21 Ağustos 2011 Pazar

BÜTÜN AVRUPALILAR GİBİ RANTI GÖRMEYEN, ÇAĞ ATLAMAYI BİLMEYEN AKILSIZ ALMANLAR İŞTE!

DEV KOLLARIYLA YEŞİLE SALDIRAN AHTAPOT


Alman insanın doğaya, yeşile olan sevgisi sonsuz.

Türk insanı da doğayı, yeşili sever, köyünü terk etmediği sürece! Büyük kente geldi mi, hele İstanbul’a yerleşti mi, yeşil sevgisi kısa sürede beton sevgisine dönüşüverir. 1950’li yıllardan bu yana yaşamakta olduğumuz bu sevginin sonu gelmeyecek gibi! Menderes’in başlattığı “yeşilin yerine asfalt ve beton misyonu”nu İstanbullu olmayan, fakat kendilerine “İstanbul âşığı” diyen halefleri hep sürdürdü. “Mavi gözlü” Dalan’ın bir zamanlar, restore edeceğine üzerinden silindirle geçtiği ve “yeşil alan” yaptığı Haliç kıyılarına ne zaman giderseniz gidin, temiz hava almaya gelmiş Allah’ın tek kuluna rastlayamazsınız. Dalan’dan sonrakiler de yeşil yerine beton-asfalt politikasını sürdürdüler. Ve her belediye seçiminden de zaferle çıktılar! Son 15 yıldır dikilen “ucube” gökdelenlerin, açılan yolların, altgeçitlerin, tünellerin, kavşakların sonu geleceğe benzemiyor. Üçüncü Boğaziçi köprüsüyle çevreyolları ve “çevreyol manzaralı” siteleri bizi bekliyor! İstanbul çoktan bir “ahtapot” kent! Dev kollarıyla yeşil alanlara saldırıyor, kanlarını emiyor, onları yutup bitiriyor.

Şehir Planlamacıları Odası İstanbul Şubesi’ne göre kentte kişi başına 1 metrekarenin altında aktif yeşil alan düşüyor.

Sağlıklı bir yaşam için bu oran 10 metrekare olmalıymış.

İBB’ye göre ise İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan 6.4 metrekare. Uçağınız İstanbul’un üzerinde inişe geçtiğinde bir aşağı bakın, Şehir Planlamacıları’na hak verirsiniz!

Avrupa’nın büyük kentlerinde her insan 20 ile 45 metrekare arasından değişen yeşil alandan tek başına yararlanıyor. Resmi verilere göre Tuna kenti Viyana’nın yüzde elli biri yeşille kaplı! 

Bütün bunlardan niçin mi söz ettim? Geçenlerde Stuttgart yakınlarındaki Horb 2011 eyalet bahçecilik gösterisinde gezinirken aklıma geldi de onun için. Tarihi kentin hemen yanı başında, Neckar akarsuyunun kıyısında on bir hektarlık yepyeni bir yeşil alan gerçekleştirildi.

Üç yıllık bir çaba ve 4 milyonluk harcamanın ardından ortaya 1.5 kilometre uzunluğunda mükemmel bir park çıktı. Aşağıdan, akarsu kıyısındaki düzlükten baktığınızda evleri, duvarları ve kilise kuleleriyle tarihi Horb kentinin çok pitoresk bir görünümü var. Şimdi burada, su kenarında üç yıllık bir çaba sonucu gerçekleştirilen yeşil alan geleceğin insanlarına bırakılan çok değerli bir miras! Amaç, nehri islah ederek, kıyısını yeşillendirerek Horb’da ve çevresinde yaşayanları nehire çekmek, suyu kent yaşamının içine almak, insanlara nesiller boyu kullanacakları bir yeşil alan bırakarak yaşam kalitesini arttırmak.

Eylül sonuna kadar giriş ödeyerek gezilen ve yaz boyunca bine yakın etkinlikle zengileştirilen bu bahçecilik gösterisine 200 binin üzerinde ziyaretçi bekleniyor. Sayısız tür çiçekle dolu yataklar inanılmaz renkleriyle gözleri kamaştırıyor, oluşturulan çiçek dekorasyanları bir oyunu andırıyor. Alanın bir köşesine de yörenin değişik sebzeleri ve o doğada yetişen baharatlar dikilmiş. Çocuklar oyun bahçelerinden zaman buldular mı, renkler arasında koşuşturuyorlar.

