31 Aralık 2010 Cuma

SORUNU ÇÖZMEYİP KULLANABİLDİĞİNCE KULLANMAK


SORUNLARI DİRİ TUTMAK


Demokrasi, bireylerin ufku kadar büyür, gelişir. O nedenle demokrasiyi amaç değil de araç olarak görenler o ufku olabildiğince dar ve ellerinde tutmayı yeğlerler.

Bunun yöntemleri ülkelere göre değişir. Elbette ufkun derinliği de...

Mısır gezim sırasında Kahire’de görmeyi planladığım yerlerden biri “Ölüler kenti” diye bilinen 5 bin yıllık mezarlıktı.

Eski Mısır’da ölümden sonra hayat olduğuna inanılıyordu. Bu yüzden de mezarlar oda şeklindeydi. O mezarlıklardan birinde iki bine yakın insan yaşıyor. Yoksul ve evsiz Mısırlılar oda mezarları mesken tutmuşlar. Adı da oradan geliyor.

Kahire rehberinde burası anlatılıyor ama, gidilmesi tavsiye edilmiyor. Tehlikeli... Kaldığım pansiyondaki Mısırlı çalışanlara sordum. “Gitme” dediler, “hele tek başına”...

Israr edince, yöntemini söylediler.

Tanıdıkları bir taksiyle gideceğim. Taksi şoförleri prensip olarak mezarlığın dış kapısından içeri girmiyor. Beni orada bekleyecek. Girişteki delikanlılığa yürüyen çocuklara iki ekmek alabilecekleri kadar Mısır Lirası vereceğim. Onlar bana rehberlik edecek. İç kesimlerde odalarda fotoğraf çekmek istediğimde yine 2-3 ekmek bedeline karşılık para vereceğim. O insanlar için 100 doların bir kıymeti yok, ama 2 ekmek parası çok büyük. Bu yöntemle 10-15 dolar karşılığı Mısır Lirası harcayıp birkaç saat “Ölüler kenti”nde dolaştım, fotoğraflar çektim, 14-15 yaş grubundan arkadaşlar edindim.

Dönüşte taksi şoförünün ilk sorusu şu oldu:

“Her şeyini kontrol ettin mi? Çalınan bir şey var mı?”

Takıldım:

“Çantam... Her şey yanımda da, galiba aklım orada kaldı.”

Mısır’da pirince yüzde 10 zam gelsin, halk ayaklanır. Eldeki hakları da götüren bir dizi yasa çıksın, pirinç tanesi kadar hükmü olmaz.

Taksi şoförünün anlatımı buydu.

***

2011 seçim yılı...

YSK 12 Haziran’da seçimlerin yapılmasına göre kendi hazırlıklarını sürdürüyor. Başta iktidar olmak üzere siyasi partiler seçim havasına girdi.

Mısır örneğinden de yola çıkarak bizdeki demokrasi ufuklarını şöyle sıralayamaz mıyız:

- Elektrik, su gibi düzenli borçların silinmesi.

- Vergi affı getirilmesi.

- Kimi kamu görevlilerinin disiplin ve benzer suçlarının ortadan kaldırılması.

- Evlere makarna, pirinç, kömür gibi temel gereksinimlerin devletin değil de iktidar partisinin yardımıymış gibi dağıtılması.

- Aynı yöntemle belli bölgelerde okula giden çocuk başına annesine ayda 50 lira verilmesi...

Alın size ileri demokrasi...

Alın size demokrasinin tabana yayılması...

Alın size halk iradesinin bağımsız, hür tercihle tecellisi...

Bugün Türkiye’nin geldiği noktada yukarıda sıraladıklarımıza karşı çıkarak siyaset yapmak neredeyse olanaksız. İş, bu noktaya getirildi.

Bu kış kıyamette dar gelirli bir yurttaşımız için bir ton kömürün maddi karşılığı ölçülemez. O yurttaşımız, “Ben neden bir ton kömüre muhtaç hale geldim” diye sormuyor, “Kömürümüz oldu, Allah hükümete zeval vermesin” diyor.

Demokrasimizin ulaştığı aşama bu...

***

Seçime giderken hükümetin uyguladığı bir başka yöntem şu:

Sorunları diri tutmak; çözmek yerine kullanmak.

Seçim meydanında üç “sorunu” seçim fırsatına çevirmeyi planlıyorlar.

Türban yasağı, Kürt sorunu, darbe iddiaları.

Türbanda CHP’nin konuya el atmasına, olayı büyütme girişimleriyle karşılık verdiler.

Kürt sorununda bütün somut umutları 13 Haziran sabahına takvimlediler. Darbe iddialarını derinlemesine ve hızlı sorgulamak yerine taksit taksit, gerektikçe “deşiyorlar”. Olmuş hiçbir darbe, verilmiş hiçbir muhtıra soruşturulmuyor ama, “hazırlık hareketi”, “eksik teşebbüs” deyip bir dizi ucu açık dava oluşturuluyor.

2011 seçimleri demokrasiyi ileri-geri götürmesin, rayına oturtsun yeter.


Mustafa Balbay

Cumhuriyet
ankcum@cumhuriyet.com.tr

25 Aralık 2010 Cumartesi

“BENİM DEMOKRASİM” DEMOKRASİSİ


TORBALI DEMOKRASİ…


Bizim dünya demokrasi ve hukuk tarihine yaptığımız katkılar toplansa, kaç cilt tutar bilinmez.

Son örneği torba yasa.

Avrupa ülkelerinden geçtik, demokrasisi rayına oturmuş herhangi bir ülkenin parlamento temsilcilerine sorsak:

- Yılda kaç kez torba yasa çıkarırsınız?

“Affedersiniz, biz torba ile ilgili sık sık yasa çıkarmayız...”

- Yok canım, olur mu öyle şey. Sizin iktidarın elini kolunu, midesini, beynini, gözünü, kulağını rahatlatacak önemli yasa değişikliklerini bir torbaya koyup çıkarmıyor musunuz?

