23 Mayıs 2011 Pazartesi

BALDIR BACAKTAN İBARETLER BALDIR BACAK GÖRÜRLER



NAKIP ALİ


Nakıp Ali’yi 42 yıl önce 1 Nisan’da yitirmiştik. Bütün Antepliler bilir Nakıp Ali’yi. Neredeyse bugünün çocukları bile. Kitaplarımda, başka yazılarımda çok söz ettim ondan. Bugün de gazetemizin okurlarına tanıtmak, bir sinemasever olarak boynumun borcu…

Nakıp Ali, Güneydoğu Anadolu’da sinema açan ilk kişiymiş. Ahşap Asrî Sinema (sonradan “altı beton, üstü beton Nakıp Sineması” oldu) açılınca, Antepliler bu yeniliğe büyük ilgi göstermişler. 
Nakıp Ali, “Sinemam öğrencilere bedava. Büyükler de gece okuluna yazılıp müdürden kâğıt getirirlerse, onlara da bedava” demiş. Koca koca adamlar, sinemaya gidebilmek için gece okuluna yazılıp okuma yazma öğrenmişler.

Böylesine bir okuma yazma seferberliğinin komutanıydı Nakıp Ali.

***
On iki yaşındaydım. İlkokulu bitirdikten sonra öğrenimimi sürdürmem için babam İstanbul’a göndermişti beni. Yaz tatillerinde, yarıyıl tatillerinde gidiyordum Antep’e. 1949 Ocak’ında yarıyıl tatili için Antep’teydim yine. Kentte son günümdü. Ertesi akşam trenle İstanbul’a dönecektim. O gece annemle babam sinemaya götürdüler beni. Nakıp Ali’nin sinemasına.

“İki film birden” izledik. Sinemadan çıkarken, Nakıp Ali (Ali Nakıpoğlu) beni gördü. “Nasıl, beğendin mi filmleri” diye sordu.

“Beğendim ama, gelecek program çok güzel. Onu kaçıracağım” dedim.

“Niye?” dedi Nakıp Ali, “Önümüzdeki hafta oynatacağız”.

“Ben yarın akşam İstanbul’a gidiyorum” dedim.

“Talihine küs” dedi Nakıp Ali.

Ertesi sabah dokuzda bizim kapı vuruldu. Açtım. Bir adam, “Nakıp Ali seni istiyor” dedi.

Sinemaya gittim hemen. Nakıp Ali kapıdaydı. “Gel, otur” dedi. Salonda bir koltuğa oturttu beni. Görmek istediğim filmi on iki yaşındaki o çocuk için, sadece benim için oynattı.

***
Türkiye’de ilk sinematek İstanbul’da kurulmadı. Antep’te kuruldu. “Gaziantep Sinema Tiyatro Derneği”ydi adı. (O zamanlar, 50’lerin sonlarında, “sinematek” sözcüğünün varlığından bile habersizdik.) Sevgili Orhan Barlas’la, “Anteplilere güzel filmler izlettirelim” diye bu derneği kurmuştuk. Rauf Kutlar da bizi destekleyince, Nakıp Ali’ye gittik.

Nakıp Ali, “Hayırlı bir iş yapıyorsunuz, sinemam sizin. Ne zaman isterseniz kullanın” dedi.
Adana’ya film almaya gittim. İşletmecileri dolaştım. İstediğim filmleri bulamıyordum. Sanat filmi deyince neler neler koyuyorlardı önüme. Sonunda akıllı bir işletmeci, “Haa” dedi, “sen edebî film istiyorsun”.

Yanımda Carol Reed’in Adalar Sürgünü’yle döndüm Antep’e.

Derneğimizin açılış gecesi geldi çattı. Nakıp Ali’nin sineması tıklım tıklımdı. Kültürle ilgili bir etkinlik olduğu için, Vali’nin önerisiyle, Milli Eğitim Müdürü bir konuşma yapacaktı filmden önce.

Müdür sahneye çıktı. İçkiliydi. “Sayın Vali, Sayın Vali’nin hanımı, Sayın Savcı, Sayın Savcı’nın hanımı” diye söze başladı. Sonra, “Bunlar bir dernek kurmuşlar. Film gösterip halkın kültür düzeyini yükselteceklermiş. İnsan sinemaya niçin gider? İnsan sinemaya baldır bacak görmek için gider” dedi, indi.

Donakalmıştık. Birdenbire Nakıp Ali fırladı sahneye. “Ben” dedi, “bu bölgenin en eski sinemacısıyım. Tahsilim yok. Ama bildiğim bir şey var. İnsan sinemaya gider ve orada görmek istediğini görür. Kimileri sinemaya güzel şeyler görmek için giderler. Onlar güzel şeyler görürler. Kimileri de sinemaya baldır bacak görmeye giderler. Onlar da sadece baldır bacak görürler”.

Alkışlar arasında film başladı.

Ertesi gün Orhan Barlas’la oturup bir bildiri kaleme aldık, Milli Eğitim Müdürü’nü kınadık. Bildirimizi de Vasıf Güllüoğlu’nun baklavacı dükkânının camekânına astık.

Boşuna zahmet etmiştik aslında. Nakıp Ali’nin söylediklerine ne ekleyebilirdik ki!


Ülkü Tamer

Cumhuriyet



21 Mayıs 2011 Cumartesi

DAYATILAN İLERİ DEMOKRASİNİN DAYATARAK İLERLEMESİ

DİLOVASI REZALETİ: BİLİMİ SUSTURULMUŞ, AHLAKI BASTIRILMIŞ ÜNİVERSİTE OLUR MU?


