26 Nisan 2011 Salı

VURDUKLARININ SESİ ÇIKABİLİYOR, ŞİMDİLİK…



CEHALETİN CÜRETİ…

Referandumda “Yetmez ama evet” diyenler, neye “yetmez” neye “evet” dediklerini anladılar mı? Bu olayların siyasi sorumlusu iktidar, Türkiye’yi getirdiği noktayı iyi analiz etmek zorundadır.

Türkiye’yi 2002 yılından bu yana cehaletin cüretine teslim eden, zorbalığı egemen kılan anlayışın sonunda geldiği nokta; sanat ve sanatçının yok edilmesidir.

Cehalet, Kars’taki heykeli “put”, onu yapan sanatçıyı düşman, sanatı ve sanatçıyı savunan düşünceyi ise yok edilmesi gereken varlık olarak görüyor. O kafa uluslararası sanatçımız Bedri Baykam’ı ve asistanı Tuğba Kurtulmuş’u bıçaklayarak öldürmeye cüret ediyor.

Cehaletin cüreti nedir diyenlere, cehaletin cüreti cinayettir!

Suikasttır! Türkiye Cumhuriyeti’ne kastettikleri yetmedi, şimdi sanatçılarının canına kıymaya kalkıyor cahil alçaklar.

Cehaleti iktidar yapanlar, cüretinin siyasal ve sosyal sonuçlarına arkalarını dönebilirler mi? Bedri Baykam’ın dökülen kanı, görmezden gelenlerin eline bulaşmaz mı? Bulaşır. Cehaleti ve cüretini küçümseyip olayları “vakayi adiyeden” sayanlar, sıra kendilerine gelene kadar bekleyecekler mi?

Referandumda “Yetmez ama evet” diyenler, neye “yetmez” neye “evet” dediklerini anladılar mı?

Bu olayların siyasi sorumlusu iktidar, Türkiye’yi getirdiği noktayı iyi analiz etmek zorundadır.

Silivri zindanları, bataklığı, zorbalığı üzerinden geviş getirmek bu yaşananları ortadan kaldırır mı?

Tam 32 aydır tutukluyum, 51 gündür de tecrit hücresindeyim. Suçumu söyleyemiyor, delillerini gösteremiyorlar. Ama fiziken hücrede tutuyorlar. Tıpkı birilerinin siyaseten de tecritte kalmamı istedikleri gibi.

Biz ne yaptık? Tuncay Özkan neden tecritte bırakılmak isteniyor? Ne yapacağım?

Gücümüz yettiğince canımızı, ismimizi ve yaşamımızı feda etmek pahasına, her türlü hakaret ve vefasızlığa, ufuksuzluğa, umutsuzluğa karşı; onur ve erdem mücadelesine son noktasına kadar devam edeceğim. Halkın malını, canını, inancını sömürenlere karşı; adaleti, umudu, insan onurunu ve erdemini savunmaya devam edeceğim. Cehalet ve onun adamlarına karşı mücadeleden vazgeçmeyeceğim. Yobazlığa, emperyalizme, yoksulluğa, yolsuzluğa, yasaklara karşı adalet ve özgürlük mücadelemi yana yakıla anlatacağım. Atatürkçü düşüncenin aydınlığı karanlığı yenene kadar, iyi ile kötüyü gözü kapalıyken bile ayırt edebileceğimiz güne kadar çabalayacağım; zulüm ve zalimler yok olana kadar.

Benim hakkımda önce pek çok dedikodu yaptılar. Bunların hepsi, entrikalarının hepsi çökünce şimdi suskunlukla sindirme politikası izliyorlar. Ama bu da halkımızın sevgisi ve azmimizle kırılacaktır. Vicdanlı aydınlar ve yazarlar feryadımızı; vatan, namus, ahde vefa aşkımızı görecek, duyacaklardır. Cehaletin cüretine karşı uyanık olmak gerekiyor.

Yapılan hokkabazlık, cehaleti zaman içinde yobazlığın yerine geçirmektedir. Bugün içinde bulunduğumuz felaketlerden, yangın yerine dönen memleketimin sevdasından, bu dertten burada ölsem; beni kim ayıplayabilir? Hangi vicdan sahibi yaşanılanları içine sindiriyor?

Koca bir tarih, koca bir memleket cehaletin elinde yok oluyor. Buna dayanmak mümkün mü? Halk karşıtı, yurtsever düşmanı yeni dönem kahramanları bütün ucuzluk ve kofluklarıyla, liderlerine tapınmaktan, yuvalandıkları uçurumu göremiyorlar. İşte onların beraberlerinde ucuna tutuşup aşağı çektikleri benim güzel ülkem. Ben onlardan ülkemi, memleketimi kurtarmak istiyorum. Bunun için aday oldum: İstanbul 1. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayıyım.

Ben insan onurunun, memleketimin mutluluğunun, çocuklarımızın geleceğinin, umudumuzun kavgasını veriyorum. Başka hiçbir şeyin değil.

O nedenle sizi yeniden ÇAĞIRIYORUM.

Bunun için halkın seçimiyle, oyuyla mücadelemi Meclis’te, özgürce sürdürmek istiyorum.

Cehaleti ve cüretini Anadolu’nun aydınlığıyla yenmek için siyasete, milletvekilliğine, halkın sesi olmaya evet diyorum.

Anadolu yakasındaki bütün dostları cehaletle mücadelemizde, beni tecritten özgürlüğe, meydan meydan mücadeleye, Türkiye’yi yeni bir başlangıca taşımak üzere 12 Haziran’da Tuncay Özkan’a oy vermeye çağırıyorum.


A.Tuncay ÖZKAN
Yeni Parti Genel Başkanı

Cumhuriyet



TRAMVAYSEVERDİR, NE YAPSA HAKKIDIR

BİR ‘EŞRAF-İ MAHLUK’ PORTRESİ


2002’den önce, 2002’den sonra:

“Değiştim geliştim.

Dün neysem, bugün de oyum.

Değişmedim, değişemem.

Sandığa giderken egemenlik milletindir. Ama maddede ve manada egemenlik Allah’ındır.

Türkiye’de yaşayanların yüzde 99’u Elhamdülillah Müslüman olduğunu söylüyor. O zaman yüzde 99’un Elhamdülillah şeriatçıyım demesi lazım.

Türkiye’de din çimentodur.

Şimdi siz imam deyince camide namaz kıldıran insan zannediyorsunuz. İmam önderdir, rehberdir.

Kula kulluk edenlerle-Atatürkçü kesim... Hakka kulluk edenler-İslamı şeriat ile bütünleştiren Müslümanlar.

Mayo reklamı şehvet sömürüsüdür.

Türkiye, kendisine din olarak Kemalizmi almış, başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla kabul ettirmiştir. Oysa üst belirleyici İslam ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir.

Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye. Yahu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek.

Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik. Mümkün değil ikisi bir arada olmaz.”

***

“Biz kaybedeceğiz onlar kazanacak, yok öyle bir şey. Onlar kaybedecek biz kazanacağız.

Bu nedir bu. Hayatında iki koyun gütmemiş olanlar artık diyorlar ki erken seçim. İktidarın böyle derdi yokken size ne yahu!

‘Cumhuriyeti biz kurduk.’ Sevsinler seni, nasıl da kuruyorsun!