“Tam anlamadım ne demek istediğinizi. Biz yasaları torbaya koymayız. Parlamentoda tartışırız, toplumun ilgili birimlerinin görüşünü alırız, ona göre çıkarırız. Torba ile ilgili yasa da ambalaj yasasını ilgilendirir. Yasanın öngördüğü standartta torba üretilir!”

- Anlaşıldı, sizin demokrasi daha gelişmemiş. Torba torba ekmek yemeniz lazım!

***
Meclis’in aralık ayındaki “önemli” işlerinden biri olan “bazı kanunlardaki değişiklik teklifi”nde yani siyasette bilinen adıyla “torba yasa”da şu değişiklikler yan yana:

- Sayıştay’ın bazı büyük kamu yatırımlarını denetlememesi. (Denetleme olmayınca, yolsuzluk yapılıp yapılmadığı da belli olmayacak. Böylece yolsuzluklar önlenmiş olacak!)

- Kamu görevlileri hakkında açılan tazminat davaları kaybedilirse, devlet ödeyecek. Devlet kimi hallerde bunu kamu görevlisinden alacak. (Kamuoyunun Haberal yasası diye bildiği bu değişiklikle Ergenekon hâkimleri tazminat ödemekten kurtulacak ama, ola ki AKP’nin istemediği bir kamu görevlisi mahkûm olursa kendisinden kesilmesinin kapısı da açık kalacak. Bu yasayı AKP getirmişti, AKP değiştiriyor. Şimdi de torbadan çıkardılar, Hukuk Muhakemeleri Yasa Tasarısı’yla yeniden gündeme getirecekler.)

- 100 bine yakın çalışanın devlet içinde bağlı olduğu kurumunun değiştirilmesi hakkındaki kanun. (İşçi statüsünde çalışan bu kişiler sendikalıydı. Böylece 2 büyük sendika küçültülecek.)
- Görevi kötüye kullanma suçlarını değiştiren kanun. (Özetle görevi kötüye kullanma diye bilinen, tanımlanan suçlar, görevi iyiye kullanma sayılacak.)

- Polisin terfi yasasında değişiklik. (Yürürlükteki düzenlemeye göre işkenceden ceza alan, yargılanan polis terfi edemiyordu. Değişiklikle edecek.)

Torbanın içindekilerden bir demet sunduk.

Bu yasalar arasında ortak bir yön bulana kocaman bir yılbaşı hediyesi!

***
Torbanın büyüğü bambaşka...

Artık biliyorsunuz; kevgire dönen vergi yasalarındaki değişiklik“af” olarak sunulmuyor. Hem sözcük hoş değil, hem de sanki bir suç işlenmiş gibi... O nedenle buna “vergi barışı” diyoruz.

Elbet bu durumda sorabilirsiniz:

- Vergi bir savaş mı ki barışı olsun?

Savaş değil ama, barış sözcüğü her kapıyı açtığı için sempatik geliyor.

Vergi barışı ile birlikte şöyle bir özdeyiş de üretebiliriz:

Vergi veren enayi, vermeyen en iyi!

Bir tane daha:

Vergiyi vereni mahvet vermeyeni affet!

Daha ileri gitmeyelim, barışı bozmayalım.

Başta verdiğimiz örnekte olduğu gibi, demokrasinin bizim kadar ileri değil de normal olduğu ülkelerde vergi sistemleri kolay kolay değişmez. Bizde ise ilk başvurulan yöntemlerden biri.

Bugünkü evrensel parlamanter sistemin kökenlerinde halkın kendi kendini yönetmesinden çok, verdiği vergilerden oluşan bütçenin nereye harcandığını denetleme, bilme istemi yatmaktadır.

Ekonomiden sonra demokrasimiz de hızla kayıt dışına çıkıyor!


Mustafa BALBAY
ankcum@cumhuriyet.com.tr



22 Aralık 2010 Çarşamba

YOKLUĞUN PAYLAŞILDIĞI GÜNLERDE

CHP’DE KOŞMAK ZAMANI

1943’ten 1945’e, Sapanca. Türk ordusunun ilk motorize bölüğüne komuta ediyor Yüzbaşı Ali Kazım. Bölüğün kamyonu var, lastiği yok. Lastiği var, benzini yok. Zaten ekmek de “karne”ye bağlı.

Zamanın deyişiyle “neferler”in büyük bölümü Doğulu, çoğu da Kürt. Düpedüz Kürt demek yasak değil, olmak da, henüz... “Netekim”, karda yürürken kırt kırt sesi bile çıkaramıyorlar: Postalları yok. 
Paramparça çarıklarını iplerle tutturuyorlar. Yünlü çorapları, üniformaları yamalı.

Çoğu, üç dört yıldır asker. İkinci Dünya Savaşı’nın başından beri ordu teyakkuzda.

Yüzbaşı Ali Kazım, Almanlar Paris’e girerken geri çağrıldığı Ecole Polytechnique’te okuduğu “moteur a reaction” mühendisliğini, Sapanca’da lastiklere yama, delik karbüratörlere kaynak, bozuk motorları tamirde kullanıyor. Terhis olamayan askerler gibi yorgun kamyonlar, bitkin cipler de emekliye ayrılamıyor ordudan. Öylesine bir yokluk, yoksunluk yılları.

Varlıkta dayanışmayan insan, yokluğu paylaşıyor. Subayların durumu da erlerden farklı değil.

***

Komutanla Kürt askerler arasında, Dersim isyanı sırasında Ali Kazım’ın hayatını kurtaran Kürt “nefer”in hatırasından doğan bir aşk hikâyesi var. Komutan Kürt askerleri, Kürt askerler komutanı seviyor. Hiçbiri Türkçe bilmiyor. Onlara Türkçe, okuma yazma öğretiyor, öğrettiriyor. Onları da işe koşuyor, hem de nasıl! Ağaç oluklar oydurup dağlardan akar su getirtiyor, duşlar, tuvaletler yaptırıyor. 
Göğüs göğüse çarpışılan düşman, bitlere karşı savaş, kazınan kafaları gazla yıkama ve temizlikle kazanılıyor...

