23 Kasım 2011 Çarşamba

BULDUN DA BULANDIRIYON MU KOYUNUM, DÜNYA NE BÖYLE LİDER GÖRDÜ, NE DE EŞİTLİK…

EŞEKLİĞİN LÜZUMU YOK...

Çok güzel açıkladı...

“Anayasamız 72’nci maddesi ne diyor?” dedi...

Milletvekilleri “Çok güzel bir şey söylüyordur” diye geçirdiler...

“Eşitlik ilkesi” dedi...

O zaman açıkladı; zenginler para verip askerlik yapmayacaklar, parası olmayanlar gidip askerlik yapacak...

Eşitlik oldu mu?..
Oldu...

*
Bir eşitlik daha; parası olanların verdiği para, kurşundan ya da mayından eli ayağı olmayanlara verilecek ki, eşitlikten de eşitlik...

Diyelim ki artık ayağı yok canım gazinin...

Ama parasını verecekler...

Elleri yoksa, parasını alacak...

Yok eğer kendisi tümden yoksa...

“Yakınlarına” dedi...

*
Sızlanmayın...
Tayyip Erdoğan eşittir; millet...

*
“Anayasa madde 72, eşitlik ilkesi...”

Mesela mahdum askere gitmişti, vatanı beklemeye... Otuz tane koruma onu bekledi ki bir şey olmasın...

Eğitim işi şöyle yapıldı:

Komutan koştu...
Hiç bu kadar koşmamıştı...

Nöbet tutma işi ise şöyle gerçekleşti; sabahlara kadar nöbet tuttular başında, ne olur ne olmaz hani...

Yandaki yellense, alarm verilecek...
Komutan yine koşacak...
Tam 21 gün askerlik yaptı, geceleri çıkartırsanız 10.5 gün kalıyor ki... O da anayasanın 72’nci maddesidir:

“Eşitlik...”

*
Dün sıra geldi vatandaşın eşitliğine...

Parası olanlar 30 yaşına kadar tüyüp, sonra 30 bin lira vererek askerliklerini mahdum kadar bile yapmayacaklar, 10.5 gün de yok...
Kim koruyacak vatanı?..
Dağda eşkıya ile kim savaşacak?...
Kaçmayanlar ve parası olmayanlar...

*
Ama onlar da kopan elleri, kesilen bacakları, çıkan gözleri, parçalanmış ciğerleri yerine para alacaklar...
Ki eşitlik olsun...
Öldüyse, yine eşitlik var; kalanlar bakacaklar civanı gitti toprağa, parası geldi bankaya...

Beğenmezsiniz bir de...
Kanıtıdır eşitliğin...
Lüzumu yok eşekliğin...


Bekir Coşkun

Cumhuriyet



14 Kasım 2011 Pazartesi

KES SESİNİ, “BENİM MEMURUM İŞİNİ BİLİR” DAHA ÖĞRENEMEDİN Mİ KOYUNUM

YOK ARTIK! YAĞMURU HUKUKÇU, KARI MİMAR MI BİLECEK?


Kapalı kapılar artında yaşanan akıl tutulmasıyla birlikte artık hukuk, siyasal bilgiler, iktisadi ve idari bilimler, iktisat, işletme fakültesi mezunları da güya “meteoroloji uzmanı” oldu...

2 Kasım 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 657 sayılı KHK’ya göre artık Meteoroloji Uzmanı olmak için Meteoroloji Mühendisliği okumaya gerek yok. Bu duruma, “Tam bir skandal. Böyle bir şey olamaz. Meteoroloji, fizik ve matematiğe dayalı özgün bir meslektir. Bilime büyük saygısızlık” diye tepki gösteren çok oldu. Ben, hâlâ DMİ Genel Müdürü’nden Başbakan’a kadar güvendiğim kişilerin bu yanlışı düzelteceğine inanıyorum.

MESLEKLERİNİ UNUTTULAR MI

Bu konuya tepki gösterenlerden birinin aklına “Yüzyıllık Yanlızlık” romanından ilginç bir alıntı gelmiş:
“Pablo yıllardır gitmediği köyüne döner. Bir süre sonra köyde uykusuzluk baş gösterir. Bu uykusuzluk unutkanlığa neden olur. Köydeki herkeste unutkanlık başlar. Pablo buna bir çözüm bulur, her cismin üstüne adı yazılır. Mesela masanın üzerine ‘masa’, ineğin üzerine ‘inek’ yazılır. Belli bir süre sonra bu hastalık öyle bir noktaya varırki, artık her cismin üzerine neye yaradıklarını yazmak zorunda kalırlar. Mesela ineğin üzerine ‘bu bir inektir süt verir’, veya ‘bu bir kahvedir sütle karıştırıldı mı neskafe olur’ gibi notlar yazılır. Şimdi herkese ne yapması gerektiğini mi hatırlatacağız? Bunlara üniversitede okudukları dersleri mi hatırlatacağız? Unutkanlık mı başladı bunlarda” diye de ekliyor.

Ben bu “unutkanlığın” temelinde yatan bürokrat veya insan dürtüsünü merak edip biraz araştırdım; Twitter’da birisi “Meritokrasi’yi içselleştirmeden demokrasi peşine düştük” dedi. Meritokrasi, yani “liyakata dayalı yönetim” olmadan demokrasi olmaz diyor!

“Yaşadığımız toplumda devlet yöneticilerinin bir kısmının bulundukları makama layık olmadıklarından sıkça şikayet ederiz. Ya da kendi çalıştığımız kurumdaki lider ve yöneticilerin sahip oldukları ünvan ve makamlara layık kişiler olmadıklarını görür ve bundan üzüntü duyarız...” (www.canaktan.org)

LİYAKAT VE EHLİYET

Bu konuda güzel bir yazıyı H. Emin Sert “Yönetimde Adalet, Ehliyet ve Liyakate Riayet” başlığı ile yazmış. Özetle:

“Dünya, insanların eliyle şekillenmekte ve idare edilmekte. Yaşadığımız çevrenin güzelleşmesi, insanın gelişip mükemmelleşmesiyle mümkün. Çoğu defa yeterli önemi vermediğimiz ruhsal ve sosyal sağlık; adalet, ehliyet ve liyakat gibi değerlerin toplumun bütün kademelerinde, özellikle de yönetim kademelerinde işlemesiyle yakından ilgili. Ehliyet; bir iş ve konuda ehil olma, yeterlilik ve onu yapabilecek kapasiteye sahiplik manalarına gelmektedir.