Türkiye bir göçebe kabilesi değildir.

Sen ne mutlu Türküm dersen o daha ne mutlu Kürdüm der.

CHP iktidar olduğu zaman kadrolaşmanın en büyüğünü, en kaşarlısını yapmıştır.

Ben de laikim ancak İslamın karşısına koyarsanız değilim.

Kürt meselesi değil terör meselesi var.

Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.

Oku, düşün, uygula, neticelendir.

Mahalle baskısı, mahalle baskısı deniyor ya; asıl mahalle baskısı bu ülkede ‘ben içmiyorum kardeşim, sen buyur iç’ diyenlere. Bunlara yapılıyor mahalle baskısı.

Ben çevrecinin daniskasıyım.

Bugün hayatta olsa Ergenekon terör örgütüne avukatlık yapan oğluna ne derdi? O muhterem babası Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na ‘kalpazan’ diyecek kadar edebi çiğneyen oğluna ‘eline diline beline sahip ol’ demez miydi?”

***

“Hayır diyen darbecidir. (2010 referandum öncesi)

Bugün bu akşam kaybeden darbeci anlayış olmuştur.

Bitaraf olan bertaraf olur. (TÜSİAD’a).

Lan artistlik yapma. (Mersin’de çiftçiye)

Hadi ananı al git buradan (Mersin’de ‘Anamızı ağlattınız’ diyen çiftçiye)

Orayı bizim Çalık’a söz verdim. (Ceyhan’da rafineri)

Onuncu Yıl Marşı okumakla Türkiye raylarla donanmıyor. Bu işler lafla olmuyor. Marşı oku, demir ağlarla ör. Neyi ördün yahu, neyi?

Saygı duruşu sap gibi durmaktır. Saygı duruşu yerine dua edilmeli. Sap gibi (Anıtkabir’de) durmanın manasını anlamıyorum.

Artistlik yapma! İyi bir sanatçısın, terbiyesizlik yapma.

Ben yargı kararlarına saygı duyulması gerekiyorsa duyarım. Ama duyulmaması gerekirse duymam ama uyarım sadece. Çünkü yargı kararlarına saygı duymak diye benim bir görevim yok.”

***

Değiştim! (seçimler öncesi) Asla değişmem! (2006 yılı bir röportaj)

Kopenhag kriterlerini yerine getirdik. Artık Avrupa’dan delikanlılık bekliyoruz.

Din teröre sıfat olamaz.

Türkiye’nin yarınında artık Kemalizme ve Kemalizme benzer rejimlere yer yoktur.

Bizim için en üst belirleyici İslamın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir. Ben İslamı devlet planı içinde düşünüyorum.

Demokrasi bir tramvaydır, gideceğiniz yere kadar gider orada inersiniz.

Gençler, bakınız, her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok.

Dersim bombalanırken bu ülkenin başında kim vardı?

Orada biraz Kasımpaşalılık yaptım.

Zannediyorum arkadaşımız Fransız ama Türkiye’ye de Fransız!”

***

Taksim’e on bin kişi getirirsen seni bin bozkurt ile Kasımpaşa’ya kadar kovalarım diyen Devlet Bahçeli’ye:

“Allah Allah! Sayın Bahçeli sen bozkurtlarla mı dolaşıyorsun? Bozkurtların sana hayırlı olsun.
Ben bozkurtlarla dolaşmıyorum. Ben eşref-i mahluk olan insanlarla dolaşıyorum.”

***

Eşref-i mahluk: “Yaratılmışların en şereflisi!”

***

Yaratılmışların en şereflisi olduğunu söyleyen kim?

***

Portresini özetlediğimiz laik Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı RTE!


Cüneyt Arcayürek


Cumhuriyet


25 Nisan 2011 Pazartesi

BİZE Bİ ŞEY OLMAZ…


İSTANBUL’A İKİ YENİ ŞEHİR KURMANIN ANLAŞILAMAYAN KERAMETİ


Normal dünya atmosferinden seçim atmosferine girdiğimiz bu günlerde siyasetçileri ve siyaset adına yapılan bazı şeyleri anlayamıyorum. Örneğin, İstanbul’a iki yeni kent lazım mıdır ki “bu proje benim” tartışması yapıyorlar? Siyasilerden İstanbul’a iki şehir kurulmasını kim istedi ki? Bunun Türkiye’ye, İstanbul’a ve vatantaşa ne faydası olacak?


Siyasetten anlamayan, her türlü seçimde oyumu kime vereceğim diye kara kara düşünen biri olarak iki yeni şehrin İstanbul’a ne faydası olacağını hiç anlamış değilim. Biri Avrupa Yakası’nda, diğeri Anadolu Yakası’nda iki yeni şehir denildiğinde İstanbul’da yaşayan bir vatandaş olarak daha fazla göç, daha fazla trafik, daha fazla kalabalık sokaklar, daha kalabalık hastaneler, daha fazla trafik işkencesi ve teröristi, daha uzun köprü kuyrukları gibi olumsuz şeyler aklıma geliyor. Bu durumda bu projeyi ortaya atan partilere neden oy vermem gerekiyor? Bu fiyakalı projenin bir vatandaş olarak bana ne faydası var? Bu nasıl bir müjdedir ki ben hiç sevinemedim!.. Neden sevinmem gerekiyor? Birisi açıklasın lütfen.

BU İŞİN RACONU YOK MU

Bir atmosfer bilimci olarak bu iki yeni kent fikri bana önce bölgede daha fazla hava kirliliğini çağrışdırıyor. Herkes doğal gaz kullansa dahi her gün artan trafikten dolayı hava kirliliği zaten artıyor. Modern kentlerde kömür, kükürtün neden olduğu klasik hava kirliliğinin yerini fotokimyasalların neden olduğu modern hava kirliliği almıştır. Havada kükürt kokusu yok ya da duman yok diye hava kirliliğinin ortadan kalktığını düşünüyorsanız çok ama çok yanılıyorsunuz. Artan ve duran araç trafiğinden dolayı havaya karışan egzoz gazlarındaki hidrokarbonlar güneş ışığı ile etkileşince yerde ozon gibi zehirli gazlar ortaya çıkıyor. Buna “yaz sisi” de diyenler var. Modern şehirlerde yerdeki ozon nedeniyle akciğer kanserinden ölenlerin sayısı trafik kazalarından ölenlerden fazla. KOAH, alerjik rinit, astım gibi üst solunum yolu hastalıkları da patlama yapıyor...

Bir şehrin nüfusunun artışı böyle “Saldım cayıra Mevlam kayıra” şeklinde mi yönetilmeli? Bu işin bir mantığı, bilimi, anlayışı, yani raconu yok mudur? Örneğin, bir yere şehir kurulurken su havzalarının potansiyeli nedir diye bakılmaz mı hiç? Bu durumda ikinci önemli nokta olarak İstanbul’un nüfus artışına yardımcı olacak projeleri yapanlar sürekli artan su ihtiyacının da nasıl karşılanacağını söylemeli. Şu anda olduğu gibi suyu başka yerlerden taşıyarak mı bu şehirleri döndüreceğiz? 
Bulgaristan sınırından Bolu’ya kadar döşenen boruları batıda Avrupa içine, doğuda Ermenistan sınırına kadar uzatmak gibi böööyüüük projelerin inşa, bakım ve işletme maliyeti ile birlikte şehirler arası su ve çevre problemlerine yol açmanın ne anlamı var?

