı, çevreye etkilerinin ne olacağı belirlenmemiştir.” Rize özelinde de “Kıyı Kenar Çizgisi’nin (KKÇ) tespitinde hatalar görülebilmektedir. Hatalı tespitler, planlama ve yapılaşmada da hatalı kararlara sebep olmaktadır. ... KKÇ’nin Rize’de ise dolgu üzerinden geçirildiği saptanmıştır” ifadesi yer aldı.


Murat Kışlalı

Cumhuriyet Ankara Büro


19 Eylül 2011 Pazartesi

‘BENİM ALİMİM’ DÖNEMİN RUHUNA UYGUNDUR KOYUNUM



BİLİM SORUMLULUKTUR...


Kurt Cosswig. Zooloji profesörü.

Tıp fakültesinin ilk yılında bu dersimizin hocasıydı.

Hitler döneminde üniversitedeki görevlerine son verilen Yahudi profesörlerin arasında Türkiye’ye gelmişti.

Fakültenin ilk sınıfında fizikte Prof. Zuber, kimyada Prof.Breusch, botanikte Prof. Heilbronn ile karşılaşmıştık. Derslerini Almanca verir, çevirmen asistanlar Türkçeye çevirirlerdi.

III. Reich döneminin ari ırkın saflaştırılması adına yapılan bu işlem, dünya çapında bilim insanlarının Almanya dışına çıkmaları ile sonuçlanmıştı.

Bu işlemle gelen başka çok değerli öğretim üyeleri de oldu ve biz hepsinden çok yararlı bir tıp eğitimi gördük.

Ama Kurt Cosswig!

Bir nedenden dolayı çok daha önemliydi.

Kurt Cosswig Yahudi değildi.

Ailesinde de Yahudi karışımı yoktu.

Karısı da saf ari ırkındandı.

Görevden atılma yasası ile hiçbir sorunları yoktu.

Ama bu dürüst karakterli bilim insanı, Yahudi meslektaşlarına yapılan haksızlığı protesto etmek için ülkesinden ayrılmıştı.

Görevinden, evinden, kürsüsünden, vatanından ayrılmıştı.

Sahip olduğu her şeyi terk etmiş, vatanında yapılanları protesto etmek için her şeyini feda edebilmişti.

Bu durumu çok sonraları öğrendim.

Kurt Cosswig’i hayranlıkla anıyorum.

Şimdi yaşamıyor.

Bandırma Kuş Cenneti’ni bulan da odur.

Bilimin namusu işte budur.

Einstein da atom bombasına bu nedenle karşı çıkmıştı.

Oppenheimer bu nedenle hidrojen bombasının başına geçmeyi reddetmişti.

Bilim namustur.

***
Bütün baskı rejimlerinde bilim baskı altına alınmaya çalışılır.

Çünkü, bilim özgürdür.

Bilim emir almaz.

Bir rejimin niteliğini anlamak istiyor musunuz?

Bilimle ilişkisine bakacaksınız.

Bilim özgürse orada özgürlük vardır.

Bilime baskı yapılıyorsa orası baskı rejimidir.

Bilimin özgür olması dogmanın gücünü azaltır.

Dogmanın özgür bilime tahammülü yoktur.

Kopernik astronomisiyle engizisyonun çatışmasıdır bu.

Galile bu nedenle engizisyonda yargılanmıştır.

Kutsal İncil Güneş’in Dünya’nın çevresinde döndüğünü söylemiştir.

Oysa, Kopernik ve Galile, Dünya’nın Güneş’in çevresinde döndüğünü söylemişlerdir.

Galile yargılanmış, yazdıklarını inkâr etmesi istenmiştir.

Galile bu kararı kabul ederek yaşamını ev hapsine döndürmüştür.

Tarih boyunca bilim ve dinsel dogma çatışmıştır.

Bugün de Amerika’da evrim kuramı ile yaradılış öyküsü çatışmaktadır.

Günümüzün inanılan hurafeleri din dogmalarının bile çok dışına çıkmıştır.

Dogma, değişmeyen, soru sorulmayan, tartışma kabul etmeyen kurallardır. Din kaynaklı, gelenek kaynaklı, herhangi bir inanç kaynaklı olabilir. Bilim bile yukardaki özellikleri taşırsa dogma olabilir, tarihte örnekleri görülmüştür.

Bilim, değişebilen, soruya her zaman açık, tartışmaya açık, kanıta, araştırmaya, incelemeye dayalı bilgi çerçeveleridir.

Nitelikleri bakımından çatışmaları kaçınılmazdır.