Ama ayaklarında hâlâ çarıklar. Yok çünkü, postal yok.

Sonunda tayini çıkıyor Yüzbaşı Ali Kazım’ın. İstanbul’da bir hafta izinden sonra, yeni görev yeri Merzifon. Ama izne çıkmadan önce yapacağı bir iş var babamın: Amerikan gemileri, Mersin’e askeri yardım yığmış... Atlıyor külüstür bir Dodge’a, ver elini Mersin. Motorlu araçlara yedek parça, özellikle de gıcır gıcır postallarla tıka basa dolduruyor kamyonu, doğru Sapanca. Yolda bozulan Dodge’u tamir için altına girdiğinde ne hale geldiyse, dönüşte bölüğün ortasında teğmenleri törenle yakıyorlar komutanın çamurdan taşlaşmış eski kaputunu.

Ali Kazım, erlere yepyeni Amerikan postalları dağıtıyor. İstiyor ki yıllarca askerlik yapan yoksul Anadolu çocukları, memleketlerine hiç olmazsa, yıllarca giyebilecekleri sağlam bir çift papuçla dönsün.

***

Ayrılık günü gelip çatıyor. İstanbul’a kalkan tren, bir sonraki istasyonda -galiba Harmandere- durduğunda, vakit gece. Peronda on, on beş asker, bölükten gizlice ayrılıp Yüzbaşılarına veda etmeye gelmişler. Pencereyi indiren babam onlarla helalleşirken bakıyor, ayaklarında yine iplerle bağladıkları yırtık çarıklar...

Devir teslim yaptığı yeni komutan, babamın hemen ardından, askere dağıtılan yeni postalları -kimbilir neden?- toplatmış.

Öksüzler ve yetimler kolay ağlamaz. Benim babam da bir Trablusgarp şehidinin oğluydu. Bizlere Kırıkkanat soyadını veren şehit pilot kardeşi Nazım da cabası... Dolayısıyla kolay ağlamazdı.

Ama o geceyi, ablam Suna anlatır: Askerlerinin görüntüsü karanlığa karışırken trenin ardında, pencereyi kapayıp hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamış Yüzbaşı Ali Kazım, postalla değiştiremediği makus çarıklara.

***

Kemal Kılıçdaroğlu’nu babama benzetiyorum.

Oysa fiziki anlamda hiç benzemiyorlar, üstelik devletten analık, liderden babalık bekleyen bir kul değil, tam tersine, hesap soran bir yurttaşım ben. Ama, işte nedense, aynı yaşlarda olmamıza karşın, Kılıçdaroğlu’nu dinlerken, babamı dinler gibi oluyorum. Onun inançlı dürüstlüğünü, inatçı iyiliğini, ilkelerini ve ülkülerini buluyorum sanki, ilk kez bir politikacıda.

Bülent Ecevit dahil, gelmiş geçmiş hiçbir lidere böyle duygular beslememiştim. Kemal Kılıçdaroğlu, bizden biri, ancak yüce yüreklerin olabildiğince alçakgönüllü, ulaşılır ve eşit bir dost, gibi.

Bu ülkede geleceğe kalkan trenlerin ardından hâlâ tabanı delik, üstü yırtık lastik çarıklarla koşan çocuklara gıcır gıcır, sağlam postallar vermek istediği, o kadar belli ki...

‘G’ NOKTASI

İlk kez bir CHP Kurultayı’ndan yeni yüzler, yeni adlar, gençler çıktı. Salt kendi boylarını aşmasın diye bu partiyi halktan koparan, oydukları içine çöreklenen ve Türkiye’yi AKP iktidarına mahkûm edenler, tahliye edilmekten elbette hoşnut değil. PM’ye seçilenleri partilinin tanımamasından yakınıyor, yok yargıydı, yok YSK’ydi, dirilen CHP’yi yeniden gömmeye, yeni yönetimi sallamaya çalışıyorlar.

Oysa CHP seçmeni, asıl onlardan, fazlasıyla tanıdığı yüzlerinden de, sözlerinden de bıktı, usandı, gına getirdi. Öylesine sıkıldı ki, suratlarını görünce kulaklarını tıkıyor, dinlemiyor artık. Konuştuklarında, ne söyleyeceklerini ezbere biliyoruz. Yıllardır bu partinin pencerelerini kapayıp temiz havayı içeri sokmadıklarını, gençliğe kuşkuyla, yeniliğe, dünyaya korkuyla baktıklarını da... Korktular da neyi kurtardılar? Türkiye’yi mi, sosyal demokrasiyi mi?

CHP’yi artık siz kurtarmayın beyler, hanımlar. CHP sizden kurtulsun, yeter.

.....

“İskarpinlerim yeteneklidir.”

FRED ASTAIRE



Mine G. Kırıkkanat

www.minekirikkanat.com
Cumhuriyet

BİLGE DER Kİ “KULAKTAN İÇİLİR RAKI”

DÜNYA RAKI GÜNÜ…


Geçenlerde sordular; “Dünya Rakı Günü’nü kutladınız mı?”

Utancımdan yüzüm kızarmasa da sesim soluğum kesildi… “Merak etme” dediler ve eklediler: 
“Aralık ayının ikinci cumartesisi olsa bile yılbaşına kadar yaydılar; denebilir ki aralık artık Dünya Rakı Ayı.”

Demek ki 10 gün kaldı bu “milli” günü kutlamaya... Öyle ya, rakı resmen milli içkimiz ilan edildiğine göre, kutlaması da aynı tanıma yakışır duygular içinde olmalı...