Üniversitelerin tepesine bir kâbus gibi çöken YÖK’e “Karşıyız” dediler…

Politikacıları ve sözde liberal yazarları ile, kendi denetimlerinde olmayan YÖK’ü yerden yere vurdular…

Üniversite özgürlüğü açısından iyi ettiler…

İktidarı ellerine geçirince YÖK yandaşı oldular…

YÖK Başkanı’nı kendileri atadılar…

Rektörleri kendileri atadılar…

ÖSYM Başkanı’nı kendileri atadılar…

Üniversite özgürlüğü açısından kötü ettiler…

Böylece:

Üniversiteleri 12 Eylül 1980 askeri darbesi dönemindeki baskı rejimine geri götürdüler…

Eski rektörleri, profesörleri tutukladılar…

Eski rektör Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın tedavisini yapan saygın profesörleri de tutukladılar…

Üniversite özgürlüğü açısından çok çok kötü ettiler…

Şimdi Kocaeli’de bir Halk Sağlığı Profesörünü susturmaya kalkıyorlar…

Üniversite özgürlüğü açısından çok çok daha kötü ediyorlar.

Ama asıl sorunu gözden kaçırmamak gerek:

Olan halka oluyor…

Gözleri dönmüş yağmacılar, artık halkın sağlığını filan da düşünmeden, her türlü eleştiriyi cezalandırıyor.

Kütahya’da patlak veren siyanür olayı malum.

Şimdi de Kocaeli’de, halk sağlığı tehlikelerine dikkat çeken Prof. Hamzaoğlu susturulmak isteniyor.
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı.

Sanayi kuruluşlarının yoğun olduğu Dilovası’nda yaptığı son araştırmada, ilçede yaşayan annelerin sütü ile bebeklerin dışkısında ağır metaller tespit edildiğini kamuoyuna duyuruyor.

Buna karşılık Kocaeli Büyükşehir ve Dilovası Belediye başkanları, ‘halkı korku ve paniğe sevk ettiği’ gerekçesiyle Hamzaoğlu hakkında suç duyurusunda bulunuyor, savcılık ve üniversite soruşturma başlatıyor.

Aslında bilimsel araştırmalar 2005 yılında başlamış.

Prof. Hamzaoğlu, 2005’te TBMM Araştırma Komisyonu’nun isteği üzerine Dilovası’nda bir çalışma yapmış ve bu çalışmaya dayalı olarak 2006’da rapor hazırlayan komisyon, “Kanserden ölümler ortalamanın 3 kat üstünde, bölgede kapasite artışı durmalı” demiş.

Ama kapasite artışı sürüyor.

Bu arada olumlu bir gelişme de var:

Halk ve başta Kocaeli Tabip Odası olmak üzere sivil toplum kuruluşları Hamzaoğlu’na sahip çıkıyor, onurumuzu savunuyoruz adresinde imza kampanyası başlatılıyor ve şu ana kadar 5 binden fazla imza toplanıyor.

***
Seçimlere üç hafta kaldı!

ÖSYM sınavlarında 1.700.000 öğrencinin kaderiyle oynanıyor…

Gençler ve aileleri bozguncu ilan ediliyor…

Parasız eğitim için pankart açan gençler bir yıldır içerde…

Milyonlarca internet kullanıcısına sansür geliyor…

Protestoların arkasında örgüt aranıyor…

Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmalarını protesto eden Kocaeli Gazeteciler Platformu mensuplarına valilik ceza kesiyor…

Sağlık hizmetlerindeki protestolar yaygınlaşıyor…

Dilovası’nda bebekler zehirleniyor…

Ve bunu gündeme getiren Prof. Hamzaoğlu soruşturmaya uğruyor, susturulmak isteniyor…

Pes!


Emre Kongar

Cumhuriyet



14 Mayıs 2011 Cumartesi

İLERİ DEMOKRASİNİN ADALETİNDEN KÜÇÜK BİR KESİT


Ezgi Başaran (Radikal): BİLMEYEN PAŞALAR


* Balyoz davası iddianamesine göre zamanın 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın planladığı darbeyi yine zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman engellemişti. Yalman ve Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök olmasaydı darbenin hayata geçirebileceği hem ima hem de kesin ifade olarak iddianamede birkaç kez geçiyor. 

*Dolayısıyla Balyoz sanıkları uzun süredir savcıların niçin Yalman ve Özkök’ün ifadesine başvurmadığını sorguluyor. Hatta feryat figan ediyor.

* Son celselerden birinde savunmasını yapan sanıklardan Albay Erdal Akyazan bakın ne kadar öfkeli: “Hilmi Özkök, Aytaç Yalman, Yaşar Büyükanıt, İlker Başbuğ. Ey benim eli öpülesi komutanım! Canım çok yanıyor. Gel buraya; ya hançerin hepsini sok bitir bu işkenceyi ya da çek çıkar hançeri sırtımdan ve sar yaramı. O zaman seni affeder miyim? Asla! Yaramı sarsan da artık seni affetmem. Bana emir-komuta etmiş olma onurunu senden sonsuza kadar geri alıyorum.”

* Bu arada geçen hafta bir gelişme oldu: 27 Nisan’da Hilmi Özkök, Milliyet’ten Fikret Bila’ya, 28 Nisan’da da Aytaç Yalman, Hürriyet’ten Tufan Türenç’e konuştu. İkisinin de ortak cümlesi şuydu: “Bende Balyoz’la ilgili bilgi ve belge bulunmamaktadır.” 