Bu nedenlerle bilim özgürdür ve bağımsızdır.

***
Bilim, niteliği gereği sorumluluktur.

Bilim insanı bilmekle kalamaz.

Bilim insanı bildiklerini açıklamak sorumluluğunu taşır.

Bilim insanı yazarak, konuşarak bildiklerini açıklama sorumluluğunu dünya ile paylaşır.

Bilim insanı barıştan yanadır.

Bilim insanı özgürlükten yanadır.

Bilim insanı bağımsızlıktan yanadır.

Bilim insanı uygarlıktan yanadır.

Bilim insanı insandan, insan yaşamından yanadır.

Albert Einstein, 1931 yılında Cal-Tech’te (California Institut of Technology) bir grup dinleyiciye şunları söyledi:

“Zihinlerimizin ürünlerinin insanlık açısından bir bela değil, iyilik olabilmesi için… bizzat insana ve insan kaderine gösterilen ilgi her zaman tüm teknik çabaların başlıca ilgi noktasını oluşturmalı.”

Şimdi TÜBA üyelerinin siyasal iktidar tarafından atanması girişimi günümüzde bilim üzerindeki siyasal baskının yeni bir örneğidir.

Değerli Doğan Kuban’ın söylediği gibi, “Sorunumuz TÜBA’dan büyüktür.”

Bilim insanı olmak sorumluluktur.

Bu sorumluluğu taşımayanlar bilim insanı değil, bilginin hamallarıdır.

Unutulmasın, sonunda her zaman bilim kazanmıştır.


Erdal Atabek

Cumhuriyet






18 Eylül 2011 Pazar

“HAAAYL…”

ŞARLO’NUN ‘BALKON KONUŞMASI’


VİYANA
Hitler 15 Mart 1938 günü Viyana Hofburg Sarayı’nın balkonundan Kahramanlar Alanı’nda kendisini dinleyen kalabalığa çok sözler verir. En önemlisi partisinin ülkeye yeni bir düzen getireceğini, işsizliğe mutlaka çare bulacağını söyler. İnsanlar onun içi boş sözlerine inanır. Hitler doğduğu ülkeyi dirençsiz teslim alır, çünkü çoğunluk onun arkasındadır. Çaresizlik içindeki toplumun peşinden gideceği başka lider yoktur.

Hitler sudan nedenlerle sol görüşlü karşıtlarını ve aydınları tutuklatıp, kamplara attırır. Bilim adamları ve yazarlar yurtdışına kaçar. Avusturya’ya el koyduktan sonra o ünlü balkon konuşmasını yapan “Führer” artık iyice güçlenmiştir. Kısa süre sonra Yahudilere yapılan eziyetler artar. 9 Kasım 1938 gecesi Almanya ve Avusturya için “Kristal Gece”dir. Binlerce işyeri yağmalanır, 270 sinagog yakılır, Yahudiler öldürülür. Tam bir cinnet geçiren Hitler ve şürekâsı gerçek yüzünü çok çabuk göstermiştir! Akıllı bir propagandayla misyonlarını çok mükemmel sahneleyen Naziler, geleceğinden ümit kesmiş kültürsüz yığınların kolayca kandırılıp, elde edildiğini çok güzel başarmıştır! Almanya’da ve Avusturya’da insanların çoğunluğu bütün olumsuz gelişmelere karşın ağızlarını açmamakla, kulaklarını tıkamakla ve gözlerini kapatmakla Hitler’e destek vermiştir! Ve halkın bu ilgisizliği onun gibi bir despotun son bin yılın en dehşetli katliamını işlemesine yol açmıştır! İşte o süreçte ve ardından gelen gelişmelerde Viyana’daki ünlü “balkon konuşması” çok önemli bir rol oynamıştır!