Yavuz Akalın, bu anlamlı gün için neden aralık ayının seçildiğini özetle şöyle açıklamıştı: “Balığı bol, mevsimi soğuk, geceleri uzun ve harflerinden ‘rakı’ yazılabilen yegâne ay aralık... Bir kayda rastlanmamakla beraber Bekri Mustafa’nın da aralık ayının ikinci cumartesi gecesi doğduğu rivayet edilir...”

Biliyorsunuz Bekri Mustafa, Osmanlı döneminin halk kahramanlarından… Rakının doğuşu ve millileşmesi de Osmanlı döneminden… Hangi ansiklopediyi açarsanız açın, rakının Türk içkisi olduğunu yazar. Sakız rakısı Mastika’nın bile ilk kez Türkiye’de üretildiği biliniyor. Bu nedenle “Oy oy mastika mastika, sigarası malbora” türkümüzün tarihsel kökeninde de bu gerçek yatıyor.

Araştırmacılar rakının ülkemizdeki serüveninin 300 yıla uzandığını belirtiyor. Yunan belgelerinde de “uzo” denen Yunan içkisinin Kirios Stavrakis adlı bir Osmanlı doktoru tarafından bulunduğu yazılıdır...

Anadolu’da bugün de evlerde üretilen “boğma rakı”nın yüzlerce yıllık geleneğe dayandığını biliyoruz… Ne var ki bu üretim tarzı, ölçüsü kaçırılan alkol oranına bağlı hastalıklara neden olduğundan, Cumhuriyet hükümeti 1926’da rakıyı devlet tekeline almış... Yani bugünkü sağlıklı rakı üretimini de Cumhuriyet Devrimi’ne borçluyuz.

İşte böylesine, hem milli hem de Cumhuriyetin armağanı olan rakımızı kutlamak için aralık ayı bitmeden gereğini yapmak gerekiyor... Eş, dost, ahbap ve herkes haydi meyhanelere… ‘Dünya Rakı Günü’ için kadeh kaldırmaya... Hem de o, içine buz koymadan sürekli soğuk kalmasını sağlayan Türk icadı “ehlikeyf”lerin sıralandığı masaların çevresinde toplanarak...

İnsanlık adına

Peki, rakı sadece bizim içkimiz olduğu halde, neden “Dünya Rakı Günü” diyoruz?

Bunun anlamı hem evrensel hem de insanidir. Hemen tüm milletlerin milli içkileri var. Japonlar pirinçten yaptıkları “sake”yi, İngilizler “cin”i, Arjantinliler ve Fransızlar “şarap”ı, Meksikalılar “tekila”yı, Yunanlılar “uzo”yu, Amerikalıların çoğu “viski”yi, Almanlar “bira”yı, İtalyanlar “grappa”yı Ruslar “votka”yı, hatta Orta Asya Türkleri de yüzde 3 alkol bulunan “kımız”ı milli içkileri sayarak şenlikler bile düzenliyorlar...

Bizim de rakı için ‘dünya günü’ düzenlememizin anlamı, diğer milletlerin milli içkilerini de kutlayarak, tüm insanlığın en keyifli ve en insancıl hallerini yaşadıkları o içten ve “hesapsız-kitapsız anlar”ını kutlamak...

Bir anlamda barışın, sevginin ve birlikteliğin milli kaynaklarını anımsayarak ve anımsatarak dünyanın “savaş ve kavgalar”la değil, “hoş duygular”la yaşanmasına katkıda bulunmak.

Rakı masaları nasıl ki “muhabbetin masası”ysa, diğer milletlerin milli içkilerinin masaları da sohbetin, sevginin, insancıllığın masası değil midir?

Sevgili İlhan Selçuk’un pek sevdiği Bektaşilerden biri demiş ki;

“Rakı ağızdan değil, kulaktan içilir,

Biz ona içki değil, dem deriz!”

Rakı denilince akla ilk gelen bilgelerimizden Aydın Boysan ise bakın neler söylüyor:

“Gönül verip gönül geçme..

Ekmediğin yeri biçme..

Benden sana bir nasihat..

Tek başına rakı içme..”

Dünya Rakı Günü, milli içkileri olan tüm dünya milletlerine kutlu olsun...


Oktay Ekinci

Cumhuriyet

15 Aralık 2010 Çarşamba

DÖVENBAHÇE

PEKİ ‘EY TÜRK GENÇLİĞİ’ KİM?..


Belki de Atatürk “Ey Türk Gençliği...” derken Burhan Kuzu’yu kastetti...

Ya da Bülent Arınç, Beşir Atalay, vs...

Bunlara “Birinci vazifen...” demiş olabilir mi?..

Ki gençler gözükünce “Siz de nereden çıktınız?” diye kızdılar...

*

O 1927’nin bir temmuz gecesi...

Atatürk çok heyecanlıydı o gece… 15.12.2010 12:51

Herkesin masaya oturmasını istedi ve o günlerde yazıp bitirdiği 600 sayfalık Nutuk’un son sayfasını ilk kez orada bulunanlara okudu.

Şöyle başlıyordu o sayfa:

“Ey Türk Gençliği...”

Gençliğe Hitabesini, Nutuk’un sonuna koymuştu.

Profesör Dr. Afet İnan, o anı dolu gözlerle anlattı bizim kuşaklara:

“Gazi Gençliğe Hitabe’sini okuyup bitirdiğinde bir sessizlik çöktü... Herkesin boğazı düğümlenmişti… Kimse konuşamadı… Ve Mustafa Kemal iki damla gözyaşını bizden gizlemedi...”

*

Atatürk’ü ağlatan o gece Dolmabahçe’de yaşandı...

Seslerini duyurmak isteyen gençliğin, coplarla dövülüp tekmelendiği, gözlerine biber gazlarının sıkıldığı, kızların saçlarından tutulup yerlerde sürüklendiği Dolmabahçe...

“Ey Türk Gençliği”nin yazıldığı yer...

*

Her şey bu kadar değişti mi?..