GÜNDEMİMİZİN BİRİNCİ MADDESİ DEPREM OLMALI

Bir afet yönetim uzmanı olarak bu iki yeni şehrin ne işe yarayacağını anlayabilmiş değilim. Herkesin bildiği gibi şimdi sözün bittiği yerdeyiz: Deprem saati patlama anını bekleyen bir bomba gibi tik-tak çalışıyor. 1999 Gölcük Depremi, aslında Marmara Denizi’nde olması kaçınılmaz depremin bir “ön uyarısı”ydı!.. Bu nedenle gündemimizin birinci maddesi “İstanbul’u depreme dayanıklı yapmak” olmalıydı. Bu iki yeni şehir kentsel dönüşüm, mevcut bina yoğunluğunu azaltmak, yeşil alanı artırmak, içinden çıkılmaz hale gelen trafiği rahatlatmak amacıyla yapılmış olsaydı, süper bir fikir olurdu!..

İstanbul’da iki yeni şehir kurmak İstanbul’un durdurul(a)mayan nüfus artışını onaylamak ve bütün yumurtaları bir sepete koymak değil midir?  Her modern şehirde olduğu gibi vize uygulaması, plaka sayısı sınırlanması, otopark zorunluluğu, göçün önlenmesi, kentin yenilenmesi, yaşanabilir bir hale getirilmesi gibi düzenlemeler yapılması ve Türkiye genelinde yeni cazibe merkezlerinin kurulması daha iyi olmaz mıydı?

Lowell’e göre “Düşüncelerini değiştirmeyenler yalnızca delilerle ölülerdir.” Ne deli ne ölü ne de partizanım. Bu projenin yanlış olduğuna dair düşüncemi değiştirmek istiyorum. Bunun için varsa mantığı, bilimsel dayanağı, dünyadaki örnekleri açıklansın..


Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu



Hürriyet





YAŞAM İÇİN ÖLÜME SARILMAK


BETON MEZAR MI, MEZAR KENT Mİ?


İstanbul’da yeni yapılan ve Avrupa’nın en yüksek binası olduğu söylenen yapının en tepesindeki seyir terasına çıkıp şehre tepeden baktım.

Bir taraftan Boğaz’ın Marmara’dan girişini görürken kafamı sola çevirdiğimde Karadeniz’e kavuşan kuzey ucunu seyredebiliyorum. 40-50 yıl öncesine oranla ormanları ve yeşil alanları vahşi rantçılar tarafından büyük ölçüde işgal edilmiş olsa bile yine de hâlâ güzel. Ama seyir terasından güneye baktığınız zaman bir beton ormanı ile yüz yüze geliyorsunuz.

Mevcutlar yetmiyormuş gibi mantar gibi türeyen ve bulutlara ulaşma yarışına giren sayısız saldırgan gökdelenler yeni sur duvarları gibi her sokağın başına dikiliyorlar, İstanbul’un soluğunu kesiyorlar.

Aralarda küçük yeşil alanlar görüyorum. En irisi Zincirlikuyu Mezarlığı. Levent Gazetesi’nin Ocak 2011 sayısında okumuştum; bir araştırmacı yazmış, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın yerini 1930’lu yıllarda Atatürk belirlemiş. Keşke diyorum Ata’mız, bir tane değil, İstanbul’un içine 10-15 tane Zincirlikuyu Mezarlığı yaptırsaydı, hem de en merkezi yerlerde.

Mezarlıklar sayesinde şehrin yarısı yeşil alan ve orman olurdu; saldırgan beton yığını gökdelenler her sokağa giremezlerdi; insanlar, içinde piknik yapmasalar bile bugün keyifle, öbür dünyaya doya doya göz kırparlardı.

Bu dünyada mutlu olabilmek için “öbür dünya” ile komşu olmak ve onun yanı başında yaşamak artık hayallerimizi süsler hale gelmiş. Aklımızı kullanamadığımız, planlayıp yapamadığımız için öbür dünyaya şehrin merkezinde fazlaca yer ayırarak bu sorunu çözmeye çalışmak bile plansızlığın kanıtı değil mi?

Ve bir kitap...

Zincirlikuyu’nun bitişiğindeki Essporto’nun terasında önümdeki muhteşem mezarlık manzarasına bakıp doğanın tadını çıkarırken çantamda bir gün önce postadan çıkan bir kitap vardı; Turizm ve Mimarlık Sempozyumu (Mimarlar Odası Antalya Şubesi Yayınları, 2011).

Kasım 2010’da Kent Kültüründe Turizm ve Mimarlık üzerine yapılmış bir sempozyumun tebliğ ve tartışmalarını içeren 224 sayfalık kapsamlı bir kitap. Akademisyenler, kent planlamacıları ve belediyelerin katılımları ile oluşan bir eser.

Kent kimliği ve planlaması turizm ve mimarlık boyutlarıyla ele alınmış ve incelenmiş. O yüksek binanın seyir tepesinden İstanbul’un betonarme ormanlarını seyrederken Kasım 2010’da yaptığımız toplantıda bir başlığın eksik kaldığını düşündüm:

Kent planlaması ve mimariye “mezarlıklar” asli bir ana başlık olarak konmalı; kentler planlanırken en merkezi yerlerine geniş geniş mezarlık alanları düşünülmeli. Hatta kente yeni göçenler köylerindeki eski büyüklerinin mezar taşlarını da beraber getirmeliler. Kent merkezinde mezarlık olarak planlanan alanlar uzun süre boş kalmamalı. Yoksa kimi uyanıklar ve rant hırsızları, dolmayan mezarları işgal ediverirler.

Galiba bir Aziz Nesin fıkrasıydı; Karadeniz’den KKTC’ye yerleşmeye giden bir vatandaş babasının mezar taşını da yanında götürmeye kalkmış. “Bu taş, toprağın tapusu gibidir” diye düşünüyormuş meğerse.

Aslında kent planlamasında mezarlık konusu çok önemli.

Düşününüz, 10 milyonluk bir kentin yarısı mezarlık. Yani yarısı, ormanlık ve yeşil alan;

- Koca kentin havası temiz kalacak.
- İki vatandaştan biri orman manzaralı eve, daireye sahip olacak.
- Zelzele ve benzeri felaketlerde insanların kendilerini korumalarına imkân yaratılacak.
- Ölen yakınlarını daha sık ve daha kısa yoldan ziyaret olanağı doğacak.

Kahire’deki ‘Mezar Kent’

Benim önerimin asimetrik bir örneği Kahire’de mevcut. Yıllar önce Kahire’ye konferans vermek üzere davet edildiğimde şehri gezdiren rehberim beni Mezar Kent’e götürdü. Kahire’nin içinde eski mezarlıkların bulunduğu geniş bir alan. Ama burada canlılar yaşıyordu. 40-50 bin insan aileleriyle birlikte eski mezarlara yerleşmişlerdi.

Mezarlık bu fakir insanların evi, mekânı olmuştu. Daha ölmeden mezara girmişlerdi sanki. Kahire’deki Mezar Kent bugün de sürüyor. Hem de nüfusu artmış olarak.