İster dünya siyasetine, ister devlet yönetimine, isterseniz herhangi bir kurumun idaresine bakınız; liyakat ve ehliyete riayet edilmeyen kurumlar ancak kendilerini küçültürler.

Adalet, hak ve hukuk gibi temel ahlaki değerlere riayet edilmeyen yerde itimat sarsılır. Güvenin sarsıldığı kurumlarda verimlilik düşer. Böylesi noktalardaki yöneticiler sıradan, basit, yapmacık şeylerden medet umar. Kriterlerin adamına göre uygulandığı, çifte standartların hüküm sürdüğü, özlük haklarıyla oynanılan kurumların yöneticileri bilmelidirler ki zulüm payidar olmaz. Bunun en acı veya güzel örnekleri tarihte mevcut...

Etki ve yetki ellerinde olanlar pişman olmadan önce küçük hesapların ancak kendilerine ve kurumlarına zarar verdiğinin farkında olmalı. Kendini aşamayanlar, her zaman basitlik içinde yok olmaya mahkûmdur. Kapalı kapılar ardında, adalet ve liyakate riayet edilmeksizin alınan kararlarla yönetilen kurumlar, itimattan yoksun kalır. Neticede kaybedenler, mağdur edilen fertlerden ziyade küçük hesaplar peşindeki kurum ve toplumlardır.” (www.eminsert.org)

Kısacası, ülkemizde her şeyin sadece adından bahsedilir oldu. Örneğin, uzmandan bahsedersiniz, fakat gerçek bilgiyle tercübenin bir araya geldiğini göremezsiniz. Ortak akıl ve başarı peşinde de değiliz.
Böylece Einstein’in dediği gibi “Karşılaştığınız problemleri onu yaratan düşünce tarzıyla çözemezsiniz” ve KHK’dan görüldüğü gibi çözemiyoruz da!


Prof.Dr. Mikdat KADIOĞLU
Hürriyet



13 Kasım 2011 Pazar

GELECEĞİ HIRSIZLIKLARLA MOLOZLUKLARDAN KURTARMAK İÇİN


 YAPI DENETİMİNDE ÇÖZÜM


Gazetemizde bayramda yayımlanan “deprem” dizimiz oldukça ilgi gördü... Mimarlar ve İnşaat Mühendisleri odalarının katkılarıyla, arkadaşlarımız Özlem Güvemli ve Cengiz Yıldırım’ın derledikleri diziye gelen sorulardan çoğu şöyleydi;

“Yapı denetim şirketleri fiyaskoysa çözüm nedir?”

Önce “fiyasko”nun nedenlerini anımsayalım:

1- Yapı sahibi, inşaatını denetleyecek şirketi kendisi seçtiğinde, Nasrettin Hoca’nın ünlü “Parayı veren düdüğü çalar” sözü gerçekleşiyor. Nitekim deprem yerine “patron”un çıkarlarını gözeten şirketler ya ceza aldılar ya da kapatıldılar.
2- Şirket, özünde “kâr” amaçlı bir kuruluştur. Teknik kadrosu ne kadar iyi niyetli olursa olsun, işsiz kalmamak için “müşteri” bulma uğruna mesleki gereklerden ödün verilebilmektedir.
3- Kimi şirketlerin “iş kapmak” için belediye meclisi, hatta imar komisyonu üyelerince kurulması da etik dışı bir “denetim piyasası” yarattı. Öyle ki; yapının “inşaat hakkını çoğaltmak” isteyenler bu şirketleri yeğlemekte; şirketin “belediyeci sahipler”i de “imar ulufeleri”yle iş almaktadırlar.
4- Denetim pazarında müşteri kapma yarışı o hale gelmiştir ki kimi şirketler “bizi seçerseniz projeleriniz bedava” diyebilmektedirler.

İşte böylesine düzenbazlıklara açık bir ticari sistemin, başlangıçtaki “pilot il”lerde yaşanan rezaletlere rağmen, şimdi de yurt düzeyinde yaygınlaştırılmak istenmesi ise “vahim”dir.

Uzman denetimi

99 depreminin ardından hazırlanan Yapı Denetim Şirketleri Kararnamesi henüz tasarıyken yaptığımız itirazlara kulak asılmadı... Çünkü egemen siyaset “deprem rantı” peşindeydi ve yandaşlara yeni iş olanağı için “paralı-zorunlu yapı denetimi” bulunmaz fırsattı.

Aynı yıllarda önerdiğimiz “doğru seçenek” ise dosyalarda kaldı... Özetleyelim:

1- İnşaatları “yapı sahibine bağımlı şirket”ler değil, doğrudan “bağımsız uzman”lar denetlemeli.
2- İnşaat sahibi denetçisini kendi seçmemeli; “tanışık”lığı olmayan mimar ve mühendisler yapısını denetlemekle görevlendirilmeli.
3- Bu teknik kişiler, üniversite ve meslek odası işbirliğinde düzenlenecek eğitimleri başarıyla tamamlayarak “yapı denetçisi” yetkisini kazanmalı; isimleri belediyelerde liste halinde kayıtlı olmalı.
4- Her inşaat için ruhsat alınırken, “listede sırası gelen” uzman, denetim için görevlendirilmeli; yapı sahiplerinin belediyeye yatırdığı“denetim harçları”ndan oluşan fon da “işverenin anlaştığı şirketler”in değil, bağımsız denetçi uzmanların ücretini karşılamalı.
5- Sorumluluk üstlenen uzman mimar ve mühendislerin inşaatı yeterli düzeyde kontrol edip etmediklerini de meslek odaları denetlemeli.
6- Bu sistemde denetçilerin projesine ya da tekniğine aykırı inşaatı belediyeye bildirerek hemen durdurma yetkilerini kullanmaları işler hale gelecektir; çünkü inşaat sahibi artık “denetçinin patronu” değildir.
7- Bu bildirim üzerine, inşaatı mühürleyerek projesine ve tekniğine uygun hale getirilmesini sağlamayan belediyeye ise caydırıcı yaptırım uygulanmalıdır.
8- “Ruhsat bile almama”yı kendilerine hak gören kamuya ait inşaatların denetiminde de aynı sistem geçerli olmalı; merkezi ve yerel yönetimlerin yapıları ile TOKİ’nin “ayrıcalıklı denetim muafiyetleri” kaldırılmalı.