Almanya’nın her eyaletinde birer küçük kentte benzeri projeler sürekli gerçekleştiriliyor. Ülkede ayrıca, her yıl bir başka büyük kente de aynı projeyle yeşil alanlar kazandırılıyor.

Stuttgart’ın merkezinde 10 kilometre uzunluğundaki yeşil alan ve park da bu projelerle gerçekleştirildi.

Mimarlar, plancılar, doğaseverler, bahçevanlar ve yerel politikacılar bir araya geldi mi ve hepsi de iyi niyetli oldu mu, mükemmel ve kalıcı bir şey çıkıyor ortaya. Siz bana 15 milyonluk İstanbul’da tek bir büyük park gösterebilir misiniz içinde çocukların koşuşturup, oyunlar oynadığı, annelerin bebek arabalarıyla gezindiği, sıralarda oturan yaşlıların, sohbet ettiği, sevgililerin el ele dolaştığı? Bu hiç gerçekleşmeyecek düşten başka bir şey değil! Viyana’da, Londra’da, Paris’te ya da 60 yıl öncesinin Taksim İnönü gezisinde sandım kendimi birden, kusura bakmayın...


Ahmet Arpad

Cumhuriyet
www.ahmet-arpad.de


6 Ağustos 2011 Cumartesi

DEMOKRATİKLEŞTİRDİKLERİNDEN(!) MİSİN KOYUNUM

‘İNSANLARI KORKUTARAK…’


Bu hafta köşeme John Howard Lawson’u konuk edeceğim. Lawson, Hollywood’un en nitelikli yazarlarından biriydi. McCarthy döneminde, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle “Amerika’ya karşı çalışmalar”ı araştıran komitenin karşısına çıkarılmıştı. Duruşmada bildirisini okumak istemişti Lawson; ama komite buna izin vermemişti.

Aşağıda yazarın okutulmayan bildirisini sunuyorum:
***
Bu komite, lekelemek, yıkmak istediği Amerikan yurttaşlarını, yasaların dışına çıkarak, dürüst olmayan bir biçimde, bir haftadır suçlamaktadır. Ame­rikan halkı bu durumu tek kelimeyle özetliyor: çirkef. Mantıklı insanlar çirkefle uğraşmazlar. Ama o çirkefin nereden geldiğini bulmamız, o çirkefte başkalarıyla birlikte boğulmadan buna bir son vermemiz gerekiyor. Kaynak apaçık ortada. “Kanıt” dedikleri şeyleri, satılmışlardan, akıl hastalarından, reklam peşindeki soytarılardan, Gestapo ajanlarından, muhbirlerden, karacahil ve korkak birkaç Hollywood sanatçısından elde etmişler.

O insanlar, birey olarak önemli değildirler. Birey olarak ben de önemli değilim. Bu komitenin beni yık­maya, çalışmamı engellemeye, daha da kötüsü, bir Ame­rikan yurttaşı olarak beni onurumdan etmeye çalışması, bunu herhangi birine yapabildiklerini göstermek bakı­mından önemlidir.

Bu arada, anayasanın hiçe sayılması konusuna dokunmayacağım. Durum o kadar ortadadır ki, ayrıntılara girmeye gerek yoktur.

Lekelemek için yazarların, sanatçıların seçilmesi şaşırtıcı değildir. Yazarlar, sanatçılar, bilim adamları ve eğitimciler, demokrasiden nefret edenlerin ilk hedefleridir. Yazarın demokrasilerde özel bir sorumluluğu var­dır, düşünce alışverişini geliştirir. Düşüncelere sınır çiz­mek ve haberleşmeye sansür koymak amacını güden, bu amaçlarını tutanaklarda da belirten kimselerin saldırısına uğramaktan onur duyuyorum...