* Paşaların bu açıklaması, nicelik olarak kalabalık, nitelik olarak öfkeli olan Balyoz sanıklarını rahatlatır mı bilmem. Ama benim aklımı iyiden iyiye karıştırıyor. Savcıların, bu ‘bilgi-belgesiz paşalar’ın söz konusu darbeyi önlediğine dair hangi bilgi ve belgeyi temel alarak o iddianameyi yazdığını bir türlü çözemiyorum.


*-*-*-*-*-*-*-*


Hatice Tuncer (Cumhuriyet): KAN KUSTURULUYOR


2. Ergenekon davasının tutuklu sanığı Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu: Hasta tutukluların cezaevinde tutulması için hekimler üzerinde korku ortamı yaratıldı


Gazetemiz yazarı Mustafa Balbay’ın 2 yılı aşkın süredir tutuklu bulunduğu İkinci Ergenekon davasının 119. duruşması yapıldı. Tutuklu sanık eski İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, tahliye edilen sanıklardan avukat Yusuf Erikel’in ve Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın hastalıklarına dikkat çekerek, “Hekim meslektaşlarım üzerinde bir korku ortamı yaratıldı. Adalet kan kusturur mu? Ben Yusuf Erikel’in kan kustuğunu gördüm. Bu korku ortamı devam ettirildiği sürece adalet kan kusturur” diye konuştu.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından görülen davanın dünkü oturumunda söz alan tutuklu sanık Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, “Ben bir hekimim, ettiğim Hipokrat yemini gereği bazı şeyleri söylemek zorundayım” dedi. Prof. Dr. Hilmioğlu, hastalığı nedeniyle tahliye edilen sanık avukat Yusuf Erikel’in bir yıl boyunca Silivri Devlet Hastanesi’ne gidip gelmesine karşın geniz tümörünün 6-7 cm çapına ulaşıncaya kadar tespit edilemediğine dikkat çekti. Hilmioğlu, “Erikel sizin meslektaşınız, ama geniz tümörü 6-7 cm çapına ulaşana kadar tespit edemeyen de benim meslektaşım. 6-7 cm çapında tümör demek, o hastanın artık yaşamı birkaç yıl ile sınırlı demektir. Erikel’in yaşamından 30 yıl alınmış” dedi. Prof. Dr. Hilmioğlu, tutuklu sanık Prof. Dr. Haberal’ın Ventriküler Taşikardi hastalığı olduğunu duruşmalarda öğrendiğini anlattı. Harward Üniversitesi’nde yayımlanan “Ventriküler Taşikardi ve Ani Kalp Ölümü” başlıklı yazıyı mahkemeye sunan Prof. Dr. Hilmioğlu, “Böyle bir hastayı cezaevinde tutma çabası neden kaynaklanıyor? Doğrudan her an ölümle karşı karşıya demek. Milletvekili adayı çıkaracak falan ama bu hastalık 30 gün, 30 saat, 30 dakika değil, 30 saniye içinde insanı götürür” dedi. Hilmioğlu şöyle devam etti: “Neden bir ventriküler taşikardi hastası, geniz tümörü 6-7 cm’ye ulaşan bir hasta cezaevinde tutulur, hastaneye yatırılmaz? Ben de tutuklu bulunduğum süre içinde 4 hastanede bulundum. Meslektaşlarımın gözlerinde korkuyu gördüm. Meslektaşlarım üzerinde bir korku ortamı yaratıldı. Ayrıca sadece mimiklerle değil, sözlü olarak da bana söylendi. Adalet kan kusturur mu?”














13 Mayıs 2011 Cuma

AÇILIP SAÇILAN TATMİNLİ İLERİ DEMOKRASİ

KOPYA İKTİDARI!


Meydanlar toz duman.
En çok tozutan da Muhterem Başbakanımız.

***
Kasetin siyasete, siyasetin kasete girmesi ne yeni, ne de Türkiye’ye özgü.
Ama kasetler, ne seksi daha seksi hale getiriyor.
Ne de siyaseti daha zevkli kılıyor.
Amerikan Cumhurbaşkanı adaylarından Senatör Barry Goldwater’in 1960’larda söylediği o söz hâlâ belleklerdedir:

“Seks ile siyaset birbirine çok benzer. Zevk almak için ikisinde de çok iyi olmanız gerekmez!”

***
İktidarın seçim meydanlarındaki hallerine bakınca gerekmediği sahiden çok belli oluyor.

***
Kendisini bütün zamanların En Çılgın Projecisi ilan ediyor.
Karada gemi yüzdüren İstanbul Fatihi Sultan Mehmet’i bile yattığı yerde mahcup ediyor.
Kanalizasyona muhtaç İstanbul’u, kanalla ikiye böleceğini ilan ettiği yetmezmiş gibi… Dönüp bir de..
“İstanbul’un yanına 2 İstanbul daha inşa edeceğini!” açıklıyor.
İstanbul sayısını 3’e çıkarmak da neyin nesi?
Herhalde niyeti asıl İstanbulluya da 3’ün 1’ini bırakmak!

***
Meydan tozutması devam ediyor…
“Ben Süper Lig’in usta oyuncusuyum!”
Süper Lig, sanki Çiftetelli gibi, bir kendin çal - kendin oyna oyunu!