Sesini duyurmak isteyen gençliği “eşkıya”, “terörist”, “sabıkalı” olarak nitelendiren Dolmabahçe’nin yeni sakinlerine ve onların yalaka takımına sormamalı mı?..

Peki, Atatürk “Ey Türk Gençliği” diyerek kime seslendi:

“...Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler (.........) İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen...”

Kime bu sesleniş?..

Ve altını iki damla gözyaşı ile imzalayarak...


Bekir COŞKUN

Cumhuriyet

12 Aralık 2010 Pazar

GÜCÜN HUKUKU

SİLİVRİ’DEN YÜKSELEN ÇIĞLIK


Kurban Bayramı hüznünü atlattık. Sıra yılbaşında. O daha kolay, bir gecelik bir şey. Köşe yazılarıyla, mikrofonlarıyla ve mektuplarıyla Silivri’dekilerin de bayramını kutlayanlara teşekkür edelim, biz de karşılığını yeni yılla verelim.

Kimsenin haksızlığa, iftiraya uğramadığı, özgürlüğünden olmadığı mutlu bir yıl dileyelim.

“Hukuk gücü” kavramının giderek “gücün hukukuna” dönüştüğü bir ülkede yaşıyoruz.

Bundan daha kötü olan, bu duruma alışmak. Daha da kötü olan, bu acı gerçeği saptırmak ve “demokratik” bir adımmış gibi sunmak.

32 kısım tekmili birden bunların tümünü yaşıyoruz.

Böylesi dönemlerde aydınların ayrı bir sorumluluğu var. Gerçek aydın ülkesindeki mevcut yapının haracını yemez, ülkesinin geleceğine harç taşır. Tarihe baktığımızda haraç yiyenler değil, harç taşıyanlar ülkelerini, insanlığı ileri götürmüştür. Bu tavırlarıyla karanlığı yırtmış, toplumun önünü açmışlardır.

En çok da hukukun iktidar gücü tarafından kullanımına karşı çıkmışlar, kendilerinin de yargılanması pahasına gidişe “hayır” demişlerdir.

***
Ergenekon davalarının kendi içinde bile “örgütsel bir bağ”, “tutarlılık” yok ama, serileri devam ediyor.

Davalar iki haneli rakamlara ulaştı. 2010 Mart’ında ondan fazla Ergenekon sanığının avukatı olan Yusuf Erikel mayısta “şüpheli” oldu, kasımda sanık. 10. Ergenekon iddianamesinin bir numaralı sanığı. 11. iddianameyle ilgili de gelişmeler karışık.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Çağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV) ile ilgili “parçalı” karar verilmiş görünüyor. Bir bölüm şüpheli ile ilgili takipsizlik kararı, bir bölümüyle ilgili “soruşturma sürüyor”!..

Operasyon yapılalı 19 ay olmuş. Operasyon pazarlığının ne zaman başladığı çok net değil. Gelinen noktada alınan kararın özeti şu:

Bu işlerin ucu açıktır. Her an yeni bir soruşturma kararı çıkabilir. Mevcut durum üzerinden de dava açılabilir!

Gelinen noktayı şöyle bir benzetme ile tarif edebiliriz:

Memleketimin kimi caddelerine, sokaklarına ucu açık elektrik telleri savrulmuş, rüzgâr estikçe birilerine çarpıyor. Her an herkesi çarpabilir.

Böyle bir ülkede özgürlüklerin güvence altında olduğu söylenebilir mi?..

***
AKP çizgisinden olmayan ama AKP’nin mevcut statükoyu ortadan kaldırıp yerine daha özgürlükçü bir yapı getireceğine inanan yazarlar, Ergenekon davalarına da aynı pencereden baktılar.

Ancak zaman içinde, olaylar geliştikçe pek çoğu vicdanının sesini dinledi, davanın seyrini eleştirmeye başladı.

Hürriyet’te Hadi Uluengin 16 Kasım’daki “Silivri’de Bayram” başlıklı yazısında, 2008’de ivme kazanan Ergenekon soruşturmalarından beklentisini şöyle sıralıyor:

- Sivil demokrasinin güçlenmesi.

- Açık toplumun pekişmesi.

- Zinde güçlere bel bağlayan zihniyetin tırpanlanması.

Bunlara ben de varım. Ancak bu dava öyle bir hedefe dönük değil. Uluengin bir gününü Silivri’deki duruşmalara ayırsa bence bu gerçeği çok rahat görür.

Yazının devamında da “bu hedefe” giderken hukuksuzlukların olmaması gerektiğini baştan beri vurguladığını söylüyor, sözü tutukluluklara getirip şöyle diyor:

“Suç işledikleri çok sarih olanlar hariç, hiçbir adli mekanizma, hiçbir hukuki anlayış ve bilhassa hiçbir insani vicdan bu tür bir c-e-z-a-i infazı kabullenemez... Silivri zanlılarının çoğu kamusal bir kimliğe sahiptir. Herkes biliyor ki, tutuksuz yargılama durumunda onlar hak ile yeksana karışmayacak ve duruşmalarda temsil edileceklerdir. O halde ‘katalog suç’ gibi sonsuz elastiki ve sonsuz izafi bir kavrama dayandırılarak, bütün insanların en tartışmasız hakkı olan özgürlük böylesine keyfi biçimde gaspedilemez.”

Öyle sanıyorum ki, bu satırlar, siyasi görüşü, Türkiye’nin sorunlarına bakışı ne olursa olsun “insanım” diyen herkesin üzerinde birleşeceği bir değerlendirme...

Aydınları, köşe yazarlarını, siyasetçileri, sivil toplum kuruluşlarını, “demokratım” diyen herkesi bir kez daha Silivri’deki özgürlük kıyımına dur demeye çağırıyorum.

En azından “Silivri’den yükselen çığlıkları duydum” demeye çağırıyorum.