Benim önerim tamamen farklı; yaşayan insanların mutluluğu için kentte yeşil alan yaratma düşüncesi. 
Ancak buradaki varsayım şu; mezarlıklar saygı duyulan mekânlardır. Kimse, bu mezarlıkları yok edelim de yerine gökdelenler dikelim demeye cesaret edemez.

Ancak bir arkadaşım bana Erol Hoca o kadar da fazla emin olma; saldırgan rantçılar bir gün gelir mezarlıkları bile inşaat alanına çeviriverirler deyiverdi.

Bugünü kurtarmak için ölenlerden medet ummak ne büyük bir ironi? Ama bir de bakarsınız, Yenikapı metro kazılarında rasgele ortaya çıkıveren zenginlikler gibi, ilk İstanbullular 8 bin 500 yıl önce yerleşmişler, iskeletleri mezarlıklarında bulunmuş; bilimsel kanıtlar bunlar. Roma, Bizans, Osmanlı mı dediniz? Onlar daha dünkü çocuklar.

Kent planlamasında biz yine de “mezarlıklara” önemli bir yer ayıralım, 3-5 nesil de olsa, insanlığın ve doğanın ayakta kalabilmesi için.

***

Ve Bedri Baykam, Türkiye’nin çağdaş ve aydınlık yüzünü temsil eden, uluslararası alanda tanınmış sanat insanımız Baykam’a “gıcık olup ona bıçakla saldıran zihniyet”, Cavit Orhan Tütengil’i, Uğur Mumcu’yu, Hrant Dink’i ve diğerlerini katleden zihniyetle aynıdır. Aydınlığı, çağdaş değerleri ve demokrasiyi arayan bilim ve sanat insanlarına, yazarlarına saldıran toplumlar, en büyük zararı kendilerine vermiş olurlar.


Erol Manisalı

Cumhuriyet






24 Nisan 2011 Pazar

YIKIMI GÖREMEYİP ÇÖKENE DEĞİL YÜKSELENE SARILIR GÜÇLÜSÜ GÜÇSÜZÜ


AVRUPA’DA HORTLAYAN ‘FAŞİZM DALGASI’ (2)


“Tarihin değiştirilemez yasasıdır” der Stefan Zweig iki dünya savaşı arasında yükselen Avrupa faşizmini anlattığı “Dünün Dünyası” adlı eserinde ve ardından ekler:
“Zamana yön veren büyük hareketler, başlangıçta çağdaş kişilerce fark edilmez…”

Zweig’ın bu gözlemi yapmasının nedeni, toplanan karabulutların ve yaklaşan fırtınanın tüm sinyallerinin aslında başlangıçtan beri ortada olmasında ancak olabilecekleri kimsenin zamanında kestirememiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Zweig’ın eseri baştan sona bu akıldışı basiretsizlik ve basiretsizliğin yarattığı hazin, çaresiz düş kırıklığı üzerinedir.

Korku çağı

Avrupa bugün de aynen böyle Zweig’ın anlattığı “iki savaş arası dönemini” andıran ağır bir hoşnutsuzluk, huzursuzluk ve bir “korku çağı” yaşıyor.

Dün olduğu gibi bugün de kâbuslarının esiri olan Avrupa’nın, “iki savaş arası dönemdeki” gibi bugün de nereye gideceğini kimse kestiremiyor. Ancak geçmişte yaşandığı gibi bir kez daha günbegün kabaran ve geri dönüşü olmayan bir öfke dalgasıyla karşı karşıya olduğumuz ayan beyan görülüyor.

Geçmişteki gibi “zorbalığa dönüşme riski” taşıyan bu “korku dalgasını” AB’nin eski komisyon başkanlarından Romano Prodi kısaca; “Avrupa artık her şeyden korkuyor!” diyerek özetliyor: “Diğer Avrupalı ülkelerin (bu arada Türkiye!) korkusu, Çin’le rekabet korkusu, Afrikalı göçmen korkusu, krizden çıkamamak korkusu, Avro korkusu...” Liste uzayıp gidiyor.

Prodi’nin unuttuğu ya da açıkça söylemekten kaçındığı “İslam korkusu” da cabası…

Bunlar üst üste binerek, tedirginlikleri, tatminsizlikleri katlıyor…

Avrupa çokboyutlu düş kırıklığını, sürekli aşırı sağ partilere kayarak dışa vuruyor. Gün geçmiyor ki Avrupa parlamentolarına ilk kez giren, ikinci/üçüncü parti konumlarına yükselen ve giderek koalisyon hükümetlerinde yer alan yeni “aşırı sağ” parti haberleri medyada yer almasın…

On yıldan bu yana hiç değişmeyen ve Avrupa’nın irili ufaklı ülkeleri arasında yağ halkaları gibi genişleyen bu eğilim; eski kıtada “demokrasi kaleleri” olduğu düşünülen İskandinavya’yı da esir aldı.

Aşırı sağın eylül ayında İsveç parlamentosuna “ilk defa” adım atması şok yaratmıştı. Geçen hafta sonu Finlandiya’da en son kendilerine “Gerçek Finlandiyalılar”(!) adını veren ırkçı bir parti, parlamentodaki sandalye sayısını beşe katlayarak “koalisyon ortaklığına” aday konumuna geldi…

Finlandiya’da yabancı işçi bile pek yok. Göçmen sayısının toplam nüfusa oranı hepi topu yüzde 1.7. Ama Portekiz ve Yunanistan gibi mali yük getiren “ikinci sınıf AB üyelerinin” varlığı, Finlandiya’nın ırkçı damarını kaşımaya yetti. Seçim kampanyasını “Avro kuşkuculuğu” ile Portekiz, Yunanistan misali Güney Avrupa üyelerine yardıma geçit vermeyen bir oy avcılığı üzerine kuran “gerçek Finliler”, sandıkta piyango vurarak oylarını yüzde 19’a çıkardı.

Yalnız Finlandiya değil, “dayanışmaya” -kim olursa olsun!- set çekmek adına sağa prim veren Avrupa, boydan boya aynı yolun yolcusu.

Aşırı sağın starı: Marine le Pen

Avusturya’nın “aşırı sağ”daki Özgürlük Partisi -örneğin- 2006’daki yüzde 11’lik oy oranını 2008’de yüzde 17.5’e çıkarmış!

Hollanda’nın benzer “Özgürlük İçin Partisi”, yüzde 5.9 olan oylarını geçen yılki seçimlerde neredeyse üçe katlayıp yüzde 15.4’e ulaştırmış…

Berlusconi’ye Çizme’de koltuk değnekliği yapan, hükümet ortağı “ırkçı” Kuzey Ligi partisinin son dönemde oyu iki misli artarak yüzde 8.3’e fırlamış…

Bunlar aşırı sağ partilerin yakın geçmişte aldığı mesafeler…

Bir de geleceğe yönelik beklentiler var…

Aşırı sağda geleceğin en büyük çıkışını Jean Marie Le Pen’in kızı Marine Le Pen’in yapması bekleniyor. Yılbaşında babasından bayrağı devralan 43 yaşındaki Marine Le Pen, miadını dolduran yaşlı Le Pen’e göre çok daha şanslı. Fransız sağının “ırkçı” ve “milliyetçi” “dişi” yüzüne, kamuoyu yoklamaları yüzde 21-23 arasında oy oranı biçiyor ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olması beklenen “madame Le Pen”in, rahatça ikinci tura kalacağı tahmin ediliyor.