Şimdi Kahramanlar Alanı’nda, Avrupa’yı Türklerden kurtarmış olan Prens Eugen’in dev heykelinin yanı başında durmuş Hitler’in o konuşmasını yaptığı -şu sıra bir restorasyon geçiren- balkona uzun uzun bakarken birden aklıma Şarlo’nun “Büyük Diktatör” filmi geliyor. Geçen yüzyılın en büyük sinema artisti ve rejisörü Chaplin 1940 yılında çevirdiği bu ilk sesli filminde Nazi Almanya’sı ve Hitler ile çok güzel alay eder. Onun diktatörlüğü ve faşistliğini alay konusu ederken, izleyiciyi düşündürür ve hüzünlendirir de. “Büyük Diktatör” sayısız unutulmaz başarılı sahne ile doludur. Üzerine dünya haritası çizilmiş büyük bir balonla dans edişi ve alandaki binlere anlaşılmaz bir dilde yaptığı “balkon konuşması” çoktan sinema tarihine geçmiş ünlü sahnelerdir! Balkondaki Hinkel (Şarlo) kimi zaman çok öfkelidir, kimi zaman çok yumuşaktır. Charlie Chaplin bu sürekli değişimle Hitler’in nasıl dengesiz birisi olduğunu göstermek ister. Hele ağzından çıkanların tek kelimesi bile anlaşılmayan “Führer”e yığının coşkuyla haykırışı bu deha insanın hınzırca bir buluşudur! Şarlo’nun ömrünün son 25 yılını geçirmiş olduğu Leman gölü kıyısındaki Vevey’deki villası şu sıralar bir müzeye dönüştürülmekte. Uzun çabaları gerektiren bu proje 2012’de meyvelerini verecek ve herkesin merakla beklediği müze Şarlo sevenlere kapılarını açacak.

Yolun iki kenarında duran şık faytonların arasından geçip, Ring caddesine doğru yürüyorum. O akşam Volksoper’de oğul Johann Strauss’un ünlü “Viyana Kanı” operetinin bu sezondaki ilk gecesi var, uğrayıp biletleri almalı. Viyana’da operet izlemek bir başkadır. Volksoper’de 1898’den bu yana perde hemen hemen her gece açılır, yılın 300 gecesinde Viyanalı operetlerle coşar. Çoğu temsilde sahneden sıçrayan kıvılcımla seyircilerle sanatçılar bütünleşir.


Ahmet Arpad
Cumhuriyet

www.ahmet-arpad.de


12 Eylül 2011 Pazartesi

‘YAĞDIR MEVLAM ÜRETİM’


SANAYİ TÜKENDİ, RANT VERELİM…


Arkadaşım Meral Tamer, 9 Eylül tarihli Milliyet’teki köşesinde diyor ki, “Ekonomi Gazetecileri Derneği’nin (EGD) düzenlediği ve Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün’ün konuşmacı olduğu toplantıda ben, uzun yıllardan sonra sanayinin ve üretimin, yeniden Türkiye’deki ekonomik faaliyetlerin merkezine oturacağına ikna oldum ve de çok memnun oldum.... Sayın Bakan’ın Türkiye’de son dönemdeki toplumsal hevesi ve istekliliği yansıtmak amacıyla sıkça telaffuz ettiği ‘Biz yaparız’ heyecanını paylaşmaya başladım.”

AKP’nin gözdelerinden Ergün ve Zafer Çağlayan, bir süredir sanayileşmeyi, hem de ihracata dönük sanayileşmeyi öne çıkaran söylemleri ile medyada öne çıkmayı başarıyorlar başarmasına da sormazlar mı adama: Bu ülke bugün bu “reel” alanların restorasyonuna acilen muhtaç durumda iken, bu hale kimler getirdi? 2002’den 2011’e iktidar siz değil miydiniz ve gerçek ihracat, sanayileşme için ne yaptınız?

Ergün, AKP’nin 3. iktidar döneminde sanayileşmeyi merkeze alan, ama bunun bilgiyle ve teknolojiyle daha fazla katma değer yaratacak şekilde donatılacağı, çok geniş kapsamlı bir sanayi stratejisinden söz ediyormuş...

Geçmiş ola… O tren kaçtı. O trene vaktinde G. Kore, Çin, Hindistan ve öteki Asyalılar çoktan bindi. Artık ihracatın yüzde 52’sini yaptığımız Avrupa pazarlarında, coğrafi yakınlık ve aday ülke avantajımıza rağmen, Asyalılar kök söktürüyor, barındırmıyorlar. Neyle mi? Ergün’ün yeni uyandığı, “sanayileşmeyi merkeze alan, ama bunun bilgiyle ve teknolojiyle daha fazla katma değer yaratacak şekilde donatılacağı, çok geniş kapsamlı sanayi stratejileriyle...”

Onlar, o stratejiyi hayata geçirirken AKP iktidarı ancak, “yüksek faiz-düşük kur” politikalarıyla sıcak para çekmeyi, kamu işletmelerini yerli-yabancı sermayeye haraç mezat satmayı ekonomiyi yönetmek sanıyordu.