Kuşkusuz bu sistem de geliştirilebilir… Yeter ki depremden bile rant sağlamak niyeti artık terk edilsin; mimar ve mühendislerimize güven duyularak, onurlu çalışma olanakları yasal güvencelerle sağlanabilsin...


Oktay Ekinci

Cumhuriyet



10 Kasım 2011 Perşembe

KENTLERİ KURTARMAK ADINA DEĞİL HIZLANDIRILMIŞ RANT UĞRUNA ATILAN ADIMLARLA

Cengiz Yıldırım / Özlem Güvemli (Cumhuriyet): SİSTEM GERİ GİTTİ


Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu, 1999 depreminden sonra alınan ve eksiklikleri nedeniyle tartışılan tedbirlerin dahi bugün ortadan kaldırıldığını söyleyerek “4708 sayılı Denetim Yasası sorunlu çıktı. İktidarın yapabileceği iki şey vardı. Ya bu yasanın eksiklerini giderecek ya da yapı denetim sürecini yeniden yapılandıracaktı. Şimdi görüyoruz ki yapı denetim sürecinde geri adımlar atıldı” diye konuştu.

3194 sayılı İmar Kanunu’na göre gerçekleştirilen yapı denetiminin gerçek bir denetim sağlamadığının 1999 depreminde ortaya çıktığını vurgulayan Muhcu, 2001’de çıkan denetim yasasının da Van depreminde test edildiğini kaydetti. Bu yasanın İstanbul’da henüz depremle test edilmediğini ancak Ayamama ve Kâğıthane’deki su baskınlarında önemli bir sınav verildiğini dile getiren Muhcu “Görüldü ki bu sistem ile yapı denetimi sağlanamaz. Bunu Bayındırlık Bakanlığı’nın uygulamaları da ortaya koydu. Bakanlığın izni ile kurulan yapı denetim kuruluşlarının yarısı bakanlıkça kapatıldı” dedi. Bu kuruluşlarda çalışan mimar ve mühendislere sorumlulukları ile bağdaşmayan bazı cezalar verildiğini anımsatan Muhcu, atılan adımların çarpık denetim sistemini daha da geriye götürdüğünün altını çizdi.

‘Kırsal denetim dışı’

Muhcu şunları söyledi: “12 Haziran seçimlerinden sonra 17 Ağustos 1999 depreminin 12. yıldönümünde çıkarılan kanun hükmünde kararname ile nüfusu 5 binin altından olan yerleşim yerlerinde 500 metrekare ve bodrum alanlarıyla birlikte 1000 metrekareye kadar olan yapılar denetim dışına çıkarıldı. Bunun somut karşılığı şudur: Devlet yapıları, okullar, hastaneler, inanç yapıları, evler, AVM’ler, küçük ölçekli sanayi yapıları denetim sisteminin dışındadır. Van kırsalının tamamı da bu şekilde denetim dışına çıkarıldı.” Yapı denetim sürecinin 2001’den itibaren giderek merkezileşmeye başladığını ifade eden Muhcu, “Yerel yönetimlerin denetim sürecinde daha etkin yer alması gerekirken devre dışı bırakılıyor” dedi.


*/*/*/*/*/*/*


KAMU, DENETİM SEKTÖRÜNDEN ÇEKİLDİ, MESLEK ODALARI DEVRE DIŞI BIRAKILDI

Yapı denetim sistemi çöktü

Türkiye’de sağlıklı bir yapı denetim sistemi bir türlü kurulamıyor. Kamunun yavaş yavaş çekildiği özel sektöre bırakılan yapı denetim sistemi ile depremde yıkılmayacak binalar inşa etmek zor. Yap boz tahtasına dönen yapı denetim sistemi son hali ile daha da kötü durumda. Yeni düzenlemeye göre kırsal bölgeler denetim dışı bırakıldı, müteahhitler projeleri denetleyecek şirketi kendileri seçmeye başladı. Bu yapı denetim sistemi ile sağlıklı bir yapılaşmanın mümkün olmadığına dikkat çeken oda başkanları Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın bile, kurulmasının önünü açtığı yapı denetim kuruluşlarından yarısını kapattığını söylüyorlar.

2001 yılında, seçilen 19 pilot ilde kurulan yapı denetim sistemi bu yılın başında Türkiye genelinde yaygınlaştırıldı. İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Cemal Gökçe, yıllarca dosya memurluğu yapmış inşaat mühendislerine Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından proje denetçisi belgesi verilmesine tepki gösterdi. Bu konuda yeterli hazırlık yapılmadığını kaydeden Gökçe,“Pilot uygulamada ciddi sorunlar çıkmışken, hazırlık yapmadan altyapısını oluşturmadan bu sistemi tüm illerde uygulamaya kalkmak yeni problemlerle bizi baş başa bırakacak” dedi.

Hayatında proje yapmamış meslek insanının bir projeyi denetlemesinin mümkün olmadığının altını çizen Gökçe, “Denetleme mekanizmasında denetçilerin proje yapan insanlardan daha birikimli olması gerek” dedi. 2001 sonrası yapıların denetiminin sadece yapı denetim kuruluşlarınca yapılmadığını, geri kalan 62 ilde de Teknik Uygulama Sorumlusu (TUS) olarak adlandırılan inşaat mühendisi ve mimarlar tarafından denetim yapıldığını anlattı. TUS sistemini denetçinin doğrudan mal sahibinden para alması nedeniyle doğru bulmadıklarını dile getiren Gökçe “Sağlıklı bir mekanizma değildi, bu nedenle değiştirdiler. Ama bu kez de 19 ilde kurulan pilot sistem ile mal sahibi devre dışı kaldı. Yapı denetim şirketini müteahhitler seçer noktaya geldi. Bu da sağlıklı değil” diye konuştu.