Mustafa BALBAY

ankcum@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet

10 Aralık 2010 Cuma

AKILLA BESLENMEYENİN BEDELİ


HOCALARIN HOCASINDAN "HOCA"YA DERS


Türk ulusuna yapılan en büyük saldırı, Onu, Atatürk’ün sağladığı çok yönlü kazanımlarından yoksun kılmaya yönelik dış ve iç sömürgeci saldırıdır.

Şimdi de bir “Yeni Osmanlı Milletler Topluluğu” diye, cahil bırakılmış kesimleri uyutmaya yönelik eski bir aldatma yeniden ısıtılmış gidiyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası politikası, bu cehalet sömürüsünün boyunduruğuna sokulup, ulus ve devlet olarak aynı zamanda hem içerde, hem de dışarıda korkunç tehlikelere sürüklenmemize çalışılıyor.

“Gazze’ye yardım” adı altında ulus ve devletimize yaşatılan “Mavi Marmara gemisi faciası”, gören gözler için, bunun açık bir göstergesidir.

Oysa Atatürk, Osmanlı’nın yıkılışını kolaylaştırmaktan başka işe yaramamış olan ve Alman sömürgeciliğinin hizmetinde Enver Paşaların da birinci sırada rol aldığı gerek Turancılık, gerekse İslamcılık biçimindeki bu aldatmacanın gerçek niteliğini, daha Kurtuluş Savaşı sırasında, ortaya koymuştu.

Yabancısı ve yerlisiyle sömürgecinin Atatürk’e saldırmasının asıl nedenlerinden birisi, onların maskesini indirerek örtülü saldırılarını da boşa çıkarabilmiş olmasıdır.

Şimdi Türk ulusunun eğitimsiz, bilinçsiz bıraktırdıkları kesimlerini ayran budalası yerine koymaktan başka anlam taşımayan, I. Dünya Savaşı öncesinde de Çarlık Rusyası da içinde olmak üzere, tüm sömürgeci devletlerin hem kışkırttıkları, ama hem de Türk ulusuna saldırmak için gerekçe olarak kullandıkları bu “Osmanlı Milletler Topluluğu” aldatmasının maskesini Atatürk’ün daha 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde nasıl indirip çürüttüğünü okuyalım:

"Efendiler, yurttaşlarımızdan, dindaşlarımızdan, hemşehrilerimizden her biri kafasında yüce bir ülkü besleyebilir.

Özgürdür, özerktir. Buna kimse karışmaz.

Ama buna ilişkin olarak şunu derim ki, büyük hayaller arkasından koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar görünen yalancı insanlardan değiliz...

Efendiler, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kızgınlığını ve kinini bu ülkenin, bu ulusun üzerine çektik.

Biz panislamizm yapmadık. Belki "Yapıyoruz!", "Yapacağız!" dedik, düşmanlar da "Yaptırmamak için bir an önce öldürelim!" dediler.

Panturanizm yapmadık, "Yaparız, yapıyoruz!" dedik, "Yapacağız'" dedik ve yine "Öldürelim!" dediler.

Bütün dâvâ bundan ibarettir.

Efendiler bütün dünyaya korku ve telaş veren kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskıları arttırmaya çalışmaktan ise, doğal sınıra, meşru sınıra çekilelim, haddimizi bilelim. Demek ki efendiler, biz yaşamak ve bağımsızlık isteyen bir ulusuz. Ve yalnız ve ancak bunun için yaşamımızı harcarız."

"Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulus ve ülkenin gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak. Gelişi güzel sınırsız istekler ardında ulusu uğraştırıp zarara sokmamak.. Uygar dünyadan uygar ve insancıl işlem ve karşılıklı dostluk beklemektir."

Yemen'de kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz?

Afrika'da tutunabilmek için, Mısır'da barınabilmek için, Suriye ve Irak'ı elde tutabilmek için ne kadar çok Anadolu çocuğu yok oldu, biliyor musunuz?

Peki sonuç ne oldu, görüyor musunuz?

"Görülüyor ki bir hava ve heves için, bir kuruntu ve düş için bütün Anadolu halkını yok etmek istiyorlardı."

Cumhuriyet bu anlayışla Türk yurdunu şöyle tanımlar:

"Türk ulusu Asya'nın batısında, Avrupa'nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırtedilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına Türk eli, Türk yurdu derler. Türk yurdu daha çok büyüktü. Türke yurtluk etmemiş bir kıt'a yoktur. .. Ama bugünkü Türk ulusu varlığı için bugünkü yurdundan memnundur. Çünkü derin ve şanlı geçmişin, büyük, güçlü atalarının kutsal kalıtlarını bu yurtta da koruyabileceğine, o kalıtları şimdiye değin olduğundan çok daha büyük ölçüde zenginleştirebileceğine güvenmektedir."

Türkiye Cumhuriyeti, AKP’nin diplomasimizin başına getirdiği Davutoğlu'nda kendini açıkça belli eden "Osmanlıcı" kafa yapısı ile, Osmanlı'nın uğratıldığı yıkımdan başka bir şey elde edemez!


Prof. Dr. Özer Ozankaya
www.odatv.com

8 Aralık 2010 Çarşamba

CEHALETLE ŞAHLANDI ŞANLI OMT, BAKALIM NASIL DEĞECEK AYAKLAR YERE


İMPARATORLUĞUN ZIR CAHİL ÇOCUKLARI


Türkiye, haftanın ilk günü AKP amigolarının gizlemeye gerek duymadıkları bir gurur gösterisine sahne oldu. İş dünyasının önemli gazetesi ve bizim İngiltürk’lerin sevecenlikle WSJ diye andıkları Wall Street Journal, İstanbul’a ilişkin bir makaleye “İmparatorluk Geri Dönüyor” başlığını atmış ve... 
“Türkiye’nin güçlü ekonomisi ve cesur Başbakanı’yla, bölgesel güç olma yolunda güvenle ilerlediğini” yazmıştı.