Önümüzdeki yılın nisan ayında yapılacak Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2000’ler başından bu yana Avrupa’nın yaşadığı “iklim değişikliğini” not etmek adına, ilginç bir turnusol testi sunuyor.

Baba Le Pen’in 2002’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalması Avrupa’da hatırlarsanız şok yaratan bir “skandal” olmuştu.

Fransa’nın yüzünü ağartmak için ülkede anında bir “cumhuriyetçi cephe” kurulmuş, Chirac “demokratik cumhuriyete” sahip çıkan o cephenin oylarıyla Le Pen’e karşı fark yaratarak seçimleri almıştı.

Marine Le Pen’in, cumhurbaşkanlığı liginde oynaması bugün ne Fransa, ne Avrupa çapında bir skandal sayılıyor...

İlk turu geçip ikinci tura kalmak şöyle dursun, sosyalistlerin tez zamanda dişli bir adayda karar kılmamaları halinde, Le Pen’in cumhurbaşkanlığına yürümesi işten bile değil…

Kamuoyu yoklamaları Fransız seçmeninin Sarkozy popülizminden usandığını, sol kanatta güven veren bir aday göremezse direksiyonu bodoslamadan sağa kırmakta en ufak bir mahsur görmeyeceğini gösteriyor.


Nilgün Cerrahoğlu

Cumhuriyet





20 Nisan 2011 Çarşamba

'YERSEN'Lİ İLERİ DEMOKRASİYİ YEMEYENE “YER MİSİN YEMEZ MİSİN”


İŞTE AHMET ŞIK’IN SAVUNMASI


Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunan Ahmet Şık, Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte yazdığı “Ergenekon’u Anlama Kılavuzu; 40 Katır 40 Satır” adlı kitapta "soruşturmanın gizliliğini ihlal ettiği" gerekçesiyle yargılanıyor.

14 Nisan Perşembe günü karar duruşmasının düzenleneceği davasına “araç olmadığı” gerekçesiyle götürülmeyen Şık, duruşmaya katılması halinde mahkemede yapacağı savunmanın tam metnini Bianet’e gönderdi.

İşteAhmet Şık’ın  Bianet’te yayınlanan savunması:


* Bu davada sanık olmama ilişkin söyleyebileceğim tek şey: Türkiye yargı sisteminin bir tımarhane mevzuatıyla hayat bulduğu tespiti olur.

* Şöyle ki; geçmişte kontrgerilla, gladio, özel harp dairesi, Susurluk gibi adlarla anılan, son birkaç yıldır Ergenekon denilen derin devlet geleneğinin ne olduğunu anlatmaya çalışan bir kitap kaleme aldığımız için bu davanın sanıklarından biriyim.

* Kitabımızın adı da 40 Katır 40 Satır. Çünkü kamuoyunun, Türkiye derin devletinin sorgulandığına inandırılmaya çalışılan ancak bu iddiasının 50 yıl uzağında kalan bir soruşturma ve davalar zinciriyle karşı karşıyayız.

Kendi kendime "Biz neymişiz?" diye soruyorum

* Genel olarak yandaş, spesifik olarak da cemaatçi diye nitelenen medya organları eliyle de Türkiye'de derin devletin soruşturma konusu yapıldığına dair bir algı benimsetilmeye çalışılıyor. Ancak süreci doğru ve iyi analiz ederek bunun doğru olmadığını söylemeye çalışmışız kitabımızda.

* Üstelik bunu Ergenekon soruşturmasını ciddiye alarak soruşturma makamlarının da ciddiye alması gerektiği vurgusuyla dile getirmişiz. Bunun için yol göstermeye çalışmışız.

* Eğer Türkiye, derin devletinden kurtulmak istiyorsa kitapta da yer verdiğimiz konuların iyice irdelenmesi gerekir demişiz.

* Neymiş onlar bir bakalım: JİTEM, Susurluk, Şemdinli gibi yakın tarihimizde ayyuka çıkmış olay ve olguların yanı sıra Kürt illerinde 30 yıldan uzun zamandır sürdürülen savaşın aktörlerine dikkat etmek gerekir dediğimiz gibi yapılamamış darbe planlarının yanı sıra gerçekleşmiş ve tüm kurumlarıyla hayatımızı karartıp, geleceğimizi çalan 12 Eylül darbesinin kilometre taşlarını oluşturan olay, olgu ve kişileri de soruşturma konusu edin demişiz. 28 Şubat darbesinin faillerini unutmayın diye hatırlatmada bulunmuşuz.

* Hata mı etmişiz? Bizi sanık yapan savcıya bakılırsa öyle. "Sen bize nasıl akıl öğretirsin?" ya da "Siyasi planlarımızı altüst etmeye çalışıyorsun" zihniyetiyle olsa gerek, hakkımızda dava açılıverdi.

* Gerçek nedeni örtbas etmek için de soruşturmanın gizliliğini ihlal ettiğimiz gerekçesi öne sürüldü. Hem de bunu kitabımızın yayımlanmasından iki hafta sonra açılan bir soruşturmayı aleni hale getirerek yapmışız.

* Kendi kendime "biz neymişiz" diye soruyorum sadece. Benim kendime bu soruyu sormama neden olan gerçek, gün gibi ortadayken ve daha ilk duruşmada beraat etmemiz lazım gelirken bugün üçüncü kez karşınızdayız.

"Kafanız karıştı değil mi? Benim de."

* Gariplikler bununla sınırlı değil elbet. Bugün karşınıza tutuklu bulunduğum cezaevinden bir ring aracıyla getirildim. Herkesin bildiği üzere Ergenekon örgütü üyesi olmakla suçlanıyorum. Henüz benim ve avukatlarımın bilmediği, bilmemize izin verilmeyen çok gizli deliller varmış.

* Elbette ki, buna inanacak değiliz. Karşısında olduğum, bunu da 20 yıllık meslek yaşantım boyunca imza attığım haberlerin yanı sıra sosyalist olarak tanımladığım siyasi duruşumla da her zaman dile getirdiğim bir zihniyetle yan yana duramayacağım çok açık. * Tutuklanmama neden olanın da yine bir kitap, malum cemaatin polis içindeki örgütlenmesini anlattığım bir çalışmanın neden olduğunu artık herkes öğrendi.

* Bir yandan Ergenekon diye anılan derin devletin ne menem bir şey olduğunu anlatan kitabımız nedeniyle yargılanırken bir yandan da deşifre olmasına katkıda bulunmaya çalıştığım bu yapının üyesi olmakla suçlanıyorum. Kafanız karıştı değil mi? Benim de.

"Üzerime giydirilmeye çalışılan deli gömleğini giymeyeceğim"

* Bu çelişkiyi açıklamak isterken söylediğim tek şey Türkiye'nin okuyup araştıran, entelektüel ve siyasi birikimine sahip ve en önemlisi de okuduğunu anlayabilen, analitik zekaya sahip savcılara ihtiyacı olduğudur.