Siyasal ve toplumsal görüşlerim çok iyi bilinmek­tedir. Yaygın bir sanat olarak sinemaya inancım da çok iyi bilinmektedir.

Hiçbir zaman, kendilerini diktatör ilan edenlerin, düşünceye sansür koymaya kalkışan Gestapoların ve bu çeşit komitelerin buyruğuna göre yazı yaza­cak değilim. Söz özgürlüğüm satılık değildir; sizin vere­ceğiniz tavsiye kartlarıyla iş bulacak kadar alçalmadım.

Senaryolarını yazdığım filmleri milyonlarca Ameri­kalı gördü, onayladı. Beni karşınıza almanız, onları kar­şınıza almanız demektir.

Bir yurttaş olarak yalnız değilim burada. Yüz otuz milyon Amerikalının temsilcisiyim. Beni yıkmanız, hiç­bir Amerikalının güven içinde bulunmaması demektir. Tarladaki çiftçiyi, ormandaki oduncuyu, makinesinin ba­şındaki işçiyi, hastanedeki doktoru da çağırabilirsiniz buraya — onları işlerinden eder, onurlarını lekelemeye kalkışabilirsiniz.

Komite Başkanı J. Parnell Thomas küçük bir poli­tikacıdır; daha büyük güçlere hizmet etmektedir. O güç­ler, ülkemize faşizmi getirmeye çalışmaktadırlar. Ame­rikan halkının özgürlüğünü ve haklarını elinden almak için uydurma bir tehlike yaratmaya çalışmaktadırlar. İn­sanları korkutarak özgürlükleri kısıtlayıcı yasalar ge­tirmeye çalışmaktadırlar.

Biraz tarih bilgisi olanlar, bu yöntemi iyi bilirler. Yüzyıllar boyunca“kızıllar”dan, “komünistler”den, “ya­sa ve düzen düşmanları”ndan söz edilerek birçok ülkede diktatörlüklerin kurulması sağlanmıştır.

Söz özgürlüğüyle düşüncelere zincir vurma çabası arasındaki savaş, halkla bir azınlığın, halktan korkan bir azınlığın arasındaki savaştır aslında. Haberleşme özgür­lüğüne saldırı, halkımıza saldırıdır.

Ama halkımız o saldırıyı nasıl karşılayacağını bilmek­tedir. Bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da hak­lar korunacaktır.


Ülkü Tamer

Cumhuriyet


DEMOKRASİ(!) UĞRUNA BEDEL ÜSTÜNE BEDEL ÖDETİLİR!

SUÇLAMALAR VE YALANLAR ÜSTÜNE - 2

Geçen haftaki yazımdan sonra kimi okurlarım ABD’de McCarthy döneminden başka örnekler olup olmadığını sordular. Örnekler çok. Suçlamalar ve yalanlar üstüne kurulu o siyasal ortamdan pek çok örnek sunulabilir. Bu hafta da bazılarını aktarıp konuyu (şimdilik) kapatayım.

İş arkadaşlarının, yakın dostların, kardeşlerin birbirlerini “ihbar” ettikleri, toplumdaki güven duygusunun inanılmaz ölçüde zedelendiği, “İhanet Yılları” olarak adlandırılan bir dönemdi bu. Kullanılan en yaygın araç, “yalan”dı.

Bu araç, yıkımda kullanılıyordu en çok. Kendilerini “cadı kazanı”nın dışına atmak için çabalayanlar, bu araca başvuruyor, en yakınlarına bile kara çalmaktan kaçınmıyorlardı. Yalana, savunma amacıyla sarılanlar da görülüyordu.

***
Amerika’ya Karşı Eylemleri Araştırma Komitesi’nin tutanakları da zaman zaman güldürü niteliğine bürünüyor. Ama düş ürünü değil bunlar. Bütün bütüne gerçek. Çoğu kere yalan üstüne kurulu.

Kardeşi Gerhart Eisler’i “korkunç bir terörist” olarak nitelendiren Ruth Fischer, Komite’ye verdiği ifadenin bir yerinde şöyle diyordu:

“Paris’teki lokantada oturuyorduk, içeriye kardeşim girdi. Oğlum, ‘Gerhart Amcam geldi’ dedi. Ama Gerhart, o Bolşevik bakışlarıyla bakıp gitti.”