Biliyorlardı, biliyorlardı, bizim amigolar imparatorluğun AKP iktidarıyla geri döndüğünü, kendilerinin de yeni Osmanlı olduklarını zaten biliyorlardı da... Bildiklerini Wall Street Journal’da -gezi ekinde olsa bile- okuyunca, doğruluğuna inandılar.

Pazartesi günü iktidar medyası “İmparatorluk geri dönüyor” haberini yere göğe koyamadı. Televizyon kanalları üst haber, alt haber, defalarca geçti. Yiğit Bulut, Habertürk’teki sansürsüz jöleli programında Wall Street Journal’ın makalesini “imparatorluk geri mi dönüyor, Türkiye bölgesel güç oluyor mu” diye sorguladı.

Üşenmeyin, internete girin, Google’a “imparatorluk geri dönüyor” diye yazın, bakın kaç yüz haber sitesine manşet olmuş WSJ’deki makale, ben saya saya bitiremedim...

***

İster istemez, memlekette bunca heyecana yol açan, AKP amigolarının koltuklarını kabartıp “Yeni Osmanlı” kibirlerini katlayan olayın aslını merak ettim.

Bir de ne göreyim?

Wall Street Journal’ın hafta sonu gezi ekindeki makalenin manşeti “The Empire Strikes Back”, küresel sinemanın kült filmi Star Wars’un 5. bölüm başlığından başka bir şey değil!

Zaten Türkçeye doğru çevirisi de “İmparatorluk geri dönüyor” değil, “İmparatorluk karşı saldırıya geçiyor”...

Makalenin yazarı Suzy Hansen, belli ki çoluk çocuk tüm dünyanın 1980’den beri döne döne seyrettiği filmi anımsatarak, ya espri yapmış ya da düpedüz alay etmiş bizim yeni Osmanlı’yla...

Bizimki dahil, dünyanın herhangi bir ülkesinde, kime “The Empire Strikes Back...” deseniz, “Star Wars” karşılığını alırsınız. Hatta çocuklar, “Episode V” diye bölümünü de ekler.

Ama Türkiye’deki libero amigolar öylesine gurura aç ve böbürlenmeye susuzlar ki, “imparatorluk” lafını duyunca Osmanlı’nın hamam tasını kapıp koşmuşlar. Yazarın makaleye attığı Star Wars başlığındaki hicvi daha ilk tümcesinde ele veren “Türkiye on yıllardır yitik imparatorluğun aşağılık kompleksinden mustaripti” saptamasını görmezden gelmişler.

Üstelik, “Wall Street Journal’da tam sayfa” diye gözümüzde büyüttükleri makalenin sadece ilk üç satırını oluşturan üç tümceyi, onlarca gazete ve televizyon kanalı, yüzlerce internet sitesinde “haber” yapmakla, mustarip oldukları “aşağılık kompleksi”ni de birinci elden doğrulamış bulunuyorlar.

Çünkü imparatorluk çocukları olaraktan dış basında zafer kazanmış gibi ayyuka çıkardıkları “tam sayfa” makalenin bu üç satırdan geriye kalanı, turistik İstanbul rehberi. Bir modacı, bir zücaciyeci, bir de yazardan sorulan nerede yenilir, nerede içilir vb. muhabbeti. Bu muhabbet bile “Aşşk Kafe”yi modacı Hüseyin Çağlayan değil de yazar Elif Şafak önermiş olsa, ilginç sayılırdı!

***

Sevgili okurlarım, bendeniz, bir büyüklüğe yamanmak özlemiyle gözleri kararan AKP amigolarının “İmparatorluk geri dönüyor” diye yazıp Osmanlı geri dönüyor, diye okudukları makale başlığının Star Wars’tan alıntı olduğunu Paris’te fark ettim. Üç satırlık övgü üzerine üç cilt haber yapmalarını Paris’ten izledim. Üstelik İngilizcem gayet kötüdür. Ama ararım tararım, daha da önemlisi üstüne üç cilt de düzülse hiçbir habere peşinen inanmam, kaynağına bakarım. Dünya öylesine küçüldü ki, elimizin altında internet, araştıran doğruyu buluyor artık.

Ve yukarıdaki konuya ilişkin araştırmalarım ışığında: WJS magazin yazarı Suzy Hansen’in Star Wars’tan alıntı “The Empire Strikes Back” başlığının Türkiye’ye çok yakıştığına. Yeni Osmanlı’nın Sith İmparatorluğu’na epeyce yaklaştığına. AKP padişahının Emperor Palpatine’le aşık atabileceğine. Ve zır cahil imparatorluk çocuklarının da Sith tebasına pek benzediğine karar verdim.

Zaten Türkiye de yemyeşil bir diyarken, Jedi’lerle Sith’lerin ölümcül savaşında çölleşen MUSTAFAR’ı yer yer andırıyor, artık...

Geriye kalıyor, Darth Vader’in kim, Luke Skywalker’ın kim olduğuna. İşte size ipucu: Biri uzun, biri kısa. Biri yapılı, öteki çelimsiz.
Umarım İmparatorluk Sith’leriyle Cumhuriyet Jedi’leri arasındaki savaşın sonu da filmdekine benzer.


‘G’ NOKTASI

Geçen haftalarda, Kadir Topbaş’ın UCLG’ye başkan seçilmesini “İstanbul Belediyesi’nde öyle başarılı oldu ki...” sezdirmesine bağlayıp Türkiye’ye büyük zafermiş gibi yutturan bir haberi araştırmıştım.

Birleşik Kentler ve Yerel Yönetimler Birliği UCLG’ye katılmak isteyen belediyeler, nüfus başına yıllık bir aidat ödüyor. Kadir Topbaş’tan önceki ilk ve tek UCLG Başkanı Bertrand Delanoe, Paris için yılda yaklaşık 1 milyon Avro ödüyordu.

Büyük bir sessizlikle karşılanan sorumu, tekrar soruyorum: Kadir Topbaş’ın başkan seçildiği UCLG’ye İstanbul’a hangi nüfus sayımı üzerinden kaç para ödeniyor?

