27 Şubat 2011 Pazar

“ÇOK BEKLERSİNİZ NEHİR KENARINDA” DERLER TABİİ


Aklınız neredeydi macun emerken?

Anlamadınız mı haalaa!

Alkol de yasaklanacak, örtünmek de zorunlu hale getirilecek.

Tıpkı Dubai gibi: Çok paranın olduğu lüks ortamlarda her şey serbest, özgürlükler dokunulmaz kılınacak.

Parasız olanın aklı da kıt olduğundan güdülmesi ve yardımlarla sadakalarla korunması, İslami kurallara göre yaşatılması şarttır!

Anlamadınız mı haalaa!

Demokrasi iyice gelecek, her yere kök salacak, sökülüp atılamaz hale getirilecek, herkes gidip hep oy kullanacak, sonrasını güdücüler bilecek.

Haalaa anlamadınız mı!

Nesiniz siz!

Hayallerini ve beklentilerini ısrarla güdücülerimize mal ederek sunanlar, “Hadi oradan”larını kendilerine saklasınlar, bu fantezileri daha önce yemiyordum, şimdi hiç yemem...

Bekleyip hep birlikte göreceğiz nasılsa.

Meraklanmasın kimse, bugüne dek kurbağaların sıçramaması için gösterilen hassasiyet itinayla sürdürülecektir.

Bu arada:

Tabii ki haklısınız, o kadar da değil derken…

Vebalılar(!)ımızın girip çıktığı tezgah altlarımız, perdeli bölümlerimiz, kırmızı sokaklarımız olacak bizim. Ne de olsa bir demokrasi kültürümüz var…

En önemlisi şudur: Hep millet isteyecek.

Aynen olageldiği gibi…

Hiç olmazsa bu kadarını herkes anlamıştır herhalde.



Eyüp Şeker


25 Şubat 2011 Cuma

ÇAKMADAN STRATEJİK DERİNLİK ÇAKAR


MÜSTERİH OLUN!


Türkiye farkı...”
“İşte bu kadar!”
“Dünya bize hayran.”
*

Nedir bu?
Yandaş medya
manşetleri.
*

Libya’daki vatandaşlarımızı tereyağından kıl çeker gibi kurtarmışız, şööyle şahane devletmişiz, böööyle muhteşem hükümetmişiz filan...
Onun manşetleri.
*

Şimdi bakın...
Bir mektup, okuyun lütfen.
*

“Çok saygıdeğer bakan!

Ankara’da yerleşik 25 büyükelçi, benim refakatimde, bakanlığınız tarafından organize edilen özel uçak ile Erzurum’daki Universiade açılışına katıldık. Ankara’dan gecikmeli havalandık. Pistin temizlenmesi için havada yarım saat tur attık. Bizi stada götürecek olan otobüs, belli ki, Erzurum’un yabancısıydı, zira yolu uzattı, Başbakan’ın davetine katılamadığımız gibi, açılış törenine de yetişemedik. Stada gelince, yer ayrılmadığını gördük, kalabalığın ortasına bırakıldık, hiçbir güvenlik kontrolüne tabi tutulmayan kalabalıkla birlikte, mücadele ederek, stada girdik, uzak bir köşeye oturduk, hiçbir yetkili bizimle temas kurmadığı gibi, 3.5 saat su bile verilmedi. Dönüş için kargaşayla otobüse bindik, otobüs şoförü büyükelçilerin tamam olup olmadığına bakmadan hareket etmeye kalktı, dışarda kalanlar oldu, zor durduruldu. Özel uçağa geldik, oradaki personelin elinde bize ait olmayan, başka isimlere ait biniş kartları vardı. Hiçbir bagaj, güvenlik veya isim kontrolü yapılmadan, biniş kartı bile istenmeden, isteyen herkes adeta yarışırcasına uçağa bindi. Hatta, TBMM Başkanı da büyükelçilerin özel uçağına binenler arasındaydı. Uçağın içinde 1.5 saat, pistte bekledik.”
*

Kim bu?

Heidemaria Gürer.
Avusturya Büyükelçisi.
Su gibi Türkçe konuşur.
“Milli gelin”imizdir.
Eşi Türk.
*

Sonuna “ünlem” koyarak “çok saygıdeğer” hitabıyla resmi mektup yazdığı kişi ise, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin devlet bakanı.
*

Yani?
*

Milli gelinimiz, zarif bir diplomat olduğu için “Yuh be kardeşim!” diyemiyor...
“Dost acı söyler” misali “Öngörü ve organizasyon rezaletisiniz” diyor.
*

Ve, Avusturya Ankara Büyükelçisi’nin bu mektubu yazmasından taaa bir ay önce, Avusturya Dışişleri Bakanlığı, Libya’da yaşayan, aralarında çifte vatandaş Türklerin de bulunduğu tüm vatandaşlarına mektup gönderiyor... “Karışıklık çıkarsa, şunları şunları yapacaksınız, şu şu numaraları arayacaksınız, şu şu noktalarda Trablus Elçiliğimiz’in şu şu yetkilileri ile buluşacaksınız” diyor. Daha Mısır patlamamış, Tunus’ta bile çıt yokken... “Libya’da karışıklığın eli kulağında, haberiniz olsun, pozisyon alın” diyor.
*