Toplumsal enerji aşağıya çekildi

Gökçe, 17 Ağustos 1999 depreminde yargılanan tek kişinin Veli Göçer olmasını da eleştirdi. Sorunun bir kişiden değil sistemin kendisinden kaynaklandığını belirten Gökçe, deprem sonrası oluşan toplumsal enerjinin birkaç kişinin hedef yapılarak aşağıya çekildiğini savundu. Van’da da aynı şeyin yaşandığını anımsatan Gökçe, “Bütün dikkatler Salih Ölmez’in üzerine yöneldi. Onun yaptığı da doğru değil ama planlama evresinde, ruhsat sürecinde sorumluluğu olanları da görmek lazım” dedi.

Gökçe, denetlemenin Türkiye’de yanlış anlaşıldığını ya da birileri tarafından yanlış anlatıldığını dile getirerek “Denetimin olduğu yerde haksız kazanç olmaz” dedi ve Türkiye’de denetim mekanizmasının geçmişten beri sağlıklı işleyemediğini vurguladı.

Başbakan’ın iktidara geldikten sonra yapı denetim kuruluşlarını kaldırıp tekrar TUS sistemine dönmek istediğini söyleyen Gökçe,“Kendisi belediyeci olduğu için TUS’un dışında bir şey bilmiyor. Bugün tekrar aynı konuyu tartışıyoruz. Yapı denetiminin rehabilite edilmesi, meslek odalarının sürece sokulması, mesleki yeterliliğin uzmanlarca belgelendirilmesini konuşurken meslek odalarını devre dışı bırakan bir mekanizma oluşturmaya çalışıyorlar” dedi.


*/*/*/*/*/*/*


Oktay Ekinci (Cumhuriyet): KAÇAK APARTMANLAR


Depremini bekleyen İstanbul’da yıkılmaya aday yapıların başında “kaçak” ve “denetimsiz” inşa edilmiş, “betonarme-karkas apartmanlar” geliyor. Gerçi bu gerçek, yasadışı yapılaşan kentlerimizin tümü için de geçerli ama İstanbul’daki birçok semt “yalnızca” bu tür yapılardan oluştuğundan, yarattıkları tehlike çok daha fazla.

Gecekondulaşmanın 1970’lerden bu yana “kaçak kentleşme”ye dönüşmesine yol açan projesiz ve ruhsatsız ve betonarme-karkas apartmanların, zemin ne olursa olsun depremde “ölümcül yıkımlar”a neden olabilecekleri şu gerekçelere dayanıyor:

1- Ruhsat için önkoşul olan “onaylı proje”leri bulunmadığından ya da varsa bile meslek odasının ve belediyenin denetiminden geçmediğinden, yapının depreme dayanıklı tasarlanıp tasarlanmadığı; taşıyıcı donatılarının hesaplara dayanıp dayanmadığı bilinmiyor... Bu nedenle olası sarsıntılarda başına neler geleceğini “dışardan bakarak” kestirmek de mümkün değil.

2- Kaçak apartmanlar, kentin aynı zamanda imara uygun olmayan yerlerinde, yani arazi yapısı ve imar planındaki kullanım kararları bakımından aslında ruhsat bile verilemeyecek kesimlerinde yükseliyorlar. Zaten “kaçak”olmaları da planlardaki imar kısıtlamalarından ötürü... Bu nedenle kaçak olsalar da projeyle ve teknik denetimle inşa edilseler bile -ki bu çok ender görülen durumdur- örneğin dere yataklarındakiler, gevşek zeminli yamaçlardakiler, başta jeolojik nedenlerle depremde yıkılmaya adaydırlar...

3- Betonarme-karkas taşıyıcı sistem, doğru bir projeye dayansa bile uygulamanın her aşamasında ve her ayrıntısında uzmanlarınca denetlenmesi zorunlu bir yapı tarzıdır. Kaçak-ruhsatsız apartmanda “fenni sorumlu” olacak mimar ya da mühendis de bulunmadığından, bu uzmanlık denetiminden yoksun inşaatın “tekniğine aykırı” gerçekleştiği ancak depremde belli olur; ama artık vakit çok geçtir... Bu nedenle ülkemizdeki kimi betonarme-karkas apartmanların depremi bile beklemeden çökmeleri de aynı sistemin ne denli yüksek düzeyde ve hassas bir denetime muhtaç olduğunun kanıtıdır.

4- Son 50 yıldaki tüm depremlerimizde ölümlerin büyük çoğunluğu, denetimsiz ya da yeterli denetimden yoksun inşa edilmiş; veya projeleri yetersiz betonarme-karkas apartmanlardaki üst üste yığılan çok ağır tabliyelerin altında“ezilme”lerden ötürü gerçekleşmektedir. Bu nedenle kaçak ve ruhsatsız betonarme apartmanlar, adeta şimdiden birer“gömüt” gibidirler...


4 Kasım 2011 Cuma

AHLAKSIZLIK GEMİ AZIYA ALDIĞINDA HER ŞEYDEN ÇOK İHTİYAÇ VARDIR AYNALARA

DEPREMDE YIKILAN BİNALAR VE MESLEK AHLAKINA DAİR

Biliyorum, her depremden sonra aynı şeyler söylenir; ama galiba yeterince yinelenmeyen bir konu var...

Her meslekten insan kendi meslek alanında hata yapabilir. Doktor da hata yapar, mühendis de, müteahhit de... Mesleki hatalar, genellikle, bilgi ve deneyim yetersizliğinden kaynaklanır. Ama, mesleki bakımdan yeterli olan insanlar da, üstelik işlerinde çok titiz, çok dikkatli davranıyor olsalar bile hata yapabilirler. Yıllar önce, nükleer santrallerin güvenilirliğiyle ilgili tartışmaları okurken dikkatimi çekmişti. Bir bilim adamı, insana özgü hataların hiçbir biçimde sıfıra indirilemeyeceğini, bunun kuramsal olarak mümkün olmadığını ileri sürüyor ve nükleer santrallerin güvenilirliği konusunda asıl sorunun bu olduğunu söylüyordu.