Türkiye’nin dış ticareti sanayi ağırlıklıdır. Oradaki performansı, sanayinin performansı olarak okuyabilirsiniz. Bakın sanayi odaklı dış ticarette AKP iktidarında nereden nereye gelmişiz:

AKP’nin iktidar olduğu 2003 yılında, Türkiye’nin 47 milyar dolar olan ihracatına karşılık 70 milyar dolara yaklaşan ithalatı vardı ve açığı o yıl sonunda 22 milyar dolardı. Sonra ne mi oldu? AKP’nin 8.5 yıllık icraatında 1 trilyon 241 milyar dolarlık ithalatyapan Türkiye, ancak 790 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirdi ve bu süre sonunda 451 milyar dolar dış ticaret açığı verdi. AKP iktidarının ilk yılında 22 milyar dolar olan dış ticaret açığı, 2010 sonunda 71 milyar dolara çıktı. Bunun sonucunda da 2003 yılında milli gelirin yüzde 2.5’i kadar cari açık veren Türkiye’nin 2010’daki açığı milli gelirin yüzde 6.6’sına çıktı. 2011’in tamamında ise yüzde 10’a çıkacağını IMF söylüyor. Bu ölçüde içe göçmenin temelinde sanayinin geliştirilememesi ve iyi yönetilememesi, daha doğrusu kötü yönetilmesi ana etkendir(*).

Haksızlık etmeyelim, kötü idare edilen sadece sanayi değil, ekonominin tümü oldu. Sanayiyi geliştirmek yerine neyin özendirildiği ise ortada. Dünün bütün büyük sanayicileri, bugün GYO’cu. Yani “gayrimenkul yatırım ortaklığı” girişimcisi. Hiç uzağa gitmeyin, Türkiye’de sanayiye ebelik yapan, dış kaynakları getirip Koçları, Sabancıları, Eczacıbaşıları sanayici yapan TSKB, bugün ne iş yapıyor, farkında mısınız? O da GYO’cu. TSKB Gayrimenkul Değerleme AŞ ile TSKB Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı AŞ, kendi ifadeleriyle, “yüksek getiri sağlayacak verimli ve likit gayrimenkullerden oluşan, cazip ve dengeli bir yatırım portföyü oluşturmayı” iş edinmişler…

***
Sanayi Bakanı Ergün’ün en çarpıcı açıklaması, Almanya’da mirasçısı bulunmadığı için kapatılma durumunda olan KOBİ’leri, oradaki Türk işadamlarının satın alacak olmalarıymış. Yıllar önce karın doyurmak için işçi olarak Almanya’ya giden vatandaşlarımız, bugün iş sahibi olarak Alman sanayisinin bel kemiği KOBİ’lere taliplermiş! Ve Ergün de o KOBİ’leri Türkiye’deki KOBİ’lerle entegre etmeyi hedefliyormuş. Cin gibi bakan!.. Siz önce burada düşük kur politikasının altında ezilip iflasın eşiğine gelmiş KOBİ’leri ayakta tutun da, oradakilerle sonra entegre edersiniz.

Herkes farkında ki, AKP’nin cin fikirli bakanları ortalıkta sanayi, teknoloji, ihracat diye top çevirirken, AKP iktidarı gerçekte, umudunu sanayide değil, rantta, özellikle İstanbul kent rantında arıyor. TOKİ’yi bakanlık haline getirip bir gecede çıkardığı 644 sayılı KHK ile yerel yönetim yetkilerini tepe tepe kullanacağını duyuran “ustalık dönemi AKP”si, varsa yoksa rant, özellikle İstanbul rantı üstünden sermaye birikimi sevdasında. Yandaşı birçok sanayici KOBİ de buna uyandı ve sanayiyi terk edip furyadan nasiplenmeye bakıyor. Hem söyler misiniz, dışarının yıkıcı rekabetine karşı korunmayan, düşük kur ile Çin mallarının şamar oğlanına dönen, dünyanın en pahalı elektriğini kullanarak iş yapmaya çalışan sanayici, ortaya iştah kabartan kent rantları dökülmüşken niye sanayici kalsın?

Meral Tamer, Türkiye sanayicilerini en iyi tanıyanların başında gelir. Hangisinin sanayici kaldığını ve son 10 yılda nereye yatırım yaptıklarını yazmayı denese ne güzel olur… Tabii neden sanayiyi “out” ettiklerini, Bakan Ergün’ün onları heyecanlandırıp heyecanlandırmadığını da okumak isteriz…

(*) Türkiye sanayisinin halipürmelalini detaylı bir biçimde anlamak isteyenler için, hocam ODTÜ İktisat Bölümü emekli Öğretim Üyesi Prof. Oktar Türel’in 1979-2010 yılları arasında kaleme aldığı yazılarından oluşan Geç Barbarlık Çağı (I-II, Yordam Kitap) kitaplarını hararetle tavsiye ederim.