* Sanırım benim bu tespitimi hükümet kararıyla Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyeleri de fark etmiş olmalı ki, malum savcı görevinden alındı. Belki bundan sonra Ergenekon ve ilintili soruşturmalar hukuk rayına oturur da Türkiye derin devleti gerçekten soruşturulabilir.

* Kendilerine demokrat diyen ve yazıktır ki, demokrat olmayı muktedirin karşısında durarak değil de eteğini öperek elde etmeye çalışan, tam da bu nedenle malum basında kendilerine yer bulabilmiş kişilerce üzerime giydirilmeye çalışılan deli gömleğini giymeyeceğim.

* Bu anlattıklarımın yol göstericiliğinde herkesin şu soruya yanıt vermesi gerekiyor: ya şu an karşınızda olmama neden olan Ergenekon'u deşifre ettiğim iddiasının ya da beni Ergenekoncu yapan iddianın hukuki temeli yok. Bana sorarsanız, her ikisinin de hukukla ilgisi yok.


Odatv.com











BAŞLIKSIZ (2)

TABLO


“Sanatçı” ve “asistanı”nı vurdular, tarihinde türkü çalmayan tivi kanalları, 128 saat kesintisiz canlı yayın yaptı... “Sanatçı” ve “asistanı”nı bıçakladılar, entel görünmek için bütün gün bienal yayınlayan tivi kanalları, zahmet edip canlı yayın bile yapmadı, zırt diye geçiştiriverdi.


*
“Sanatçı”yı vurdular, polis dört tane özel ekip oluşturdu, İstanbul’dan Irak’a, Diyarbakır’dan Suriye’ye fellik fellik vuranı aradı, helikopterler, hatta dalgıçlar bile devreye sokuldu, milli istihbaratla koordineli gece baskınları yapıldı, pijamayla enselendi... “Sanatçı”yı bıçakladılar, bıçaklayanın arkadaşı gazeteye telefon edip kimliğini ihbar etti, buna rağmen baktılar ki, kimsenin aramaya maramaya niyeti yok, bıçaklayan adam gitti kendi kendine teslim oldu.

*
Vurulan “sanatçı” AKP’den mebus adayı olmak istediği için, başbakana “delikanlının hasosusun” diye cepten mesaj attığı için, vuran’ın arkasındaki güçlerin kim olduğu aranıyor, Engenekon’dan PKK’ya kadar, alayı zanlı ilan edildi... Bıçaklanan “sanatçı” CHP’li olduğu için, başbakanı eleştirdiği için, bıçaklayan’ın arkasındaki güçleri kimse merak bile etmedi.

*
Vurulan “sanatçı”nın odasına polis diktiler, hastane kordona alındı, özel timler tarafından korundu... Bıçaklanan “sanatçı” hastabakıcıların vicdanına terk edilmiş vaziyette.

*
Vurulan “sanatçı”nın çiğ köfte istediğini bile manşet yapan yandaş medya, bıçaklanan “sanatçı”nın bıçaklandığını bile lütfedip tek satır haber yapmadı.

*
Vurulan “sanatçı”yla bıçaklanan “sanatçı”yı aynı hastanede ameliyat ettiler. Doktorlar, vurulan “sanatçı”yla ilgili günde üç defa basın toplantısı yapıp, bilgi verdi. Aynı doktorlar, bıçaklanan “sanatçı”yla ilgili basın toplantısı bile yapamadı; çünkü, merak eden basın yok.

*
Vurulan “sanatçı” için Profesör Mehmet Öz’ün Amerikalı kayınbiraderi Doktor Michael Lemole’u getirmeye kalktılar, Amerikalı fizyoteparist getirdiler, Allah’tan sanatçının ailesi “Biz doktorlarımızdan memnunuz” diyerek, engelledi... Bıçaklanan “sanatçı”ya doktor moktor aranmadığı gibi, şu anda ilgilenen doktorları kim, onu bile öğrenemedik.

*
Vurulan “sanatçı”yı Başbakan, Sağlık Bakanı, Kültür Bakanı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, Kamu Düzeni Müsteşarı, İstanbul Valisi, Hadise ve Tarkan hastanede ziyaret etti; Başbakan Yardımcısı komadaki sanatçının siesta için gözlerini dinlendirdiğini zannedip, “Uyuyordu, uyandırılmamasını rica ettim” dedi... Bıçaklanan “sanatçı”ya gelen giden yok, telefon yok.

*
Vurulan “sanatçı” Sağlık Bakanlığı’nın özel uçağıyla Almanya’ya gönderildi, ki, sırtımızda taşısak yeridir, borçluyuz bize güzellikler yaşatan her “sanatçı”ya... Bıçaklanan “sanatçı” ise, bırak ambulansı mambulansı, sokak ortasında çaresizce yardım istediği halde, yoldan geçen araçlar kapılarını kilitleyip kaçtığı için, kendi cebinden tuttuğu taksiyle gidebildi hastaneye.

*
Hülasa...

*
New York’tan Paris’e, Roma’dan Viyana’ya, Cenevre’den Münih’e sayısız sergi açıp, Türkiye’nin çağdaş yüzünü göstermeye gayret etti ama... Memleketi en iyi anlatan tabloyu, kendi “kan”ıyla çizeceğini sanırım hiç düşünmemişti Bedri Baykam.


NOT:
“Sanatçı”yla başladık, “sanatçı”yla noktalayalım... Geçenlerde “Düşişleri”ni yazdım, Libya’dan Tunus’a, Mısır’dan Japonya’ya kadar, bizimkilerin maşallah dediği çocuk, en fazla üç gün yaşıyor, gözünüzü seveyim şu dışişlerine biraz ara verin dedim. Şerefsiz dediler, iftiracı köpek filan dediler. E ilave edeyim bari... Başbakanımızla Kültür Bakanımız, film çekimi için Pamukkale’ye gelen Oscar ödüllü aktör Nicholas Cage ile tanıştı, üç saniye hal hatır sordu. Ülkesine döner dönmez, tutukladılar adamı.


Yılmaz Özdil

Hürriyet


BAŞLIKSIZ


‘İNSANLIK ANITI’ ELİNDE BIÇAK BEKLEDİ…


İnsanlık Anıtı Heykeli’nin ayakta kalması gerektiğini söyleyip salondan çıktığında, “insanlık anıtı” onu elinde bıçakla köşede bekliyordu...

Bedri Baykam sordu:

“Sen kimsin?..”

“İnsanlık anıtı...”

*
Muhtemelen “insanlık anıtını” görünce Bedri ilk kez korkup bağırdı:

“İmdattt...”

İnsanlık anıtı onu “kaçma...” diyerek kovaladı...

Yakaladı ve bıçakladı...

Sonra oradan kaçtı “insanlık anıtı...”

*
Bedri yerden kalkıp sürünerek yola çıktı, yoldan geçenlere beni hastaneye götürün diye yalvardı...

Yöneldiği arabanın direksiyonunda “insanlık anıtı” oturuyordu.

Baktı ki yaralı bir insan, kan kaybediyor, hastaneye yetiştirilmesi lazım...

Kapıyı kilitledi ki binmesin...

“İnsanlık anıtı” gaza basıp gitti...

*
Diğer arabalarda da “insanlık anıtları” oturuyordu...

Tümü kapılarını kilitlediler...

*
Gözüne bir yaya “insanlık anıtı” ilişti...