Aslında, nükleer santraller gibi, yapılan bir hatanın bedelinin çok yüksek olduğu teknik konular bir yana, akla gelebilecek bütün teknik konularda hata paylarını azaltabilmek için sürekli araştırmalar yapıldığı; pek çok kritik denetim ya da karar noktasında, ileri düzeyde gelişkin cihazların meslek erbabının emrine verildiği bilinir. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, tıp alanında teşhis koymada doktora yardımcı olması; teşhis, dolayısıyla da tedavide hata yapılmaması için geliştirilen cihazları hepimiz biliyoruz. Bütün bunlara rağmen tıpta, hiç hata yapılmıyor mu? Yapılıyor. Mühendislikte hata yapılmasın diye, örneğin ileri düzeyde geliştirilmiş ölçme teknikleri, test cihazları var; ama yine de hata yapılabiliyor. Galiba insanoğlu var olduğu sürece de bu hatalar yapılacak.

Ama, eğer bir ülkede sürekli deprem oluyorsa ve her depremde yüzlerce, binlerce bina yerle bir oluyor ve bu yüzden her seferinde yüzlerce, binlerce insan ölüyorsa, bilin ki, o ülkede, kabul edilebilir sayılacak mühendislik, müteahhitlik hatalarından çok ötede bir şeyler vardır. Lâfı uzatmadan söyleyeyim; o ülkede kokuşmuş bir sistemle birlikte ahlaken kokuşmuş, tefessüh etmiş müteahhitler, proje mühendisleri, kontrol mühendisleri de vardır.

Yerle bir olan binaların müteahhitlerini bir tarafa bırakıyorum. Eminim, sistem, daha önce onlarca defa olduğu gibi onları yine cezalandırmayacaktır. Yine eminim, o adam müsveddelerinin üye oldukları örgütler de (şimdi onlara galiba “sivil[!] toplum örgütü” deniyor) kıllarını kıpırdatmayacaklardır. Ama ben mühendislik kökeninden geliyorum; onun için, o yerle bir olan binaların -ki onların önemli bir bölümü kamu binasıdır- proje mühendislerinin, kontrol mühendislerinin üye oldukları ya da üyesi olmasalar bile mensubu oldukları meslekleri temsil eden örgütlere bir çift sözüm var:

Diyorsunuz ki, ‘Bütün bu yıkımların sorumlusu, tefessüh eden mevcut iktisadi sistemdir; asıl sorgulanması, mücadele edilmesi gereken de bu sistemin kendisidir.’ Elbette bu sistem ve arkasındakilerin, siyasi iktidar sahiplerinin vebali çok büyüktür. Haydi onu da ben söyleyeyim. O iktidar sahiplerini verdikleri oylarla o noktaya taşıyan ve her depremde en büyük zararı gören halkın vebali de çok büyüktür.

Ama söylediklerinizin satır aralarından şu sonucu da çıkarmamızı istiyorsanız, ona itirazım var: ‘O proje mühendisleri işten atılmamak, aç kalmamak için, kendilerini istihdam eden müteahhitlerin projelerini imzalayıp yaptıkları binalara göz yummak, kontrol mühendisleri de çalıştıkları kamu kurumlarından gelen benzer baskılar altında, o çürük binalara onay vermek zorunda kalmışlardır; o mühendisleri bu hale düşüren de mevcut sistemdir; onları suçlayamayız!’

Hayır, eğer gerçekten emekçilerin, çalışanların yanındaysanız, onlara kendilerini güvencede görecekleri bir gelecek vaadiniz varsa, ki ben hâlâ öyle olduğunuzu düşünüyorum, sırf işsiz kalmamak, aç kalmamak için müteahhidin ahlâksızlığına ortak olarak halktan yüzlerce, binlerce insanın ölümüne, yaralanmasına neden olan mühendislerin yanında olamazsınız. Sistem her ne olursa olsun, sizlerin meslek ahlâkını korumak gibi bir sorumluluğunuz var. Tasavvurlarınızdaki yarınlar ahlâksız insanlarla kurulamaz.


            Aykut Göker

Cumhuriyet Bilim Teknik
http:/www.ınovasyon.org





AKILIN VE BİLİMİN DIŞLANIP PARANIN HER ŞEYLEŞTİRİLMESİYLE AZDIRILAN ÇÖKÜŞLER

Orhan Bursalı (Cumhuriyet Bilim Teknik):

Bu hafta, genellikle sadece yanıt verdiğimiz ve ayıp olur diye yayınlamadığımız, dergimiz üzerine yazılardan bir bölümüne yer vereceğim. Kimse kusura bakmasın, belki hepimiz için bir enerji kaynağı olur...

***
“Bizim size öğrettiklerimizin yarısı muhtemelen yanlıştır, ama maalesef hangi yarısı olduğunu bilmiyoruz.”

‘Nükte de içeren bu söz, bilimde bugün doğru gözüken bazı bilgilerin yarın yanlış olabileceğini ve bilimin sonsuzluğunu vurguluyor bir bakıma..’



*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*



Aykut Göker (Cumhuriyet Bilim Teknik):

Güney (Gönenç) Hocanın üniversitede 40’lı - 50’li yılların karanlığını anlattığı bir kitabı yayımlandı: 
“Karanlık Zamanların Şarkısı: Üniversitede 40’lı - 50’li Yıllar” (2011, Yeni Umut Yayınları)... Kitabın girişinde Bertold Brecht’ten (Çev. A. Kadir) bir dörtlük yer alıyor:

Karanlık zamanlarda / şarkı da söylenecek mi? / Elbette, şarkı da söylenecek, / karanlık zamanları anlatan.