Sonra?
Tunus yanıyor.
Mısır patlıyor.
*

15 Şubat’ta, Libya’nın karışmasına sadece 48 saat kala, Türkiye Cumhuriyeti’nin Trablus Büyükelçiliği, resmi internet sitesinde, “Libya’da yaşayan vatandaşlarımıza” başlığıyla duyuru yayınlıyor. Aynen aktarıyorum...
*

“Büyükelçiliğimiz ile temasa geçen bazı vatandaşlarımız, bazı Mağrib ülkelerinde yaşanan olaylar sonrasında, Libya’daki asayiş hakkında sorular yöneltmektedir. Libya’da güvenlik ve istikrar bakımından sıkıntı yaşanmamaktadır. Libya’da iş yapan şirketlerimizin endişe duymalarını gerektirecek durum yoktur. Vatandaşlarımızın müsterih olmaları tavsiye olunur.”
*

Vatandaş diyor ki:
“Kaçalım mı?”

Büyükelçiliğimiz diyor ki:
“Müsterih olun.”

Gördük ebemizin müsterihini!


NOT:
Hükümet, dışişleri ve istihbarat rezaletimiz ortaya çıkınca, sayısını bilmediğimiz kadar vatandaşımız silahların ortasında mahsur kalınca, bazı vatandaşlarımız tutuklanıp, “şimdilik” bir vatandaşımız öldürülünce...

Yukarıda anlattığım skandal duyuru, Trablus Büyükelçiliği’nin resmi internet sitesinden apar topar silindi!

ANTİ NOT:
Niye sildiler? “Böyle bi duyuru yapmadık, yalan söylüyorlar, iftira atıyorlar” demek için sildiler. Ancak... Başbakanlık’a ait olan “müşavirlikler.gov.tr” adresine girin, Libya’yı tıklayın, “Libya’da istikrar var” başlığıyla, kabak gibi, orada duruyor... Onu silmeyi unuttular çünkü!


Yılmaz ÖZDİL

Hürriyet

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/17115534.asp?yazarid=249&gid=61


19 Şubat 2011 Cumartesi

İLERİ DEMOKRASİDE OLURMUŞ BÖYLE UFAK TEFEK HATALAR, NE OLMUŞ CANIM, UFAK TEFEK!

MERAK BÖCEĞİ ISIRINCA KANATIYOR


BİLİYORUM, hafta sonu cuma sabahı başlar.
Bugün size çok daha keyifli şeyler yazabilirdim.
Üstelik öyle pek anladığım, bildiğim şeyler de değil.
Ama merak böceği ısırınca, ısırdığı yer de durmadan kanıyorsa, duramıyorsunuz.
Yazıyorsunuz.

* * *
Balyoz Davası’nda komutanların tutuklanmasına karar veren mahkemenin açıklamasında bir cümle dikkatimi çekti.

Mealen şöyleydi:

“Askeri bilirkişi tarafından hazırlanan bir rapor varsa, bunun İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığından istenmesine.”

Cümle bana tuhaf geldi.
Böyle bir bilirkişi raporu var mı, yok muydu?

* * *
Araştırdım.
Gerçekten varmış.
Raporun üzerindeki tarih “14 Ocak 2011”.

Hazırlayan kişiler, yüzbaşı, binbaşı ve tuğamiral rütbesinde 5 subay.

Bu kişiler, 6 Aralık 2010 günü Gölcük’te bulunan belgelerle ilgili askeri bilirkişi heyetinin üyeleri.
Belge askeri kaynaklı olduğu için, ben de “Teenni” ile yaklaşıyorum.

Ama, raporun sonuna 8 sayfalık bir “Manipülasyon” bölümü eklemişler ki, insan okuyunca “Ne oluyor” demeden geçemiyor.

* * *
Yerim sınırlı olduğu için, bilirkişi raporunda yer alan daha 5-6 sayfalık somut yanlışı koyamıyorum.

Ben bu konularda uzman bir insan değilim. Ama bunca hatayı görünce ister istemez şüpheye düşüyorum.

O yüzden merak ediyorum. Tutuklama kararı veren hâkimler acaba bu raporu okudu mu?
Okuduysa, doğruluğunu inceledi mi?

“Canım ne var bunda. İşin aslını ilgilendirmeyen küçük hatalar” diyebilirsiniz.

Hatırlatırım.

Amerikan tarihinin en ilgi çekici davasında O.J. Simpson, olay yeri inceleme memurlarının yaptığı çok basit bir hatadan dolayı beraat etmişti.

Bu kadar “sehven”i olan bir davada da bu bilgilerin doğruluğunun ciddi olarak incelenmesi gerekir.