Söylenecek doğrular kalmayınca, bakışlar da “Bolşevik” olabiliyordu hemen.

“Hollywood salon filmleri”nin şık oyuncusu Adolphe Menjou da aşağı yukarı aynı şeyleri söyleyebiliyordu:

“Bir oyuncu, usta bir oyuncuysa tabii, bir bakışla, ses tonunu hafifçe değiştirmeyle komünizm propagandası yapabilir.”

Sinema endüstrisindeki “kızıl örgüt” üyelerinin adlarını saydıktan sonra, ABD’de Komünist Parti’nin zor kullanarak devleti ele geçirmeye çalıştığını söylüyordu. Kara çalanların kullandıkları araca sarılıyor, “Stalin, yakında Vişinski’yi de, Molotov’u da öldürtecek” diyordu. “Lenin’le Gorki’yi o zehirletmedi mi? O öldürtmedi mi?”

Bunun üzerine Komite üyelerinden John McDowell dayanamıyor, “Karşımızda büyük bir yurtsever var” diye haykırıyordu.

***
Yalanı araç olarak kullananlar, komünizm karşıtları değildi sadece, Komünistler de zaman zaman aynı silaha sarılıyorlardı. 1947 Mayıs’ında İtalyan Komünist Partisi’nin dağıttığı bir kitapçıkta, İspanya’da özgürlük uğruna çarpışan Gary Cooper’ın Philadelphia Komünist Federasyonu’nun düzenlediği bir toplantıda doksan bin dinleyiciye seslendiği yazılıydı.

Oysa Gary Cooper, yaşamı boyunca Philadelphia’ya adım bile atmamıştı.

Yine 1947 yılında Yugoslavya’da Komünist Parti’nin dağıttığı bir bildiride, Gary Cooper’in, Tyrone Power’ın, Alan Ladd’in solcu oldukları gerekçesiyle tutuklandıkları, Buster Crabbe’in de Broadway’de kurşunlanarak öldürüldüğü belirtiliyordu. “Buster Crabbe’in ölümü Hollywood’da büyük gösterilere yol açtı. Ünlü sinema yıldızının cenaze töreninde 150.000 kişi bulundu; tabutunu yoldaş Gary Cooper ile Tyrone Power gibi oyuncular taşıdılar,” deniliyordu.

Cooper, komünizme karşıydı (ama tanıklığı sırasında “muhbirlik” etmemişti); Tyrone Power ile Alan Ladd’in solculukla ilgileri yoktu, tutuklanmamışlardı; Buster Crabbe ise yaşıyordu.


Ülkü Tamer

Cumhuriyet




3 Ağustos 2011 Çarşamba

TUTUNAMAYANLAR…


Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanını bizim kuşak 1980’lerin ortasında keşfetti. 1970’te TRT Roman Ödülü kazanan Atay’ı 1980 sonrasında yeniden güncel kılan belki de 12 Eylül ortamının yarattığı büyük toplumsal yıkımdı.
O dönemde İzmir’de mesleğe usul usul damgasını vurmaya başlayan kuşağın önemli bir bölümü 12 Eylül öncesinin politize ortamından etkilenmiş, içinde yer almıştı. Meslek büyüklerimiz onları kendi bakış açıları ve ağabeylikleriyle, Türk toplumunun gerçekleriyle tanıştırıyordu.

Arkadaşlardan biri Tutunamayanlar’ı okuduğunu söyleyince bir ağabeyimiz şakayla karışık takılımıştı:

“Ula oğlum önce tutunanları okusana.”

***
Oğuz Atay’ı o yıllarda hep gençlik hayallerimizin gölgesinde okumuştum.
Temmuzda yeniden bir başka gözle okudum. Atay, 20. yüzyılın ortasındaki devlet yapımızı, aydınlarımızı, gençlerimizi, toplumsal değerlerimizi acımasızca ama sanki bütün bunların acısını içinde hissederek anlatıyor. Roman kahramanları Selim ve Turgut’un kişiliğinde ve etrafında bütün toplum ve insan perdelerini indiriyor. Mizahı da öyle bir kullanmış ki hani“öfkeli mizah” diye bir kavram ortaya atılsa yeridir.