Ona “Ambulans çağırın” dedi...

“İnsanlık anıtı” ona sırıtarak yanıt verdi:

“Nereye abi?..”

“........?”

“Belediye otobüsü olmaz mı?...”

*
Dün medyadaki “insanlık anıtı” da tabii ki oturup yorum yazmıştı:

“Hak ettiğini buldu...”

Bir başka “insanlık anıtının” görüşü ise şöyleydi:

“İslama dil uzatırsan olacağı budur...”

Bir diğer “insanlık anıtı”:

“Ölseydi ya...”

*
Polis seferber oldu, birkaç saat içinde elinde bıçak olan “insanlık anıtını” yakaladı...

Ama öbür “insanlık anıtları” oradalar...

*
Tiyatroları kapatıyorlar...

Heykelleri yıkıyorlar...

Tehdit ediyorlar...

Bağırıyorlar...

Çağırıyorlar...

Kızıyorlar...

Asıyorlar...

Kesiyorlar...

Her yerdeler...

*
Heykeltıraş Mehmet Aksoy da tutturmuş “insanlık anıtı” yapacağım diye...

Ne lüzumu var?..


Bekir Coşkun

Cumhuriyet







9 Nisan 2011 Cumartesi

YİĞİTLER ÇIKMIŞ MEYDANA…


KÖPEK BALIĞI…


Ne zaman yakalanmış büyük bir köpekbalığı haberi görsem medyada, bir Türk kafasını balığın ağzına sokuyor...

Sonra bekleyen öbürleri de sırayla kafalarını balığın ağzına sokuyorlar...

Balıkçı “Çek abi...” diyor...

Balığın büyüklüğünü anlatmak için mi?..

Türk’ün cesaretini anlatmak için mi?..

Yoksa ikisini birden mi:
“Balık büyük ama, Türk de cesur...”

*
İşte yine askerlere “veriştirme” günleri...

Balığın ağzına benzeyen ekranda kafalarını görüyorum...

Sırayla çıkıyorlar...

Cesur (!) insanlar...

“Çek abi...”

Hiç korkuları yok...

*
Askerler, hepimiz gibi 163 subayın hapiste tutulmalarını “anlayamadıklarını” kendi sitelerinde yayımladılar...

Ben de anlamadım aslında:

Diyelim ki mahkemenin çağrısına uyarak yurtdışından uçağa atlayıp gelen subayların “sonra kaçarlar” diyerek hapishaneye kapatılmalarını siz anladınız mı?..

Kaçacak adam, kaçacağı yerden yollara düşüp niye gelsin?..

Anlamayan bir kişi daha var:

Muhalefet şerhi koyan mahkemenin başkanı...

*
Böyle zamanlar, bulunmaz yalakalık olanakları sağlar iktidara şirin gözükmek isteyen yalakalara aslında...

Uzatıyorlar kafalarını...

Korkmuyorlar...

Sırıtıyorlar...

Genelkurmay açıklamasının demokrasiye yakışmadığından başlıyorlar, demokrasiye müdahale olduğundan çıkıyorlar...

Oysa bildiri ne bir müdahale, ne bir tehdit, ne bir uyarı...

Belki bir sitem...

Ama “Haddini bil” diyen de var...

“Sesini kes” diyen de...

*
Ne zaman yakalanmış bir köpekbalığı görsem, bir cesur Türk kafasını balığın ağzına sokuyor...

Sonra sıradaki...

Cesur insanlar...

Demek ki korkmuyorlar...

Balıkçı “Çek abi...” diyor...



Bekir Coşkun

Cumhuriyet




8 Nisan 2011 Cuma

İLERİ DEMOKRASİNİN KIRMIZI ÇİZGİLERİ ÇOK KALIN

ERGENEKON SUSURLUK'A NİYE UZANAMIYOR


Susurluk kazası derin devletin irinini ortaya saçtı. Bugünün yandaş medyası hariç (çünkü REFAHYOL hükümetini destekliyorlardı) gazeteler bu karanlık olayın üzerine gittiler.

Bugün, işlediği yargısız infazları, faili meçhul cinayetleri anlatmasına rağmen tutuklanmayan özel tim polisi Ayhan Çarkın herkesin kafasını karıştırdı. Beklenti, Çarkın'ın anlatımıyla Susurluk'un üstüne gidilecek.

Hayır olmadı. Niye?

Niye gidemezler biliyor musunuz?

Bakın:

Susurluk pisliği kamuoyu tarafından aydınlatılmak istenince Başbakan Necmettin Erbakan,  MİT'e emir verdi: "Nedir şu Susurluk! Kimdir bunlar, bana bilgi verin!"

MİT hazırladığı raporu sundu. Bu raporda 58 kişinin ismi vardı. Yani Susurluk Çetesi'ni bu 58 kişi oluşturuyordu.

Bu 58 kişiden biri çok ses getirdi: Fethullah Gülen.

Cemaat ayağa kalktı. Yayın organı Aksiyon dergisi, "Türkiye İnanmadı" diye kapak haberi yaptı. Aksiyon'a göre bu rapor Aydınlık dergisinin haberine göre yapılmıştı. Peki bu bilgiyi Aksiyon'a kim söylemişti: Tuncay Güney! Tuncay Güney'in kişiliğine, söylediğinin yalan olduğuna gelecek değiliz. Sadece belirtmek istediğimiz, Susurluk irininin üzerine gidildiğinde şaşırtıcı isimler ortaya çıkabilir. Acaba bunlar ortaya çıkmasın diye mi Ergenekon soruşturması Susurluk'un üzerine gitmiyor, gidemiyor.

Bu arada Ergenekon davasına bakan 13. Mahkemenin istemesine rağmen Kutlu Savaş'ın hazırladığı Susurluk Raporu mahkemeye getirilemiyor. Çünkü bulunamıyor. Mesut Yılmaz, Tansu Çiller "Bizde var, gönderelim" deseler de raporların eksik olduğu ortaya çıktı. Susurluk'un tam raporu kayıp.

Niye acaba?


Odatv.com




İSTER ASAR İSTER KESER, SANA MI SORACAKTI


KILIF İKTİDARI


TBMM’miz bu iktidarın elinde ne yazık ki 8.5 yıldan beri “kılıf hazırlama atölyesi”ne dönüştü.

***
“Minareyi çalmak” bir deyim olmaktan çıktı.

Gerçek bir edime / fiile dönüştü.

Değil minareyi…

Kubbeyi bile habbe yapıp götürüyorlar.

Torba” ile götürüyorlar.

Torbaya sığmazsa kılıf hazırlayıp götürüyorlar.

Kanun hükmünde kararname yasası yapıp götürüyorlar.

Yetmiyor..

İhale Yasası’ndan muaftır!” diye bir yasa çıkarıp “götürü usul” ile götürüyorlar!

Özetle hep götürüyorlar.

12 Haziran’da bu millet de bunları götürmezse…

Bu iktidar için götürmek artık yetmeyecek...

Göçürtmeye sıra gelecek.

***
Yaşadığımız …

Nedense ve ne hikmetse Sayın Cumhurbaşkanı’nın, Ben tatmin oldum!” diyerek kafadan müdahil olduğu ÖSYM hadi kepazelik demeyelim, pejmürdeliği en güncel örnek…

***
İktidar, bu işin kılıfını geçen ay hazırlamıştı.

KPSS rezaletini temizlemeden..