……….

“Kötü bir durumdaysanız, merak etmeyin, geçer. İyi bir durumdaysanız, merak etmeyin, geçer.”
JOHN A. SİMONE


Mine G. KIRIKKANAT

www.minekirikkanat.com
Cumhuriyet



6 Aralık 2010 Pazartesi

KULAĞINIZA KÜPE OLSUN



BABANIZA DEĞİL BAKAN OĞLUNUZA GÜVENİN


BİR banka şubesinde Ali Babacan'ın babasına ait hesap, banka çalışanlarınca "iç edilmişti" ve bu da haber olmuştu.

Banka parayı kısa sürede ödemiş.

Babacan'ın babasının 59 bin liralık parası banka tarafından iade edilmiş.

Haberi okuyunca güldüm ve düşündüm, "Niye benim bakan olmuş bir evladım yok" diye.

Yıllar önce, hemen hemen 7 yıl, ben de bir banka şubesinde şube müdürü tarafından soyuldum.

Şube müdürünün hesapları boşalttığı haberi geldi.

Şubeyi aradım. Hesabımı kontrol ettim.

Benim hesabım da boşaltılmıştı.

Önemsemedim. Elimde tüm belgeler vardı. Yatırdığım paraların dekontları, imzalı kâğıtlar, her şey.

"Nasılsa banka öder" dedim.

Ancak banka ödemedi.

Bütün evrakı, belgeleri götürdük. Bankanın yanıtı, "Bu evraklar banka sisteminde kayıtlı görülmüyor. Bizim bilgi işlem sistemimizde üretilmemiş" oldu.

"Ben ne bileyim sizin nerenizde üretildi. Bunlar sonuç olarak bu şubeden verildi" dedik.

Dinlemediler.

Ben ve hesapları boşaltılan diğer müşteriler dava açtık.

Bu arada banka da şube müdürüne dava açtı.

İlginçti.

Banka bizim paraların yürütülmediğini söylüyordu ama şube müdürüne dava açıyordu.

Paralar yürütülmediyse bu dava niye açılmıştı onu anlamadık.

Neyse bankanın şube müdürü hakkında açtığı dava hızla sonuçlandı. Müdür yanlış hatırlamıyorsam 11 yıla mahkûm oldu. Hapse girdi.

Bizim dava ise bilirkişiye gitti.

Bilirkişi, bizim belgeleri inceledi ve haklılığımıza karar verdi. Tabii bu yıllar sürdü.

Dosya Yargıtay'a gitti. Bir eksiklikten bozuldu. Bir daha geldi. Bir daha gitti.

Bu arada bizim paraları iç eden şube müdürü cezasını çekti. Çıktı. Biz ise aradan geçen 7 yılda hâlâ paramızı alamadık.

O yüzden dedim, "Keşke bakan babası olsaydım" diye.

Ha bunu niye yazdım?

Bankalarla iş yaparken dikkatli olun.

Tüm evrakınızı dikkatli tutun.

İnternet üzerinden işlem yapıyorsanız sık sık internet sayfasının bir çıktısını alıp dosyalayın.
"Bankalar güven kuruluşudur" derler.

Emin değilim.

Babanıza bile güvenmeyin.

Ama oğlunuza güvenebilirsiniz.

Tabii bakansa!


Büyükelçilik yanlış insanlarla konuşmuş

WIKILEAKS raporları ortalığa döküldükten sonra ABD Büyükelçiliği'ne Türkiye'de olan bitenleri dedikodu halinde verenlerle ilgili olarak özellikle AKP'den ciddi bir tepki var.

Gerçi bu dedikoduları verenler arasında Adalet ve Kalkınma Partisi'nden bakanlar ve danışmanlar da var ama başkaları da olduğu belli.

Ancak Wikileaks aracılığıyla ortaya dökülen bu dedikodular, vatandaşlarda bizde yarattığı tepkiyi yaratmıyor anlaşılan.

Bana gelen e-mail'leri okuduğum zaman şunu gördüm:

Okurlar, Türk vatandaşlarının oraya gidip dedikodu yapmasına kızmamışlar.

"Daha fazlasını yapmamalarına" kızmışlar.

Pek çok vatandaş, "Fatih Bey şu Amerikalı diplomatlara söyleyin. Asıl gelip bizimle konuşsunlar. Dedikodunun da, bilginin de hası bizde. Büyükelçiliğe gidip ötenler kendi meşrep ve çıkarlarına göre konuşmuşlar. Asıl gerçekleri, en baba dedikoduları biz anlatırız" diyor.

ABD Büyükelçiliği'ne duyurulur.


'Preemptive' demokrasi

REFERANDUMDA "Evet" deyip "ileri demokrasiye" geçtik ya. Her gün çeşitli emarelerini görüyoruz.

Yeni Anayasa özgürlükleri genişlettiği için, bir grup protestocu genç geçtiğimiz günlerde "protesto" suçundan birer buçuk yıl hapse mahkûm oldu. Bir başka grup öğrenci yine "ileri demokrasi" gereği birkaç gün önce "sopalandı".

Dün de bir protesto için Ankara'dan İstanbul'a gelen öğrencilerin otobüsü, ileri demokrasinin önemli unsurlarından bir olan "Preemptive demokrasi" gereği daha protesto için İstanbul'a varmadan yolda durdurulup "ileri demokratik" bir şekilde dövülüp geri yollandılar. Ama ileri demokrasi gereği kendilerine ikramda bulunuldu ve "biber gazı" verildi.

Zaten referandumdan sonra durumumuz gayet iyi.

Bizim muhabirlerin büyük bölümü, Kenan Evren'in yargılandığı duruşmaları izliyorlar.

Durumumuz iyi yani. Özellikle gençlerin.


NE ZAMAN ADAM OLURUZ ?
"Şeytan, insanlardan korkmadığı zaman."

Fatih ALTAYLI
fatihaltayli@haberturk.com