2003 tarihli darbe planında 2008 tarihli banka alındısı


-  SUGA Harekât Planı’nda, görevi icra edecek ast birlikler, Gölcük Birlik Komutanlığı, Ankara Birlik Komutanlığı, İzmir Birlik Komutanlığı, İstanbul Birlik Komutanlığı şeklinde sıralanmış. Dz. K.K.’lığı teşkilat yapısında bu isimde ast birlikler yoktur.

-  Özden Örnek’in ilk harfleri olan ÖÖ kullanılarak verilmiştir. Ancak Oramiral Özden Örnek görevi süresince ÖÖ kısaltmasını kullanmamıştır.

-  (2003 tarihli darbe belgesinde) Dz. Kur. Yb. Durhan Mertcan’ın yanına yazılan kadro, ilk kez 1 Temmuz 2004 tarihinde kurulmuş ve kendisi bu kadroya 15 Ocak 2005 tarihinde atanmıştır.

-  Dz. Pb. Kd. Bnb. Levent GÜLMEN ve İda. Kd. Bçvş. Cem KAYA, ele geçirilen listede “Piyade ve İdari sınıflarında” görülmektedir. Oysa her ikisi de 2003 yılında istihbarat sınıfında yer almaktaydı ve piyade ve idari sınıflarına 2007 yılı içerisinde geçirilmişlerdi.

-  İşçi Tanju Veli Aydın ve Turgut Sörmez’in görev yeri “Donanma Komutanlığı” olarak belirtilmiştir. O dönem görev yaptıkları yer “Gölcük Tersanesi K.’lığı”dır.

-  Listede “Tls. Kd. Üçvş. Engin Çetin” isimli personelin birliği “Karadeniz Bölge K.’lığı” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin adı “TCG FİNİKE K.’lığı/Erdek”tir.

-  “Sey. Üçvş. Murat AKYAZI” isimli personelin birliği “TCG E-6” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin ismi “TCG S.MEHMETPAŞA K.’lığı/Tuzla-İstanbul”dur.

-  “Dz. Kur. Kd. Alb. Zahit Oğurlu” isimli personelin birliği “NAVSOUTH” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin ismi “CINCSOUTH STRIKFORSOUTH PL.ve PREN.Ş.MD-NAPOLİ”dir.

-  Dz. Kur. Alb. “Olcay Uyar” isimli personelin birliği “JHQ SOUTHCENTER” olarak belirtilmiştir. Anılan personelin o dönem görev yaptığı birliğin ismi “JHQ SOUTHWEST HRK.BŞK.TAT ve EĞT.Ş.MD.-MADRİD”dir.

-  2003 tarihli darbe planında adı yer alan Tuğa. “Burhan Durcan” isimli personel 05 Temmuz 2000 tarihinde vefat etmiştir.

-  Aynı tarihli listede ismi yer alan Tuğa. Nevzat “Hilmi Sertel” isimli personel 03 Kasım 1998 tarihinde vefat etmiştir.

-  (Gölcük’te ele geçirilen listede) Albay “Fahri Ekşioğlu” şeklinde bir isim mevcuttur. Dz.K.K.’lığından emekli böyle bir personel bulunmamaktadır.

-  (Darbe planı olduğu iddia edilen belgede) Dz. K.K.’lığının 07 Kasım 2002 gün ve İSTH.: 3200-27-02 sayılı “Yeniden Yapılandırma Faaliyetleri” konulu yazısı” ifadesi bulunmaktadır. İlgi yazılırken konu kullanımı “MY 75-1B”, Karargah Hizmetleri Yönergesi’nin 2008 yılında yürürlüğe girmesi ile başlamıştır.

-  (2003 tarihli) Dz. Kur. Yb. A. Durhan MERTCAN’ın “Birliği” hanesinde “CC MAR NAPLES HRK.BŞK.” yazılmıştır. Ancak anılan tarihte “NAVSOUTH”tu. Bu isim, 01 Temmuz 2004 tarihinde “CC MAR NAPLES” olarak değişmiştir.

-  Aynı listede yer alan Dz. Kur. Alb. “Zahit Oğurlu’nun “Birliği” hanesinde “NAVSOUTH” yazılmıştır. Ancak anılan tarihte kendisi “STRIKEFORSOUTH” emrinde görevlidir.

-  2002 tarihli olarak gözüken “Hrp. Ak. Plan Çalışma Grubu.doc” isimli bilgi notunun imza hanesinde “Z. Erdim İNAL, Dz. Kur. Yb. Dz. Plan Subayı” ifadesi bulunmaktadır. Anılan personel 2002 yılında Yzb. rütbesindedir. 2006 yılında Yb. rütbesini almıştır.

-  Dz. Kur. Kd. Alb. R. Cem GÜRDENİZ’in Gölcük bölgesinde görevli olduğu ve İstanbul-Gölcük arasında özel kurye hizmetinin koordinatörü olarak tefrik edildiği belirtilmektedir. Anılan personel o tarihte Dz. K.K.’lığı PI.P. Bşk.lığı/Ankara’da görevlidir.