Üstelik bu pisliği de bahane ederek…

ÖSYM’yi yeniden yapılandırma bahanesiyle..

Şubat ortasında oldubittiye getirerek bir kılıf yasa tasarısı getirdi…

Ve bir emirle sağır/dilsiz/kör hale gelen çoğunluğuna dayanarak yasalaştırdı.

Muhalefetin feryatlarına kulak asan olmadı.

***
1 milyon 700 bin çocuğumuzu ve ailelerini ilgilendiren şifreli cevap anahtarı kepazeliği “geliyorum!” diyen cinstendi.

***
Meclis’teki görüşmelerde “Böyle yasa olmaz! Ayıptır!” diye feryat edenler arasında bu satırların yazarı da vardı:

“ - ÖSYM özerk bir kurum olmaktan çıkıyor!

Bir devlet dairesi haline geliyor!

ÖSYM’yi Kamu İhale Yasası kapsamı dışına çıkarmak şaibelere, ayıplara yol açacaktır!” diye kürsüden haykırdık.

Duyan olmadı.

İmam bildiğini okudu!

***
Bu yasanın üzerinden 7-8 hafta geçmeden,

“Algoritmik- şifreli öğrenciye özel cevap anahtarı kepazeliği” patlak verdi.

***
Elli yıldan beri merkezi sistemle sınav yapılan bu ülkede neden tam da bu iktidar döneminde böylesine örgütlü bir ayıp yaşanıyor?

Neden?

Evet neden?

***
Sınavda kopya çekmenin hukuktaki adı, “evrakta sahtekârlık”tır.

KPSS memuriyete giriş sınavıydı.

- Buraya sahtekârlıkla girecekler, Önce memur- müdür- genel müdür- müsteşar..

Sonra da kaçınılmaz olarak bakan - makan olurlarsa bu ülkenin başına geçerlerse, bu milletin başına gelecekleri bu millete kim izah edecektir!

Dedik…

***
Cevap yerine ÖSYM Başkanı dünkü manşetlerde yer alan sözleri geldi:

Şifreli cevap anahtarı rezaletini Sayın Başkan şöyle açıklıyordu.

“Acemilik, işgüzarlık, eksiklik!”

Belli ki “itirafçılık” hükümlerinden yararlanmak istiyor.

Ama önce o suçunun cezasının kesilmesi gerek!

***
Gerek ama…

Üstüne ne vazife ise…

Sayın Cumhurbaşkanı Gül “Açıklamalardan ben tatmin oldum!” diyor.

Şu sıralarda AKP çevrelerinde “tatmin olmak” moda galiba ki…

Ardından AKP’nin önde gelenlerinden “tatmin olduk!” açıklamaları geliyor.

***
Meclis’te söylenenleri dışarıda söylemek suç değil. Yani şimdilik değil. O halde söyleyelim:
Toplumsal/siyasal toplumsal hayat bir bütündür..”

Bir parlamentoda resmi evrakta sahtekârlıktan dosyası bulunanlar varsa... Millet için de organize kopya çekmek de doğal hale gelecektir!



Ahmet Tan

Cumhuriyet







ÇOK İLERİDİR ‘KİMSE BANA KARIŞAMAZ DEMOKRASİSİ’

HUKUK ORTAÇAĞI!


Türkiye’de özgürlüklerin sınırı o kadar genişledi ki; yargı gücünü elinde tutanlar, hukuku tanımama özgürlüklerini kullanıyorlar. İleri demokrasinin sunduğu fırsatlardan biri de bu olsa gerek.

Demokrasi hızla ilerleyecek...

Yürütme ile yargı da başına buyruk, istedikleri gibi el ele, kol kola ilerleyecekler ve birbirlerine karışmayacaklar!

Başbakan’ın bulduğu bu tarif, yaşamın her alanında uygulansa, Türkiye gerçek bir model ülke olur.

Örneğin futbola uyarlıyorsunuz; sahada takımlar hakeme diyorlar ki:

“Sen bize karışma, biz de sana karışmayalım. Herkes kendi işini yapıp gitsin.”

Örneğin üniversiteye giriş sınavlarına uyarlıyorsunuz; sınav sorumluları diyor ki:

“Dersler, kitaplar bizi bağlamaz, şifreyi bulan kazanır. Böylece öğrenciler hayatın gerçekleriyle daha çabuk yüz yüze gelir.”

Demokrasiyi kurallara uyma rejimi diye değil de işi kuralına uydurma rejimi olarak görürseniz, geleceğiniz nokta bu olur.

***

Demokrasinin karaya değil de rayına oturduğu bir ülkede yargı kararları, güven üretir. İnsanlar, “ülkemizde yargıçlar var” der. Bizde ise yargı kararları, korku üretiyor.

Hukuk devletinde yargı kararları düzen üretir. Bizde ise kaos üretiyor.

Yaşanan bunca kesintilere, olağanüstü dönemlere karşın Türkiye’nin ciddi bir hukuk birikimi vardı. 
Bugün o birikim büyük ölçüde erozyona uğramış durumda. 12 Eylül döneminde mahkemelerle muhatap olanların hemen tümü bugünü, o dönemden daha karanlık ve belirsiz görüyor.

Ergenekon’daki “ilahi dalga”nın ardından televizyonlardaki tartışmalara baktığımızda, hukuksuzluğun güçlü bir medya desteğine de sahip olduğunu bir kez daha görüyoruz.

Medya ortaçağı ile hukuk ortaçağı birleşti, ortaya savunma sanayisinin korkunç ürünlerini anımsatan silahlar çıktı.

Kitle imha silahları örneğinden yola çıkarsak bugün Türkiye’deki medya destekli hukuksuzluk için şu benzetmeyi yapabiliriz:

Düşünce imha silahları! (DİS)

Öyle ki, bu silahlar sadece düşünceyi değil, düşünceye hazırlığı da ortadan kaldırmayı amaçlıyor.
Türkiye, kitap taslağı toplatmalarıyla bunu yakından tanıdı. Ergenekon davalarında da, düşünceye hazırlığın suç olduğu, çapraz sorgularda sanıkların not defterlerinden çıkarılan sorulardan açıkça görülüyor.

***

Yargı ortaya attığı, soruşturduğu, davaya dönüştürdüğü bir iddiayı kanıtlayamayınca şöyle bir davranış geliştirdi:

Ortaya daha büyük bir iddia atıp onun peşinden koşmak!

Kanı kanla yıkamak örneği buna, iddiayı iddia ile güçlendirmek derler...

Olanaksızdır! Can yakmaktan, pek çok insanı belirsizliğin kucağına atmaktan, kısacası zulmetmekten başka bir işe yaramaz.

Dalga üstüne bindirilen dalgaların, iddianame üstüne eklenen binlerce sayfalık iddianamelerin geldiği nokta bu.

Bu karanlığa, bu korkuya teslim olmayanlar mutlaka kazanacak. Tarihin hangi evresinde karanlık aydınlığa üstün geldi ki!

Bugün bizleri zindana koyanlar, er geç yarattıkları karanlığın zindanında yok olacaklar.



Mustafa Balbay

Cumhuriyet