*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Ülkü Tamer (Cumhuriyet): RÜZGARIN YÖNÜNÜ DEĞİŞTİREN ARAÇ

Televizyon konusunda çok sevdiğim iki sözü sizlerle paylaşmak isterim:

“Televizyon, ilk gerçek demokratik kültürdür” diyor Clive Barnes, “herkese açık olan, insanların istekleriyle oluşturulan bir kültür. İşin korkunç yanı ise insanların ne istedikleridir.”
Bruno Bettelheim ise bir tehlikeye değiniyor:

“Günün büyük bölümünü TV ekranından yöneltilen o sıcacık sözlü iletişime kulak kabartmaya ya da TV yıldızı olarak nitelendirilen kişilerin duygusal davranışlarını izlemeye koşullandırılmış çocuklar, gerçek yaşamda başarı kazanamazlar; çevrelerinde o yıldızlar gibi ilgi göremezler çünkü. Daha da kötüsü, gerçek dünyadan öğrenmeleri gerekeni öğrenemezler, bu yeteneklerini zamanla yitirirler; yaşam, ekrandaki yaşamdan çok daha karmaşıktır. En sonda da biri çıkagelip her şeyi açıklamaz. ‘TV çocuğu’ karşılaştığı olayların anlamlarını kavramakta zorlanır, umutsuzluğa kapılır. Bu sorun zamanında giderilemezse, çocukta TV karşısında başlayan‘anneden duygusal kopma’ başka boyutlara ulaşır. TV’nin yarattığı asıl tehlike budur: İnsanın edilgenliğe yönelmesi ve tek başına yaşamla karşı karşıya kalamama korkusunun yerleşmesi.”

***
Eğlenceli bir olayla bitirelim:

Televizyon tarihinde en büyük yalan şaka olsun diye söylenmişti. BBC’de 1 Nisan 1957’de yayımlanan “Panorama” programında, Richard Dimbleby, İsviçre’nin güneyinde spagetti yetiştirildiğini ileri sürdü. Dallarından spagetti sarkan ağaçlar ve spagetti toplayan köylüler gösterdi. İngilizler bunun 1 Nisan şakası olduğunu anlamadılar. BBC’nin telefonları kilitlendi. Herkes nereden spagetti tohumu bulabileceğini soruyordu. Yanıt aynıydı: 

“Tohuma gerek yok. Toprağa biraz spagetti gömüp bol bol domates suyu vereceksiniz.”

O hafta domates suyu satışları tavana vurdu.
Avrupa’da bu tür olaylara yılda bir kere rastlanıyor. Bizdeki bazı televizyonlar için ise her gün 1 Nisan.



*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Orhan Bursalı (Cumhuriyet Bilim Teknik):

İbni Sina der ki: “Bilim ve sanat, takdir edilmediği yerden göç eder.” 
Bu sözü, Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi önündeki heykelinde de yazılıdır.


*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Işık Kansu (Cumhuriyet):
Haftanın sözü
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’dan depremzedelere:
“Ben size burada cillop gibi köy yapacağım.”


*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Oktay Ekinci (Cumhuriyet): ‘YAZIH’ BAKÛ’YA DA KARS’A DA…

Bu yazımı Azerilerin de ganacağı dilde sunuram. Bakû’nun veKars’ın gözel insanları, analarıyla danıştıhları kimi* ohusunlar; başlarına gelen felakete çare arasınlar diye…

Bu felakete Türkiye’de bizler “emlak rantı saldırısı” deyirik. Azerbaycan’da ne deyirler bilmirem ama eşittim ki Bakûlü me’marlar da şehrin teze* siluetinden narahattılar...
Bakû’yla Kars’ın gedim* binalarındaki ortah zerafet dillere destan iken, şehre saygısız teze tikintileri* ile de ortah kaderlerini yaşıyırlar.
(…)
İlber Ortaylı eynen şunları yazmış: “19’uncu yy’ın Bakû’su ustalıkla restore edilmiş ve ortaya zengin bir Avrupa başkenti çıkmış(...) Lakin birçok tarihî olayı ve anıyı barındıran, bir-iki katlı avlulu binalardan oluşan eski Bakû’nun konut mahalleleri gökdelen tehdidi altında.”


*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Celal Şengör (Cumhuriyet Bilim Teknik):

Bilimi her türlü insan faaliyetinden daha kıymetli yapan bizim tersimize, gerçeği en çıplak haliyle görmek istemesi ve göstermeye çalışmasıdır. Gerçeğe ulaşmamızın mümkün olmadığı durumlarda ise, gerçeği yakalayabilmek, en azından ona bir veya birkaç adım daha yaklaşabilmek için varsayımlar ortaya atar, onların ışığında gözlemlerimizi belirli alanlara teksif ederiz.
O varsayımlar da o kadar şeffaf olmalıdır ki, en küçük bir yanlışımız bile sırıtsın ve onu meslektaşlarımız görerek bizi ikaz etsinler, «yanlış yoldasın» desinler. Bilimci, kendisine yanlışını gösteren meslektaşına veya herhangi bir kimseye şükran duyar.



23 Ekim 2011 Pazar

KANUN BAĞLANIP TERÖR SERBEST BIRAKILINCA

MEMLEKETİN AYARI BOZULDU


Durmuş bir saat bile günde iki kez doğruyu gösterir.
Ya ayarı bozulmuş bir saat?
Ne zaman ne göstereceği belli olmaz.
Saatin ayarı bozulmuşsa, artık sürekli yanlış göstermektedir.
Geri kalıyorsa da yanlış göstermektedir, ileri gidiyorsa da.
İleri giden bir saat için, “Bu saat zamanın önünde, çok ilerici” denebilir mi?
Denemez... Sonuçta o saat yanlıştır.
İşte memleket de bu hale geldi.
Ayarı bozuldu.
İçeride dışarıda, her alanda, her konuda ölçü kaçtı.
Denge, karşılıklılık, meşru zemin, hak arama hakkı gibi kavramların tümü ya ortadan kalktı ya da anlamı değişti.
Hükümet, orantısız güç kullanımını bir başarı, istikrar, ilerleme, iktidar olduğunu kanıtlama aracı haline getirdi. Orantısız güç bazen bir kanun hükmünde kararname, bazen bir kanun hükmünde haddini bildirme...