***
Meydanların tozu dumanı arasında akılda kalacak en doğru sözü Devlet Bahçeli söylüyor:“Türkiye Öcalan - Gülen – Erdoğan eşkenar üçgenine sıkışmış durumda!”
Başbakanımız, kendisini Süper Lig oyuncusu ilan etmekte haklı..
Oynaşlarının ikisi de birbirinden süper:
CHP lideri Memur Kemal elbette kesmez onu.

***
Yargı hakkındaki korkular, kaygılar, kuşkular ne yazık ki yavaş yavaş gerçeğe dönüşüyor.
Şifreli - Sehvenli - Pardonlu ÖSYM sınavının iptaliyle ilgili dava “takipsizlik” ile sonuçlanıyor!
Şaşırmamak gerek.
İktidarın “Tatmin oldum” diye sıkı takipte tuttuğu bir davanın takipsizlikle sonuçlanmasından doğal ne olabilir ki?

***
Şimdi sıra halkı ve öğrencileri, Bıyıklı Ali Demir’in “Görevi ihmal”den yargılama oyalamacasında...
Sanki bu ülkede görevi ihmal diye bir suç varmış / kalmış gibi!
Görevi ihmal diye bir suç varsa bu suçun asıl failleri, o muhteremi o makama tayin edenlerdir!

***
Ali Demir, mühendismiş. Ama uzmanlığı tekstil...
Yani iplik!
KPSS’den sonra ÖSYM’de de şifreciliğin – kopyacılığın çorap söküğü gibi gitmesi boşuna değil.
Ama asıl ipliği pazara çıkan bu zat değildir.
Böylesi bir ehliyetsize “bıyıklarına binaen” böylesine ciddi bir görevi verenlerde.

***
Bu rezaletin patlayacağını, çok değil 80 gün önce bu iktidarın alelacele bir gece yarısı Meclis’e getirdiği ÖSYM tasarısı görüşmelerinde, CHP sözcüleri feryat figan ortaya koymuştu.
Bu satırların naçiz yazarının söylediklerine de tutanaklar tanıktır. (TBMM Tutanakları 17 Şubat 2011 5. Oturum Saat 21.10)

“ÖSYM Başkanı’na haddinden fazla yetki veriyorsunuz. Yönetim Kurulu’na bir tek öğrenci veya sendika temsilcisi almıyorsunuz.
Kopyacılık evrakta sahteciliktir. Kopyacılığa bu iktidar döneminde rastlanması çok doğal! TBMM’de ‘Evrakta sahtecilik’ dosyası olanların döneminde elbette ÖSYM’de de kopyacılık, evrakta sahtecilik olacaktır!”

***

Nitekim oldu da...
***

Gelecek ay tam bugün, bu iktidar hâlâ başımızda ise olmaya da devam edecektir!


Ahmet Tan

Cumhuriyet





7 Mayıs 2011 Cumartesi

İMAJ HER ŞEYDEN DAHA ÇOK ŞEYDİRCİLİĞİN UÇURDUĞU ORMANCILIK


BİR TEK ORMANIN VARLIĞI ZENGİNLEŞMEDİ


Orman dostu Doç. Dr. Yücel Çağlar, AKP’nin seçim bildirgesine göz atmış. İşte notları:



AKP diyor ki: “2003-2009 yılları arasında rakam 7 misli arttırılarak 501 bin 387 hektarda ağaçlandırma ve bozuk ormanların ıslahı gerçekleştirildi.”

Oysa... AKP öncesi yedi yıllık dönemde toplam 655 bin hektarda “orman yetiştirme ve iyileştirme” çalışması yapılmıştır. AKP döneminde bu miktar 2.2 milyon hektara çıkmıştır. Başka bir söyleyişle AKP döneminde gerçekleştirilebilen çalışmalar 7 değil 3.5 kat artmıştır. Ancak söz konusu çalışmaların yüzde 64’ü ağaçlandırma değil, mevcut ormanlarda öteden beri yürütülen “iyileştirme” çalışmasıdır.

AKP diyor ki: “2008, 2009 ve 2010 yıllarında toplam 1 milyon 448 bin 274 hektarlık alanda çalışma yapılarak 814 milyon fidanı toprakla buluşturduk.”

Oysa... Sözü edilen alanın yalnızca yüzde 9’u “orman” sayılan yerlerdeki açıklıklarda, yüzde 3’ü gençleştirilecek yaşlı orman ekosistemlerinde, yüzde 2.5’i de “bozuk devlet ormanı” sayılan yerlerde yapılan ağaçlandırma çalışmalarını kapsamaktadır. Ki bu çalışmalar ülkemizde öteden beri yapılmaktadır.

AKP diyor ki: “Orman varlığını zenginleştirerek 21.6 milyon hektara çıkardık.”

Oysa... AKP döneminde de “orman” sayılmayan yerlerde hiçbir yeni orman oluşturma çalışması yapılmamıştır. Kaldı ki “orman varlığının zenginleşmesi” ile “orman” sayılan yerlerin genişlemesi birbirinden tümüyle farklı olgulardır ve bu dönemde orman ekosistemlerimiz ağaç ve ağaç türü çeşitliliği bakımından yoksullaştırılmıştır. AKP döneminde ise özel kişi ve kuruluşların yaptıkları “özel ağaçlandırmalarla”, “bozuk” sayılan “devlet ormanlarının” fıstıkçamı, ceviz, badem, kestane vb. meyveli ağaç bahçelerine dönüştürme çalışmalarına da hız kazandırılmıştır.