-  Yine aynı yazıda Gölcük’te görevli olduğu ve İstanbul-Gölcük arasında özel kurye olarak tefrik edildiği belirtilen Dz. Kur. Bnb. O.G. Bora OĞURLU yazı üzerinde yazan tarihte Gn. Kur. Bşk.lığı/Ankara’da görevlidir.

-  Ocak 2003 tarihli “Aksaz” isimli dosyanın imza hanesinde “Dz. Kur. Alb. F.Can Yıldırım” yazmaktadır. Ancak anılan personel 2005 tarihinde albay olmuştur.

-  Ocak 2003 tarihli “sıkıyön.doc” isimli dosyanın imza hanesinde “As. Hak. Alb. A. Cengiz Şirin” yazmaktadır. Ancak anılan personel 2005 tarihinde albay olmuştur.

-  Tümamiral Deniz Cora yazan Ekim 2007 ve Ağustos 2007 tarihli yazıların üst başlığında “TC Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Donanma Komutanlığı, Gölcük/İstanbul” yazmaktadır. Doğrusu Gölcük/KOCAELİ olmalıdır.

-  Dosyada, İsth. Bçvş. Erdinç Yıldız’ın eşi Yasemin Yıldız’ın “Bireysel Emeklilik ve Hayat Sigortasına” ait 2 adet “Banka alındı” belgesi bulunmaktadır. Bu iki belge, Temmuz ve Ağustos 2008 tarihlerine aittir. Son kaydetme tarihleri 20 Ağustos 2003 olarak görünen kasette, 5 yıl sonrasına ait belgeler nasıl yer almıştır?

-  Dosyada, Deniz Kurmay Yarbay “Nuri Alacalı” tarafından yazıldığı iddia edilen “Yeniden Yapılandırma Faaliyetleri” konulu bilgi notu bulunmaktadır. Kurmay Albay Nuri Alacalı 29 Temmuz 2002-20 Haziran 2003 tarihleri arasında ABD’de War College’da eğitim görmekteydi. Bu nedenle belirtilen yazıyı söz konusu tarihte hazırlamış olması mümkün değildir.

-  02 Ocak 2003 tarihli bir toplantı tutanağı imza blokunda Dz. Kur. Kd. Binb. Barbaros Büyüksağnak ismi yer almaktadır. Oysa kendisi 04 Kasım 2002-31 Ağustos 2003 tarihleri arasında “EUROMARFOR Gözlemci Subayı” olarak İtalya’da bulunmakta olduğundan toplantıya iştirak etmiş olması mümkün değildir.



Ertuğrul Özkök

Hürriyet


18 Şubat 2011 Cuma

DARP DEMOKRASİSİNİN OLMAZSA OLMAZIDIR ‘İMAJ HER ŞEYDEN ÇOK ŞEYDİR’


SEVGİLİ FRANCIS


ABD’nin Ankara’ya gönderdiği yeni Büyükelçisi Francis Ricciardone, “bir yandan gazeteciler gözaltına alınıyor, beri yandan basın özgürlüğü deniyor, anlamıyorum” demiş.

*
Anlatayım.
*
Sevgili Francis...

Geçenlerde bizim İstanbul Belediye Başkanı, sizin New York’a gezmeye gitti. Brooklyn Belediye Başkanı tarafından bandoyla karşılandı, dans gösterileri yapıldı, pastalar kesildi, akşam da en faça restoranda onuruna ziyafet verildi.
*
Yüce Türk basını “coşkulu karşılama” manşetleriyle duyurdu bu haberi... “İşte Türkiye’nin itibarı, gururlandık” diye makale döşenen bile oldu... Bi Allah’ın kulu çıkıp, “Kardeşim, Brooklyn Belediye Başkanı babamızın oğlu mu, niye bando getirmiş?” diye sormadı.
*
Ancak...

Sizin orda haysiyetsiz bi gazete var, New York Post... Yemedi içmedi, “Kardeşim, İstanbul Belediye Başkanı babamızın oğlu mu, kimin parasıyla kimi karşılıyorsun?” diye merak etti.

Sırf merak etse iyi...
*
Haşırt diye manşet yaptı!
*
Sizin ahali aportta tabii, belediyenin telefonları anında kilitlendi.

“Ben bu vergileri, sen el âleme bando tutasın diye mi ödüyorum” mesajları yağdı.

Sonra?