***
Avrupa Birliği’nin son ilerleme raporu bu ölçüsüzlüğü tanımlamada ilginç bir örnek. Yıllardır hükümetin attığı her adıma, çıkardığı her yasaya “reform” diyen AB temsilcileri, onca reformun ardından gelinen noktaya bakınca ister istemez şaşırıyorlar.
İlerleme raporunun medya bölümünün özeti şu:
“Türkiye’de her konu açıkça tartışılabiliyor. En hassas konularda bile en ileri görüşler ortaya atılabiliyor. Ancak bu özgürlüğün hiçbir güvencesi yok.”
Bir başka deyimle, Türkiye’de özgürlükler geniş, cezaevleri dolu!
Bu tablonun nedeni başta vurguladığımız ölçüsüzlük, ayar bozukluğu.
Hükümet bunu siyaset yapma anlayışı olarak benimsediği için yasaları da ona göre çıkarıyor. Kapsama alanlarını çok geniş tutuyor ki; istediğini içine alabilsin.
Düşünün; tarlalarının hidroelektrik santralının altında kalmaması için sesini duyurmaya çalışan köylüler hakkında bile, çıkar amaçlı suç örgütü kurmak suçlamasıyla soruşturma açılabiliyor.
Bu anlamda Türkiye’de hiç kimse kendini güvence altında hissedemez. Kendisini maddi olarak ve nüfuz olarak çok güçlü hisseden üç işadamı bir araya gelip, bir girişim planlasa; ülke ekonomisine katkıları nedeniyle madalya da alabilir, çıkar amaçlı suç örgütü kurmaktan soruşturmaya da uğrayabilir.
En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir sözünden yola çıkarak şöyle bir benzetme yapabiliriz:
En kötü ölçü bile ölçüsüzlükten iyidir.

***
Bütün bu karmaşayı “ustalık” olarak göstermek gerçekten ustalık isteyen bir şey.
Aslında “usta”nın sözlük anlamına bakarak da olup bitenleri açıklamak olası. Dört beş ayrı anlamı bir yana, usta bir işi tek başına yapmayı tarif ediyor.
Günlük hayattaki kullanımıyla da usta, kafasına koyduğu bir şeyi yapmak için gerekirse hiçbir kural tanımamayı da tarifin içine katıyor.
Oysa ülke yönetimi ustalığı değil, “kurallar bütünü” içinde olmayı gerektiriyor.
Türkiye’de bugün kurallar bütünü diye bir şey yok; kurallar yelpazesi var. Yelpazenin içinde her şey var. Hangisini seçerseniz, kurala uymuş oluyorsunuz.
Ustaya ve çevresine göre böyle... Bunun tersi de geçerli... Çevrenin dışındaysanız neyi seçerseniz seçin, kural ihlali yapmış oluyorsunuz.
Yaptırımı da çoktan seçmeli... Elinden her şeyin alınması olabilir, ağır bir para cezası olabilir ya da ağırlaştırılmış yargılama ile birlikte tutuklama olabilir.
Noktayı Beydeba’nın bir sözüyle koyalım.

Diyor ki:
“Hükümetlerin en kötüsü suçsuzu korkutandır.”


Mustafa Balbay

Cumhuriyet







18 Ekim 2011 Salı

“… HİÇ GÜNCELLENMEDİ, PIRLANTA ALSINLAR”


‘… PASTA YESİNLER!’


Önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 5. uçağı “Airbus 319” daha büyük, daha modern olan “Airbus 330” ile güncellendi.

Sonra üçüncü makam aracı olan Mercedes, dördüncüsü 500 bin liralık BMV marka oto ile güncellendi.

Milletvekillerinin “özel” arabaları da tahsis edilen “resmi” arabalarla güncellendi. Araba “resmi” olur da benzini “özel” olur mu? Onlar da güncellendi. Peki, resmi arabayı kim kullanacak? Eş dost şoförlerin TBMM’den maaş almaları ile güncellendi.

Yetmedi, telefonları yıllık ortalama 10 bin liralık ödenekler ile güncellendi. Ardından uçak biletleri de bedava olarak güncellendi. Yetmedi, ücretsiz tablet bilgisayarları da güncellendi.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, bu güncellemeleri, başka güncellemeler ile karşılamanın yolunu hemen buldu!

Doğalgaz konutlarda yüzde 12.2-14.3, sanayide yüzde 13.3-14.3 olarak güncellendi. Doğalgaz bağımlısı elektrik üretimi de yüzde 9.6 olarak güncellendi.

Domino etkisi önce elektrik girdisiyle sağlık hizmetlerine yüzde 20’ye varan güncelleme getirdi. 
Önümüzdeki haftalarda sanayi üretimleri de bu güncellemeden elbette nasibini alacaktır.

Pasaport, sürücü belgesi, silah taşıma ruhsatı harçları ile ehliyet harcı da güncellendi. Bundan önce “Üretici Fiyat Göstergesi” son 34 ayın en yüksek güncellemesi ile yüzde 12.15 olarak gerçekleşmişti.

Başkalarının oyuncağı ile gerdeğe girmeyi güncelleştiren AKP hükümeti “Özel Tüketim Vergisi’nde (ÖTV)” bir çırpıda 5.5 milyar liralık güncellemeyi gerçekleştirdi. Her nedense pırlantadaki vergiler güncellenmedi! İnsanın aklına “Acaba, kimlerin Somali elmas madenlerinde ortaklığı var?” sorusunu getirmiyor mu?

“Katma Değer Vergisi (KDV)” ve ÖTV ile dar gelirli halkın üzerinde en büyük yükü oluşturan dolaylı vergiler yüzde 70’lerde...

ABD Başkanı Barack Hussein Obama’nın yasalarda değişiklik yaparak zenginden daha fazla vergi alıp çalışanın sırtındaki yükü azaltmaya, iş olanaklarını arttırmaya çalıştığı şu günlerde Nev York’ta ünlü borsa sokağı Vall Street’te “Amerikan sonbaharı” denilen eylemler başladı. Bu eylemler Avrupa başkentlerine de sıçradı.