AKP diyor ki: “2003’te başlattığımız kent ormanları projesiyle bugüne kadar 69 il merkezinde ve 20 ilçe merkezinde olmak üzere 89 yeni kent ormanı kurduk.”

Oysa... AKP döneminde hiçbir “kent ormanı” kurulmamıştır. AKP döneminde kentsel yerleşmelere en yakın yerlerdeki orman ekosistemlerinin, bu kapsamda ağaçlandırma alanlarının, dahası, milli parkların bir kısmı da “kent ormanı” olarak kullanılmaya açılmıştır. Kimileri kullanımı yandaş belediyelere devredilen bu orman ekosistemlerinde çeşitli tesislerin yapılmasına izin verilerek bu orman ekosistemleri üzerindeki insan baskısı daha da arttırılmıştır.


Işık Kansu

Cumhuriyet


PROCECİLER - BİLİMCİLER

ÇILGIN PROCE SARSIYOR, UYANIN!


Sadece seçim yatırımını amaçlayan, doğaya ve akla zarar, ciddiye almadığımız ve modern toplumda asla gerçekleşemeyecek bu proce’yi tartışmak gereksiz (burada ‘proce’ kelimesi özellikle seçilmiştir). Öte yandan, yol açabileceği doğa hasarlarına karşı halkı aydınlatmak gerekiyor. Peki ama mevcut tartışmalarda şu sorulara yer var mı:

Can çekişmekte olan iç denizimiz Marmara bu zulmü kaldırabilir mi? Karadeniz’in duyarlı su dengesi değişir mi? Halen “Akdeniz’leşme” süreci yaşayan Karadeniz ekosistemi nasıl etkilenir? Bu doğa katliamını nasıl böyle hoyratça yapabilirsiniz? Karadeniz’e kıyısı olan komşu ülkeleri bırakın bir yana, uluslararası toplumdan itiraz gelmeyeceğini nasıl varsayabilirsiniz? Bilim dışı her konuda fikir beyan eden çok, bu en önemli soruları soran yok. Hem bu ‘çılgın’ kelimesiyle bize ne anlatılmak isteniyor acaba?


Tahminimiz bu bilimdışı girişimin tam anlamıyla hesapsız-kitapsız bir öneri olduğudur: Sayın Başbakan’ın ne teknik, ne bilimsel, ne de mesleki bilgi birikimi var; proce İBB Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi’ne iletilmişmiş, mühendislerden oluşan ekip kurulmuşmuş, sızma olmasın diye internet bağlantısı kesilmişmiş!

Hem söylentileri pompalayıp, hem de sızma’dan acaba niye korkmuşlar? Biri bunu da açıklasa ya! Herhalde uzmanlığı mühendislikle veya mimarlıkla sınırlı olan bu ekip, çok daha fazla disiplinler arası birikim ve altyapıyı gerektiren doğa bilimlerinden habersiz.

Önerilen çılgın proce gibi megalo-projelerin, olumlu düşüncelerle yaratılmış olsalar dahi, daha büyük titizlikle ele alınması gerekir. Bir örnek vermek gerekirse 1980’lerde Sovyet Rusya, kuzey denizlerine dökülen nehirleri tersine çevirerek sularını çölleşen Orta Asya bölgelerine aktarmak istemiş, yaratacağı tahribat ve iklim değişimi nedeniyle, uluslararası kurumların uyarılarıyla terk etmek zorunda kalmıştır.

İsrail’de deniz seviyesinin 400 m. altındaki Ölü Deniz ile Akdeniz’i birbirine bağlayarak 100MW kadar elektrik üretilmesi ilk kez 19. yüzyılda gündeme gelmiş, daha sonra enerjinin deniz suyunu tuzdan arındırmada kullanılması, Ölü Deniz’in kurumaktan alıkonması, havzadan kimyasal ve kozmetik üreten tesislerin ve doğanın korunması amaçlarıyla Kızıl Deniz’den bağlantı yapma fikri ağırlık kazanmıştır. İsrail – Ürdün – Filistin ortak girişimiyle yaklaşık 20 yıldır sürdürülen araştırmalar sonucunda, Kızıl Deniz mercanlarına ve yeraltı sularına olası etkileri nedeniyle, proce’nin yapımına cesaret edilememiş, sadece bir prototipinin denenmesi kararlaştırılabilmiştir.


EN DUYARLI EKOSİSTEM

Türkiye komşusu olduğu ve barış içinde işbirliği yaptığı ülkelerle birlikte Boğazlar üzerine yapılan uluslararası çıkar hesaplarını bozmuş, Montrö ve Lozan’da tutumunu belgelemiştir. Rant sağlayacak bir grubun çıkarı adına bozulması kabul edilemez.

Öte yandan, Türk Boğazlar Sistemi, dünya denizleri içinde en duyarlı ekosistemlerin geçiş noktasını oluşturmaktadır ve şu anda zaten olağanüstü çevre baskısıyla karşı karşıyadır. Sadece gemi taşımacılığını rahatlatma ve arazi rantı yaratma amacıyla bu baskıları düşüncesizce arttırmak en son akla gelebilecek bir şeydir ve bu anlamıyla gerçekten de çılgıncadır!