Nerden geldiğini şaşıran Brooklyn Belediye Başkanı, derhal açıklama yaptı, vaziyeti detaylı detaylı izah etti.
*
“Bando, dans, pasta ve yemek faturası, Türkiye’nin New York Başkonsolosluğu tarafından ödendi! Bizimle alakası yok, davet ettiler, gittik. Amerikalı vergi mükelleflerinin parası asla kullanılmadı. Nezaket icabı, üzerinde Brooklyn köprüsünün resmi bulunan yastık hediye ettik, hepsi o... Hatta, Brooklyn Belediye Başkanı geçen sene beş günlüğüne İstanbul’a gezmeye gitti, 40 bin dolar tutarındaki gezi masrafları bile bizzat Türk tarafınca karşılandı...”
*
Neymiş efendim, Türk basını tarafından sanki Amerikalılar tarafından görkemli törenlerle karşılanmış gibi gösterilmiş ama, aslında parayı Türkiye Cumhuriyeti ödemişmiş filan... Sana ne?
*
Bizim paramızla bize sokak ortasında avanta iftar ısmarlayanların, bizim paramızla bize kömür dağıtanların, bizim paramızla kendisine bando tutmasının neresi acayip?
*
Neymiş efendim, Brooklyn Belediye Başkanı’nı İstanbul’da gezdirmişiz de, 40 bin dolarcık kıyak yapmışmışız, o da karşılığında bizimkine yastık hediye etmişmiş falan... Ayıptır, ayıp!
*
Senin İstanbul Başkonsolosun adam olsaydı da, bando tutsaydı...

Bi yastığın dedikodusunu yapacağınızı bilseydik, mehter takımı tutardık, masraftan mı kaçıcaz?
*
Bak senin yüzünden, bizim gazeteciler fırça yedi. Hüseyin bey, sana soru sordular diye azarladı alayını... (Hüseyin bey, sizin Hüseyin Obama değil, bizim Hüseyin Çelik...) AKP’nin “basın” sözcüsüdür kendisi... “Yerli yersiz, olur olmaz birine soru soruyorsunuz, o da cevap veriyor. Gazeteci olarak niye soru soruyorsunuz? Sormamalısınız” dedi.
*
Soru sorandan gazeteci olur mu emmioğlu... Yu nov emmioğlu? Bak, onu da bilmiyorsun... Başbakanımız kadar İngilizce bilmiyorsun, sonra çıkıp yerli yersiz konuşuyorsun... Sen bize akıl öğreteceğine, Türkiye Cumhuriyeti’nin New York Başkonsolosu’nu örnek al.
*
Zaten, kusura bakma ama, seni nasıl diplomat yaptılar, hakikaten akıl sır erdirmek mümkün değil birader... Bizim gazeteciler çocuğunu ABD’de doğurtuyor, senin iki tane kızın var, biri Türkiye’de dünyaya geldi. Üstelik, Türkiye’de okutuyorsun. Bulamadın mı bi sponsor?
*
“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana bando çalsan az” diye laf vardır bizde... Sen hâlâ “anlamıyorum” diyorsun...

Yenisin buralarda, tecrübesizliğine veriyorum, anlarsın yakında.
*
Francesca’yla Chiara’yı yanaklarından öperim.

Yengeye saygılar.
Sizin Hüseyin’e selamlar...

Sincerely
Yılmaz


Yılmaz Özdil
Hürriyet


17 Şubat 2011 Perşembe

DARP CEPHESİNDE DEĞİŞMİYOR İŞLERİN İŞLEYİŞİ



BELGE BULMAYA GEREK VAR MI?

12 Eylül darbesi olduğu sabah uyandığımızda evde dört kişiydik. Ben lise, öteki üçü üniversite öğrencisi. İlk aklımıza gelen şey evdeki kitapların içinde sakıncalı bulunabilecek olanları saklamak olmuştu.
O yılları yaşayanların gayet iyi hatırlayacağı gibi, askerler ve polisler evde arama yapar da kendilerine göre “komünist” sayacakları türden bir kitap bulurlarsa yandığınızın resmiydi.

Tabii gelenlerin neyi sakıncalı bulacağı da belli olmuyordu. Kimi zaman hiç ilgisiz bir kitap bile yalnızca kapağındaki resim yüzünden suç unsuru sayılabiliyordu.

Ben lisede sınıfta o dönemin ünlü mizah dergisi Mikrop’un bir sayısını okuduğum için yapılan aramada yakalanmıştım örneğin. Her yerde satılan o haftanın dergisiydi elimdeki.

***

Son dönemde yapılan baskınlarda, aramalarda, bulunan belgelerle ilgili tartışmalarda aklıma hep o günler geliyor.

Neredeyse üç yıl önce açılmış davalarla ilgili yapılan aramalarda ne bulunması bekleniyor bilmiyorum. Gizli bir örgüt üyesi olan insan bunca zaman evinde, bilgisayarında belge bulundurur mu?

Çoğu insan bunu soruyor. Özellikle istihbaratçı olarak yıllarca görev yapmış insanların suç unsuru oluşturacak belgeleri saklamaya devam etmeleri, o türden bilgiler yükledikleri bilgisayarları hâlâ kullanmaları biraz mantıksız görünüyor.

Özellikle gazeteler, gazeteciler, araştırmacılar için bu durum daha da garip bir nitelik kazanıyor.

Fiili gazetecilik yapan çoğu insana bir yerlerden belgeler gelir, mektuplar, elektronik postalar atılır. Kimi zaman suç örgütlerinden de yollanır bu tür elektronik postalar. Gazeteci bunu değerlendirir veya ilgilenmez, kimi zaman çöpe atar, kimi zaman sonra bir işime yarar diyerek bir köşeye de koyabilir.