Selim, Turgut, arkadaşları sanki etrafımızda yaşayan insanlarmış gibi ete-kemiğe bürünüyor.

Yaşamın içini doldurmaya çalışırken söyleniyorlar:
“Hayatın başı ve sonu belli; hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıydım...” (sy. 447)

Genel tarihe bakışı alaya aldıktan sona “ciddi” bir karakterin davranışını tarif ediyor:
“Aklını başına toplamak için saçlarını tarar.” (sy. 239)

Şarkılar yazan Selim, dönemin eğitim anlayışına, Atatürk’e bakışına gönderme yapar:
“Ve büstlerinden yalnız göğsüne kadar tanıdığım Atatürk...” (sy. 119)

Toplumun her kesimini deşeleyen Atay, elbet köşe yazarlarına da dokundurmalıydı:
“... Fıkra köşesine adını bile bulmuş, köşe kapmaca diyecekmiş.” (sy. 487)

Turgut uzun uzun Dickens, Dostoyevski, Ömer Seyfettin, Goethe, Beethoven bilgisi parçaladıktan sonra kendisini tarif ediyor:
“Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada.” (sy. 581)

Bir insanın kendisini tükenmiş hissetmesinin Atay’ca tarifi şöyle:
“Bir silgi gibi tükendim ben. Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: Mürekkeple yazmışlar oysa. Ben, kurşunkalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım.” (sy. 598)

Atay, kahramanlarını “dün” ile “yarın” arasında sert ifadelerle tartıştırıyor:
“Bir gün öncesine korkak bir bezirgânlıkla sarılmadan yaşayabilecek miyiz? Yoksa, yarından korktuğumuz için düne köle gibi bağlanacak mıyız?” (sy. 350)

Selim’in yazdığı şarkılardan bir kesitle noktayı koyalım:
“Şol cennetin ırmakları, akar Allah deyu deyu / Öğle namazında güneş, yakar Allah deyu deyu / Geç katıldı bu kervana, Allahım yakındır sana / Bir o yana bir bu yana, bakar Allah deyu deyu.” (sy. 131)


***
Atay, insanı, içinde onlarca oda, yüzlerce dolap, raf, kiler bulunan kocaman bir evi tek tek tarif eder gibi anlatıyor.
Tutunamayanlar’ı okurken ille de bir yere tutunmanız gerekmiyor, zaten o sizi geçmiş, gelecek, bugün arasında bir salıncak gibi yolculayıp duruyor.
Atay, 40’lı yaşlarda yitirdiğimiz edebiyatçılarımız arasında. Yaşasaydı Tutunamayanlar’ın arkasını getirecekti.

Toplum bugün nasıl?
Temmuzun ikinci yarısında Prof. Yılmaz Esmer başkanlığında yapılan“Dünya Değerler Araştırması”nın Türkiye sonuçları şu başlıkla açıklandı:
Türk halkı mutlu.
İnsanlarımızın yüzde 77’si mutluyum demiş.
Ne güzel...
Gazetelerde yer aldığı kadarıyla sonuçların ayrıntılarına baktım.
Yüzde 63, parlamentoyla, seçimlerle uğraşmak zorunda kalmayalım, güçlü bir lider ülkeyi yönetsin, demiş.
İnsan haklarına büyük ölçüde saygı gösterildiğine inananların oranı sadece yüzde 15.
İşini kaybetme endişesi içindekilerin oranı yüzde 68.
Çocuklarına iyi bir eğitim sağlayamama endişesi duyanların oranı yüzde 76.
Kadına şiddet gereklidir diyenlerin oranı yüzde 30.
Ve halkımız mutlu...

Atay gibi toplumun karaciğerine kadar inecek, her şeyi tüm çıplaklığıyla gözler önüne serecek edebiyatçılara gereksinmemiz var.

Oğuz Atay bu yüzden hâlâ güncel.



Mustafa Balbay

Cumhuriyet