Sokullu Mehmet Paşa, hem Marmara - Karadeniz bağlantısının, hem de Karadeniz’i Hazar Denizi’ne bağlayan Volga-Don kanalının ilk girişimcisidir. Oysa bu kanallar ekosistemlerde epey hasar yaratmaktadır: Örneğin ‘Lesseps göçü’ ile Süveyş’ten giren Hint Okyanusu kökenli canlılar Akdeniz’deki balık türlerinin %20’sini oluşturmakta, Akdeniz’in özgün türlerini ve denizlerin nefes almasını sağlayan taban bitkilerini yok eden canlılar arasında toksik ve tehlikeli türler ile “çılgın” deniz anaları da bulunmaktadır.

Atlantik’ten gelip 1990’larda Karadeniz’e yerleşen Mnemiopsis ise Don-Volga kanalı’ndan Hazar Denizi’ne ulaşarak, orada büyük tahribat yapmıştır.

Türk Boğazlar Sistemi hem karada hem denizde son derece narin bir sistemdir. Akdeniz’den Karadeniz’e, iklimsel değişimlerin en hızlı olduğu yerdir. Çanakkale Boğazı’ndan Karadeniz’e doğru seyahat ederken, bitki örtüsündeki hızlı değişimin ne kadar duyarlı bir doğal yapıyı yansıttığını hemen farkedersiniz.

Aynı durum, deniz canlıları için de geçerlidir. Birbiriyle her bakımdan büyük tezat oluşturan Akdeniz ve Karadeniz arasındaki bu alan, insansal ve özellikle iklim değişimi etkilerine son derece duyarlıdır.


BOĞAZDAKİ HİDROLİK KONTROL

Bu narin altyapı, ilgili kuramın dünyadaki en özel örneğini oluşturan bir akışkanlar mekaniği harikası sayesinde ayakta durmaktadır. Bu altyapı, farklı yoğunlukta iki deniz arasında oluşan iki tabakalı akımda, az yoğun taraftaki eşik (Karadeniz çıkışında) ile, daha yoğun taraftaki daralmanın (Akıntıburnu kesiti) sağladığı hidrolik kontrollerle belirlenen nadir bir durumdur.

İşte ‘maksimum değişim’ adı verilen bu fiziksel rejim sayesinde Karadeniz ile Akdeniz’in arasında su ve bilgi alışverişi, olabilecek en büyük değerlerle sınırlıdır. (Not: Hidrolik kontrol hem baraj ya da regülatörlerde, hem de harika bir buluş olan ince belli bardaklarımızdan çay içerken akımı kontrol ederek, ağzımızın yanmamasını sağlayan mekanizmadır). Boğaz akımlarında hem kuramsal olarak hem de sayısal modellerle, ayrıca sayısız ölçüm ve gözlemlerle yeterince ortaya konmuştur.

İki tabakalı iki yönlü akımın niteliği, dünyanın ilk oşinografi ölçümlerini ve akışkanlar mekaniği modelini, başka yerde değil, İstanbul Boğazı’nda gerçekleştiren genç Marsigli’nin 1681 tarihli eserinde ortaya konmuş, ondan ancak yüzyıllar sonra gelen araştırmacılarca doğrulanmıştır.

Yine de boğaz akımları, karmaşık ve gerçek anlamda çok-ölçekli bir fiziksel problem olarak önemini yitirmemiş, elde edilen her yeni bilgi ile bilimcileri şaşırtmayı sürdürmektedir. İşte bu nedenle Karadeniz ve Marmara arasındaki ortalama 30-40 cm. seviye farkı ile İstanbul Boğazı iki yönlü akımları, sık sık ekstremlere kayabilen dinamik bir dengede tutulabilmektedir.

25 m. derinlikteki geniş bir kanalla bu iki denizi birbirine bağlarsanız,

*gerçek boğazdaki gibi iki yönlü fakat “maksimum değişim”e uymayan bir rejim tesis edilecek,

*iki yönlü akımlar her iki boğazda da azalacak, önceki seviye farkı korunamayarak, denge altüst olacaktır.

Tasarlanan kesite göre yapacağınız basit bir hesap, ikinci boğaz yüzey akıntılarının en az asıl boğazdaki kadar hızlı olacağını, eğer Panama Kanalı gibi kontrol yapıları tasarlanmazsa, navigasyona olanak vermeyeceğini gösterecektir.

Bunca mühendis acaba hiç böyle bir hesap yaptı mı? Eğer varsa varsayımlarını ve hesaplarını açıklamaları gerekir.

Yine, doğru dürüst bir fizik eğitimi bile almamış kimseler sık sık İstanbul Boğazı’ndan elektrik üretmeye kalkmakta ve politikacıları da inandırarak yaygara kopartmaktadırlar. Oysa basit bir hesabı yapabilseler, bu üretim potansiyelinin en iyi koşullarda 10MW civarında kalacağını göreceklerdir. Bunun yanında enerji elde edeceğiz derken yaptıkları hasarı, elektrik üretimi de dahil hiçbir gelir karşılayamayacaktır.


KARADENİZ’İN SU DENGESİ

Ama burada asıl önemli konu, bölgesel ölçekte büyük zararı olacağını düşündüğümüz Karadeniz su bütçesinin bozulmasıdır. Karadeniz’in su dengesi yukarıda bahsedilen hidrolik kontrollerin varlığı sayesinde sürdürülmektedir ve bin yıllardır niteliksel bir değişim göstermemiştir.

Son defa değişim gösterdiğinde ise (yaklaşık 7500 yıl önce) Nuh tufanı söylencelerine kaynaklık edecek büyüklükte değişimlere yol açmış olduğu paleo-iklim ve jeoloji kayıtlarıyla sabittir. Yine bu kayıtlar 300-400 yıllık bazı önemli doğal salınımlara işaret etmekte, sistemin ne kadar duyarlı olduğunu kanıtlamaktadır.