Mustafa Sönmez

Cumhuriyet





4 Eylül 2011 Pazar

UMUT GÜNEŞİNİN EKSİLMEDİĞİ

YALNIZLIK ORMANINDA


Bir yol kıyısında, park köşesinde tek başına, yalnız diye düşündüğümüz ağaç aslında kendi içinde bir ormandır.

Örneğin ağustosta, eylülde iğde ağaçları... İçi unlu kurabiye, dışı ipeksi kadife meyveleri üçer beşer sallanır rüzgârda. Beyazla açık yeşil arasında tonlarca desenle örülü yapraklar aynı zamanda böcek yatağıdır. Hele bu mevsim iğde ağaçlarının dallarında, yapraklarında onlarca çeşit yüzlerce böcek bulabilirsiniz.

Böceksel hayvanat bahçesi demek hiç abartma olmaz.

Sadece iğdenin değil, bütün ağaçların yaprakları dökülürken, daldan ayrıldığı yerde küçük bir iz bırakır. O izin hemen üstünde ağaca göre değişen hafifçe bir kabarma vardır. O, ilkbaharda patlayacak yaprak tomurcuklarının fidesidir.

Ağaç kendi içinde o fideyi büyütürken dışını öylesine sağlam korur ki hiçbir kış ona diş geçiremez. Tam tersine kışın yağmuru, karı ona besin olur.

Eylülle birlikte sonbaharı giyinmeye başlayan bütün ağaçların içinde kışın hazırlığı, baharın sevinci, yazın umudu vardır.

***

İnsan da ağaç gibidir. Dallarından köklerine, gövdesinden meyvesine koca bir orman vardır içinde.

Yalnızlık o ormanın dört mevsimidir. Öyle sırayla da birbirini takip etmez mevsimler, kışbaharın ardından sonyaz gelir; onu aylar dönencesi izler, ocak, ağustos, kasım, haziran...

Bütün bunları hakkıyla yaşayacak, ölçü birimlerine sığmaz, uçsuz bucaksız alanlar vardır insanın içinde. Yalnızlığın ışıkları vurur her bir yere.

Zaman birimi de farklıdır yalnızlığın. Kabaca tahminle bir ışık yılından biraz daha uzun olmalı, bir yalnızlık yılı.

Aslında böyle bir karşılaştırma anlatmaya yetmez. Yalnızlık yılında zaman akıp gitmez. Gün olur, bütün geçmiş yıllar önündedir; seçip seçip yaşarsın onları. Gün olur, önünde uzun bir gelecek birikmiştir. Heyecanlanırsın, ne tarafa bakacağını bilemezsin.

“Siz zahmet etmeseydiniz, ben gelirdim” derseniz eğer, onun da bir yolunu bulur yalnızlık. Yeter ki kendi içindeki yolculuğa hazır ol.

İnsanın kendi içindeki yolculuk, dünyanın merkezine yolculuktan biraz daha maceralı, biraz da bilinemeyenlerle doludur. Zira ulaşsanız da ulaşmasanız da dünyanın ortasındaki merkez bellidir.

Ya insanın içindeki merkez?

Belli değildir. Zaten merkez diye bir yer de yoktur. İnsan uzayı demek hiç de abartma olmaz.

Hani insan bilgi okyanusundan kaşık kaşık aldıkça daha öğrenilecek ne kadar çok şey olduğunu düşünür ya... İçindeki yolculukta da keşfedilecek ne kadar çok şey olduğunu hisseder. Sık sık durup soluklanmak ister...

***
Yalnızlık aynı zamanda duygular ormanıdır. İçine hiçbir şey katılmamış en saf haliyle yaşarsın onları.

Öyle kaçma duygusu da oluşmaz insanda. Aksine onlarla yaşamak güç vermeye, zenginleştirmeye başlar.

Bütün mesele, yaşamayı, yaşama bilincini her şeyin üstünde tutmakta. O üst noktaya çıkan merdivenin adı da amaç.

Sadece yaşama bilinci bile başlıbaşına bir amaçtır. Bunun üzerine kendini tanıyıp yapabileceklerini ekleyince yaşamın tadı nerede olursa olsun güzeldir.

Yaşam, nerede olursa olsun zengindir.

Yalnızlığını kendi içinde kocaman bir ormana dönüştürebilir insan.

Bir de amaç tohumlarını içindeki mevsimlerle uyumlu ekerse, neler yetiştirmez...

Böyle bir ormanda umut güneşi de hiç batmaz zaten...



Mustafa Balbay

Cumhuriyet