***

Bulunan ve iddianamelere de konu olan birtakım belgelerle ilgili karşı iddialar, çürütmeler, bu belgelerin sahte olduğuna ilişkin savlar, bunlardaki çelişkiler de sürekli basına yansıyor. Hatta bu konuda kitaplar yayımlanıyor.

Herkesin aklı karışmış durumda.

Ama ayrıntıların çok fazla bir önemi yok.

Çünkü şunu hepimiz biliyoruz ki, bu ülkede birini suçlamaya karar verildiyse her dönemde ona yönelik birtakım kanıtlar, tanıklar bulunur.


Kürşat Başar

Cumhuriyet



12 Şubat 2011 Cumartesi

DARP CEPHESİNDE GÖTÜRÜCÜNÜN GÖTÜRÜLÜŞÜ


HÜSNÜ…


“Ne istediler bu adamdan?” dedim…

“Yargıyı kendine bağladı” dediler…

“Çüş!..”

“Karşı görüşte olanları, her zaman ‘darbe yapacaklar’ diye toplayıp toplayıp hapishanelere doldurttu…”

“Ohaa…”

“Sorgusuz sualsiz içerde yatanlar var… Tutuklama süreleri yılları alabiliyor, üç sene, beş sene, on sene…”

“Yuh…”

“Kendi yandaşları zenginleşti… Onlar lüks ciplerle gezerken halk fakirleşti… Çocukları kimi yandaşları ile ticaret yaparak köşeyi dönerken bir milyona yakın üniversite mezunu aylak aylak dolanıyor…”

“Daha neler...”

“Milyonlarca insan açlık sınırında… Kendileri gemicik bile aldılar… Aile fertlerinin her birisinin havuzlu villaları var… Ne kadar paraları, altınları olduğunu ise kimse bilmiyor… Birçok şirketin gizli ortağı çocukları-karısı…”

“Yok artık…”

“Altlarında devletin uçağı, helikopteri…”

“Höst…”

“Bütün kurumlara adamlarını yerleştirdi… Kim onu eleştirmeye kalksa başına bir şey geldi… Hangi gazete ya da televizyon canını sıkan yayın yapsa ya kapatıldı ya da cezalandırıldı…”

“Pes…”

“Demokrasi lafını durmadan tekrarlıyor ama demokrasi diye bir şey asla yok… Tek adam var sadece… Parlamentoyu kendisi seçiyor… Bu yüzden parlamento halkın değil, onun emirlerini yerine getiren yağcılardan oluşuyor…”

“Vay…”

“Amerika ne derse o… ABD’nin bilgisi ve onayı olmadan ne adım atması, ne de ağzını açması olası… Zaten bir ayağı Amerika’da…”

“Cık cık cık…”

“İsrail’e posta koyuyormuş gibi yapıyor ama ABD üzerinden gizli gizli İsrail’e en büyük desteği sağlayan kişi…”

“Hoşt!..”

“Seçimlerde hep rüşvet dağıtıldı… İnsanlar onu görünce zıplayıp alkışlıyorlardı başta… En son 2005 seçimlerinde yüzde 87 gibi bir oy aldı… ‘Millet ne derse o’ demeye başladı… Şimdi millet ondan zor kurtuldu...”

“Pes…”

*

Giderken sordum:

“Sizinkinin adı neydi?..”

“Hüsnü…”


Bekir Coşkun


Cumhuriyet

DARP CEPHESİNDE DEĞİŞEN DARP YÖNTEMİ


YAZARIN GÜCÜ VE ONU YOK ETME BİÇİMLERİ…


Bir yazar ne kadar usta kalem olursa olsun, ne kadar büyük yayın organlarında yazarsa yazsın, maddi durumu ne olursa olsun asıl gücünü toplumdan alır.

Toplumun içinde ne kadar varsa, gücü o kadardır.

Bu, aslında toplumla yüz yüze olan mesleklerin tümünde geçerlidir. Gazeteci için, siyasetçi için, emniyet müdürü için...

Uğur Mumcu toplumla barışık bir yazardı. Bir başka deyişle kendisini köşesine hapsetmemişti.

Uğur Mumcu ile aynı gün katledilen Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan da bulunduğu görev bölgesinin hassasiyetlerine karşın kendisini 7’den 70’e herkese sevdirmişti.

Çok önemli ve çok tehlikeli bir güç!

Neden tehlikeli?

Çünkü böyle bir gazeteci mesleğin o evrensel gücünü de en etkili biçimde elinde bulunduruyor demektir.

Nedir o?

Kanaat önderliği...

Türkiye gibi gündemin sık değiştiği, olayların görünen yüzüyle içyüzünün farklı olduğu, kuruluş temellerinin sürekli tartışıldığı ülkelerde, toplum için kanaat önderliği çok önemlidir.

Günlük gelişmelerle ortalama bir duyarlılıkla ilgilenen kişiler, güvendikleri gazetecileri “kanaat önderi” olarak bellerler. Öyle ki, bu güç “hükümet olmak” kadar önemlidir. O nedenle toplumu dönüştürme planı yapan bir güç kendisine böyle bir ortak istemez.