Türk Boğazlar Sistemi’nin yapısını değiştirecek çılgın proce’nin aşağıdaki hasarlara yol açacağını öngörebilmek için fazlaca hesap ve öngörü yapmaya da gerek yoktur, ama istenirse modeller ve var olan veri analizleri ile gösterilebilir:

YOL AÇACAĞI HASARLAR

* İstanbul ve Çanakkale boğazlarındaki su alışverişini düzenleyen hidrolik kontrol ve maksimum değişim rejimi saf dışı kalacağından, su seviyesi farklarının azalması ile, üst ve alt tabaka akıntılarında önemli değişimler olacak, Karadeniz’in su bütçesi ve dolaylı olarak dikey karışımı, atmosferle yüzey etkileşimi değişecek, bunun sonucunda sadece Türk Boğazlar Sistemi değil Avrasya bölgesel iklimi etkilenebilecektir.

Nehir sularının engelsiz olarak dışarı atılmasıyla Karadeniz’in tuzluluğu, dolayısıyla su kütlelerinin dikey karışımı artabilecek, bu da ekosistemin en duyarlı olduğu suboksik ara tabakanın ve hidrojen sülfür seviyesinin değişimine neden olabilecektir.

* Şu anda Karadeniz ve Akdeniz’e kıyasla sürekli yüksek plankton konsantrasyonları sergileyen Marmara’da, üretim fazlası ile oluşan yapışkan detrital malzeme “deniz karı” olarak çökelmekte ve derin Marmara çukurlarında oksijeni tüketmektedir.

Yüzeyden keskin bir tabakalaşma ile ayrılan alt suların şu anda tümüyle anoksik hale gelmemiş olması, Çanakkale Boğazı’ndan giren alt akıntı sayesindedir.

Karadeniz sularının açılan kanalla daha çok ve engelsiz olarak Marmara’ya ulaşması, buna karşıt alt akıntının azalması, hem daha çok ötrofikasyona ve şu anda da gözlenmekte olan alg patlaması, red tide, kay-kay, müsilaj olaylarında artışa neden olarak daha fazla organik madde çökelmesine yol açacak, alt su kütlesi oksijen yetersizliği’nden (hypoxia) oksijensiz koşullara (anoxia) doğru hızlı bir şekilde evrilebilecektir.

* İkinci boğazdan yeni giren suyun, kıyıya daha yakın bölgeden çekilmesi ile, mevcut İstanbul Boğazı akıntısına göre (biyolojik ve kimyasal açıdan) çok daha kirli olacağı ve miktar olarak artacağı açıktır.

Artan Karadeniz etkisi ile pelajik canlıların, balık göç yol ve davranışının, kışlama alanlarının etkilenmesi, Marmara’nın hemen hemen yarısını kaplayan sığ bölgelerde taban canlılarının yok olması kaçınılmaz olabilir. Olumsuz etkiler sadece Karadeniz ve Marmara ile sınırlı kalmayıp Çanakkale Boğazı’nı ve Kuzey Ege’yi de tehdit edebilecektir. Bu tehditler, toplu olarak ele alındığında, halen nefes darlığı yaşayan ekosistemin tümüyle allak bullak olması demektir.

* Tarihte ‘öküz geçidi’ (bosforos) olarak adlandırılmış olan İstanbul Boğazı’na rakip yeni geçidin varlığı, canlıların göç olanaklarını arttıracak, bu durumda daha fazla Akdeniz kökenli türler Karadeniz’e girecek, halen de gözlenmekte olan Karadeniz’in Akdeniz’leşmesi süreci hızlanacaktır. Birçok göçmen balık türünün Karadeniz’e geçmesi şu an çeşitliliği az ama ekonomik değeri büyük türlere dayalı Karadeniz balıkçılığını olumsuz etkileyebilecektir.

* İstanbul’un atık sularının Karadeniz’e iletilmesi için gerekli sistem boğazdaki keskin tabakalaşmadan yararlanılarak tasarlanmış, tasarımın etkinliği 1990’larda İSKİ için ODTÜ-DBE tarafından R/V BİLİM ve R/V ARAR araştırma gemileri ile yapılan, yüzlerce kez tekrarlanan profiller, akıntı ölçümleri, boya dispersiyonu deneyleri ile gösterilmiştir. Akıntı rejiminin değişmesi halinde arıtma sistemi etkisiz kalabilir, Marmara yüzey sularının daha da fazla kirlenmesine yol açabilir.


BİLİMSEL ÇALIŞMALAR ŞART

Bütün bu konular ciddi inceleme gerektirir, ancak deniz-bilimciler olarak bizler, büyük rant için yapılan bu projenin olası etkileri konusundaki ilk ‘çevre etki değerlendirme’ öngörülerimizi ücretsiz olarak proce sahiplerine ve bilgi edinilmesi amacıyla halkımıza sunuyoruz. (Not: Denizbilim’de ÇED gibi uyduruk para kapısı yöntemlere zaten yer olmadığını ve kararların daha sağlam bilimsel araştırmalara dayanması gerektiğini her zaman savunuyoruz). Umarız proce sahipleri objektif bilimsel çalışmaları desteklerler de, belki proce’nin proje haline gelerek değerlendirilebilmesini sağlayabilirler.

Son olarak bu yazıdaki bilgileri, görüşebildiğimiz deniz-bilimcilerin ortak öngörüleri doğrultusunda ve bugün bilinenlerin ışığında sağlamaktayız. Verdiğimiz bu bilgiler sonucunda yaptığımız yorumlar ise kişisel görüşlerdir ve uzun yıllarda elde ettiğimiz deneyimlerimize dayanmaktadır. Gündeme getirdiğimiz soruların kesin yanıtlarına sadece objektif bilimsel araştırmalarca ulaşılabileceğini burada yinelemek istiyoruz.

Benzer duyarlılığın nükleer santral yapımında da gösterilmesini, kararın şimdiki gibi zorlama ile değil, halkın güvenliğini ve doğanın sağlığını göz önüne alan ve halen de yapılmamış olan araştırmalar sonucunda verilmiş olmasını (iyi niyetle, hâlâ!) bekliyoruz.



2) ÇILGIN PROJENİN MATEMATİĞİ

Çılgın Proje’nin ODTÜ’lüler tarafından hesabı kitabı çıkartıldı! Doğrudan hesaplamaya başlayalım, kafamızda kanalı tasavvur ederek:

Ortalama kesit deniz geçiş kesitinin 200m. en x 50m. derinlik olacağını varsayalım. Sadece deniz seviyesinin 50m. altına inmek için ortalama 100m. derinlikte hafriyat yapılmalıdır. Deniz kotunun ortalama 50 metre üstünde bir arazi varsayalım.

Bu durumda kesitin 200m. en x 100m. derinlik hafriyat yapılacak. 0.2 km2lik kesit eder. Yan eğimler şu bu derken 0.25km2 kesit eder.

50 km. boyunda kanal açılacağına göre 50km. x 0.25km2 kesit = 12.5 milyar m3 kadar kanal hafriyatı olacak.

Kaya toprak özgül ağırlığı 2.8ton/m3 dersek toplam hafriyat ~35 milyar ton.

350 ton kapasiteli dev açık havza maden kamyonlarıyla 100 milyon sefer eder. Kendi ağırlıklarıyla 500 tonu asan kamyonların gideceği yollar açılacak, belki trenlere yüklenecek.

Kamyonların ortalama 50 km. katedecekerini düşünelim. Toplam 50 milyar km. katedilecek demektir. Bu kamyonlar arazi yollarında ilerleyeceğine göre km. başına 15 TL mazot yakacaklarını düşünürsek

1- Projenin yakıt kalem maliyeti 750 milyar TL edecektir. (Devlet projesi olup vergilerin tümü düşüldüğünde bu mebla 250 milyar TL kadar olacaktır.) 2000 kamyon alınacağını ve bunların günde 20 sefer yapacağını düşünürsek, günde 40000 sefer ile 2500 gün boyunca çalışacaklar.

2- Projenin hafriyat kısmı 7.5 yıl sürecektir. Kamyon fiyatı 20 milyon TL olsa sadece kamyon makine parkı 40 milyar TL olacaktır.

3- Aynı anda 20 yerden hafriyat başladığını düşünürsek 20 dev bant taşımalı/taşımasız kazar kepçenin her biri günde 100 kamyon yüklemesi yapabilir. 14 dakikada bir kamyon yüklemesi makul görünüyor.Bu dev kepçelerin her birinin 150 milyon, ikinci el olanlarının 100 milyon olduğunu düşünürsek (imalat, nakil, montaj, bakım vs)

4- Kazar kepçe bantlı-bantsız dev yükleyici makine parkı 2.5 milyar dolar olacaktır. Kanalın tüm yüzeyini yaklaşık 100+200+100m. kesit x 50000m = = 20milyon m2 = 20 km2 kabul edelim. Öyle veya böyle m2 başına 1 m3 beton, 100kg. demir bir şekilde kullanılacak diyelim. Beton m3 maliyeti her şey dahil vergiler hariç 100 TL, her şey dahil demir kilosu 2 TL olacak dersek m3 başına betonlama maliyeti 300 TL olacaktır.

5- Toplam betonlama maliyeti 6 milyar TL olacaktır. Projede sürekli çalışacak ortalama 50000 işgücü ortalama 8 sene boyunca 24 saat 3 vardiya görev yapacaktır. Bunlarin sadece 10000 kadarı 2000 kamyonun çifter şöforleri, bakım ekibi vs. 100 ay boyunca ortalama 4000TL herşey dahil maaşlar ödenecek diyelim.

6- 20 milyar TL işgücüne ödenecektir.

7- Toplam 8 milyar TL köprüler, mekanik, elektromekanik, deniz girişleri, ~15000 dönüm kanal+50000 dönüm şehirleşme amaçlı kamulaştırma bedelleri, sigorta, diğer kalemlere gidecektir. 250 + 40 + 2.5 + 6 + 20 + 8 = ~325 milyar TL toplam maliyet ortaya çıkıyor, birtakım indirimler sayesinde toplam maliyet 300 milyar tl olacaktır diye kabul edelim.. Ortalama 200000 TL den 200000 konut 40 milyar TL eder. Proje bitiminde kanal geçişinden günde 200 gemi ortalama 20000 TL geçiş ücreti öderse günde 4 milyon TL gelir ile yıllık gelir ~1.5 milyar TL olacaktır.

Sonuç: Projenin kendini geri ödemesi 200 yıl kadar sürer. Haydi hayırlısı, kolay gelsin.


Emin Özsoy ve Bayram Öztürk

(ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü, ozsoy@ims.metu.edu.tr, İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi, ozturkb@istanbul.edu.tr)


Cumhuriyet