***
Uğur Mumcu 1990’lı yıllar kıyımının en önemli halkalarından biriydi. 1990’da art arda Prof. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Doç. Bahriye Üçok katledildi. 1993’te Uğur Mumcu, 1999’da Prof. Ahmet Taner Kışlalı, 2002’de Dr. Necip Hablemitoğlu...

Bütün bu aydınların yukarıda aktardığımız güçle koşut bir başka özelliği de şuydu:
Devletle ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş değerleriyle de barışıktılar.

İşte bu ikili güç, deyim yerindeyse yazarın kanatlarıdır.

Elbette bir gazeteci devlet kurumlarındaki yapısal ve kişisel bozuklukları kıyasıya eleştirecek. Bu anlamda eleştirinin özü, sahip çıkmaktır.

1990’lı yıllardaki aydın kıyımlarının bir nedeni de onların barışık olduğu devleti, değerleri ve toplumu dönüştürmekti.

Başarabildiler mi?

Türkiye’nin bugünkü görünümüne bakıp söylenecek çok şey var. Sadece ülke yönetimi değil anlatmak istediğim. Devlet yapısına, değerlerin dönüşümüne, Türkiye’nin uluslararası konumuna ilişkin her şey.

Kanaat önderliğinden söz ettik, bunun yanına bir kavram daha koymak gerek:

Eşik bekçiliği.

Gazeteci toplumda aynı zamanda düşünce eşiklerinin oluşmasını sağlar. Şöyle ki; gazeteci örneğin ülkenin kuruluş değerleriyle ilgili bir konu için, “bu adımın ötesi atılamaz” ya da “bu alandaki tabu yıkılmalı” yorumu yaptığında toplum da “sınırı”, “tavrı” koyacaktır.

***
1990’lı yıllardan 2000’lere gelirsek... Yöntem değişti! Bir başka “öldürme” yöntemi gelişti.

Bir gazetecinin öldürülmesiyle bunun toplumda açacağı yara sanılandan fazladır ve farklıdır.

Sonuç olarak 90’lı yıllardaki kıyımları yapanlar ülkeyi dönüştürme yönünde hedeflerine ulaşmış olduklarını düşünebilirler ama, şunu da göz ardı etmiyorlar:

Katledilen aydınların ruhunu öldüremediler!

İşte yöntem değişikliği dediğim nokta bu.

Artık hedef bedenler değil, ruhlardı.

Ruhları öldürdükten sonra zaten bedenin ne önemi vardı.

Bunun için toptan tüfekten daha etkili bir silah seçildi:

Hukuk!

Kimsenin karşı çıkamayacağı, hatta saygılarını sunma ve üstünlüğünü kabul etme durumunda olacağı küresel, bilimsel bir değer.

Öyle bir kullanım ki; davayı açmak, sonuçlandırmaktan, hüküm vermekten daha etkili.

Öyle bir kullanım ki; davanın toplumdaki yansımaları dosyadaki gerçeklerin on katı.

Öyle bir dosya ki; içine giren kaybolur, girmeyen büyüklüğünden ve çerçevesinden ürker.

Böyle bir sürecin içinden geçiyoruz.

Sürecin sloganı şu:

“Bırakın hukuk işlesin... Hukuki sürecin sonunu bekleyelim.”

İşlesin, bekleyelim ama, ortada işleyen bir hukuk yok. İşletilen, kullanılan, adına “hukuki süreç” denilen bir ortaçağ var.

Düşüncelerimize katılmayanlar, “hukuki süreçle” ortaya çıkarılmış, aydınlatılmış bir olay söylesinler.

Faili meçhuller bağlamında Uğur Mumcu cinayetiyle Hrant Dink cinayeti özdeştir.

AKP, faili meçhullere nasıl baktı?

Bu yanını yarın kaleme alalım...


Mustafa Balbay

Cumhuriyet


6 Şubat 2011 Pazar

İÇİNİN DOLUŞUNU SÖYLER GÖZLER


YILDIZ KENTER’E…


Sevgideğer, saygıdeğer Yıldız Kenter...

Size içimden geçenlerin tümünü aktarabilir miyim; bilemiyorum. Deneyeceğim...

En sonda yazmayı düşündüğümle başlamak isterim!

Esaretteki kişinin sanatçıdan aldığı destek, onun özgürlüğüdür.

Siz, benim özgürlüğümsünüz.

Sizinle özgürlüğü, tutukluluğumun birinci yılında, hücremde, hücrelerime kadar hissetmiştim.

O gün sahnede şunları söylemiştiniz

“Mustafa Balbay sorgusuz sualsiz, nedensiz tutuklandı. 5 gün, 25 gün, 90 gün, 200 gün, 300 gün, 365 gün... Nedeni mi? Bilmiyorum, anlayamıyorum. Demokrasiyle, hukukun üstünlüğüyle hiç bağdaşmayan biçimde... Güven duygum yok oluyor, canım acıyor, korkuyorum. Utanıyorum.

Bu durumda pek çok insan var. Balbay’ın kişiliğinde onları da anıyorum.

Hep saydım günleri çıkar diye ama 365 gün dolunca bir şey kabardı içimde... Neden tutuklu olduklarını anlayamadığımız insanların neden tutuklu olduklarını anlamamız lazım. Anlayamıyorsak, bu işte bir bit yeniği var demektir.”

Şimdi tutukluluğun ikinci yılı yaklaşıyor. Sözleriniz hâlâ güncel.

Ama asıl söz etmek istediğim bu değil...

***

Siz, “Aydın sorumluluğuysa, sanatçı sorumluluğuysa yerine getirdim işte. Sahnede toplumla paylaştım düşüncelerimi. Vicdanım rahat” demediniz. Defalarca Silivri’ye, duruşma salonuna gelerek eski deyimle “ispatı vücut” ettiniz. Ben 6 saydım.

Her gelişinizde, o gülümseyişiniz, o beden dolu heyecanınız, bende taptaze duruyor. Kalbimin hemen girişindeki “toplumsal güzellikler müzesinin” en güzel yerinde. Arada girip dokunuyorum.

Ama asıl söz etmek istediğim bu da değil...

8 Ocak’ta Kadıköy Belediyesi’nin düzenlediği Meslekte 30. yıla saygıtoplantısı için bir mektup yazmamı istediler. Mektubu sizin okuyacağınızı söylediler. Nasıl özgürleştim...

O gün Caddebostan Kültür Merkezi’nde mektuba kattığınız ruhun ardından Belediye Başkanımız Selami Öztürk’ün konuştuğunu, sonra da meslektaşlarımız, dostlarımız Ataol Behramoğlu, Bekir Coşkun, Erdal Atabek, Enver Aysever, Ferai Tınç, İdris Akyüz, Melih Aşık, Mehmet Tezkan, Meriç Velidedeoğlu, Mustafa Mutlu, Oray Eğin, Orhan Bursalı, Orhan Erinç, Ümit Zileli, Yalçın Bayer, Yazgülü Aldoğan, Zeynep Oral’ın kitaplarımı imzaladığını, gazete, televizyon haberlerinden öte, ertesi hafta duruşma salonuna gelen Kadıköylülerden dinledim.

24 Ocak’ta da Antalya Belediyesi benzer toplantıyı Uğur Mumcu’yu anma etkinliği çerçevesinde düzenledi. Alev Coşkun, Ataol Behramoğlu, Can Ataklı, Melih Aşık, Metin Demirtaş, Meriç Velidedeoğlu, Orhan Bursalı kitaplarımı imzaladılar. Kadıköy ve Antalya’ya katılan, omuz veren meslektaşlarıma, belediye başkanlarına gönül borcum var. Elbet bir gün öderim.

Antalya Atatürk Kültür Merkezi Aspendos Salonu’ndaki toplantı için de bir mektup istemişler, sizin okuyacağınızı söylemişlerdi. Mektubu bir sanatçı duyarlılığıyla okuyuşunuzun izleyenlerde yarattığı etkiyi, gelen mektuplar anlatıyordu.

Melih Aşık’ın penceresinden de öğrendim ki; o toplantıya katılmak için 12.30 uçağı ile gelip 16.30 uçağıyla dönmüş, akşam oyununuza yetişmişsiniz.

Bunu okuduğum an, içimin ne kadar dolduğunu gözlerim söyledi.

Kimi dönemler yılda 500 kez sahneye çıktığınızı biliyorum. Bu, haftada 9 oyun eder. Bunca yoğunluğunuzun arasında benim mektubumun da sizin sahnenizde yer alması, ömür boyu taşıyacağım bir sorumluluk, bir diploma.

Bu iki mektubun arasında, 17 Ocak’ta duruşma salonuna geldiniz. O gün 10 otobüs dolusu İzmir gelince, o coşkuyla sizi de İzmir gibi selamladım. Sizi ilk İzmir’de Ege Üniversitesi öğrencisiyken izlemiştim.

***

Sevgideğer, saygıdeğer Yıldız Kenter,

Kimi özdeyişlere yaptığım eklerden bazılarını seviyorum, onlar belleklere yerleşsin istiyorum.

Bir Çin sözü var:

Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek. On yıl sonrasını düşünüyorsan, ağaç dik. Yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, toplumu eğit.

Bu söze ekim şu:

Bin yıl sonrasını düşünüyorsan, sanatçı yetiştir.

Siz bu toprakların on yılları, yüz yılları değil, bin yıllarısınız. Zaten “Ben Anadolu” ile bin yılları bugüne taşımadınız mı?

Okur şahidim olsun ki; sizin bana verdiğiniz değeri hak etmeye, yaşamım boyunca sadece bir yazar değil, aynı zamanda bir mücadele insanı olmaya çalışacağım.



Mustafa Balbay

Cumhuriyet