Hükümet ABD örneğini bile Türkiye’de güncellemiyor. Memura yeni dönem bütçesinde enflasyon oranının da altında, yüzde 3 artı 3’lük bir güncellemeyi öngörüyor. Böylece lise mezunu bir memura ocak ayında yapılacak aylık güncelleme topu topu 1.5 kiloluk kıymaya bedel olacak!

Uçağı ile makam arabasını son modelle güncelleştiren Başbakan “Porsche yerine Fiat’a binin..” diyor.

20 yaşında Fransa Kralı olan 16. Louis’nin taç giyme töreni Paris’te “ekmek” kıtlığına rastlamıştı. 
Halkın ekmeksizlikten, ekmek alamamaktan yakındığını söyleyen yardımcılarına 19 yaşındaki Kraliçe Marie Antoinette’in “Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler!” sözleri ünlüdür.

Ekonomik dengesizliğin de desteklediği “aydınlanmacı özgürlüklerin” öne çıkmasından sonra kral ve kraliçe tutuklandı. Kraliçe 16 Ekim 1793’te, Paris sokaklarında eli kolu bağlı, bir saat dolaştırıldıktan ve aşağılanmak için çırılçıplak soyulduktan sonra başı giyotinle uçuruldu.

Neyse bu bölümü güzel bir haber ile noktalayalım! Doların TL karşısında değer kazanmasına karşın; ham petrol fiyatının düşmesinden dolayı, benzine 6 kuruş indirim geldi. Gözümüz aydın!


Özgen Acar

Cumhuriyet






27 Eylül 2011 Salı

TUTTUĞUNUZ ALTIN OLSUN ELLERİNİZ DERT GÖRMESİN ÇAĞ ATLATICILAR, TERSİNE ÇEVİRMEYE DEVAM EDİN BİLİMİ VE AKILI VE DENEYİMİ

MÜHENDİSLİK FELAKETİ


Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Karadeniz Sahil Yolu’nun yüzde 65’ini tamamlamakla övünmesine karşın, hükümetin, AKP’li Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı’nın Rize’de bir can alan sel felaketine neden olarak gösterdiği yolda gerekli önlemleri almadığı ortaya çıktı.

AKP’li Rize Belediye Başkanı Bakırcı’nın,“Karadeniz Sahil Yolu, şehir merkezinden 70 santimetre daha yüksek yapıldı. Derelerin taşması halinde şehri su basabileceğini, hiçbir şey yapamayacağımızı kendilerine söyledim” açıklamasının ardından, Karadeniz Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Ulaştırma Ana Bilim Dalı Başkanı Çelik de şunları söyledi: “Rize, Karadeniz Sahil Yolu’na yapılan dolgularla kör bir kuyuya hapsedilmiştir. Burada sel basması her zaman doğaldır. Her şeyden evvel şehirlerin önünden yüksek dolgularla geçilmesi yanlıştır. Bu tür konularda mühendisler değil de siyasiler karar verirse sonuç bu olur. Bu yolun yerleşimlerin ardından geçmesi gerektiğini söylemiştik. Pahalı olduğunu söylediler. Deniz dolgusu çok daha pahalı oldu. Eski yol da yanlıştı, mevcut yol çok daha yanlış oldu. Bu tam bir mühendislik rezaleti. Bir doğa felaketi değildir. Yağmurun geleceğini biliyoruz, bile bile felaketi davet etmişiz. Müteahhit karar veriyor güzergâha. Doğu Karadeniz’deki yüksek yağışları ızgaralı sistemlerle tahliye etmek mümkün değil. Rize’de 600 metre uzunluğunda sıfır eğimli menfez var. Bu menfezlerin bakımı da belediyelerce doğru dürüst yapılmıyor. Genel olarak mevcut yol Rize’de olduğu gibi sorunludur.”

Sayıştay’ın da konuyla ilgili 2006 tarihli “Kıyıların Kullanımının Planlanması ve Denetimi” başlıklı raporunda şu ifadelere yer verildi: “Karadeniz Sahil Yolu’nun bir kısmı eski dolgular üzerinden geçirilmiş, bir kısmı için ise plansız şekilde yeni dolgular yapılmış, planların sonradan onaylandığı anlaşılmıştır. ... 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nda yer alan ‘Taşıt yolları, sahil şeridinin kara yönünde yapı yaklaşma sınırı gerisinde kalan alanda düzenlenebilir’ hükmüne uyulmadığı belirlenmiştir. Karadeniz Sahil Yolu’nda dolgu yapımı öncesinde detaylı araştırmalar yapılmamış, dolguların hangi bölgelerde ne miktarda yapılacağı, çevreye etkilerinin ne olacağı belirlenmemiştir.” Rize özelinde de “Kıyı Kenar Çizgisi’nin (KKÇ) tespitinde hatalar görülebilmektedir. Hatalı tespitler, planlama ve yapılaşmada da hatalı kararlara sebep olmaktadır. ... KKÇ’nin Rize’de ise dolgu üzerinden geçirildiği saptanmıştır” ifadesi yer aldı.


Murat Kışlalı

Cumhuriyet Ankara Büro


19 Eylül 2011 Pazartesi

‘BENİM ALİMİM’ DÖNEMİN RUHUNA UYGUNDUR KOYUNUM



BİLİM SORUMLULUKTUR...


Kurt Cosswig. Zooloji profesörü.

Tıp fakültesinin ilk yılında bu dersimizin hocasıydı.

Hitler döneminde üniversitedeki görevlerine son verilen Yahudi profesörlerin arasında Türkiye’ye gelmişti.

Fakültenin ilk sınıfında fizikte Prof. Zuber, kimyada Prof.Breusch, botanikte Prof. Heilbronn ile karşılaşmıştık. Derslerini Almanca verir, çevirmen asistanlar Türkçeye çevirirlerdi.

III. Reich döneminin ari ırkın saflaştırılması adına yapılan bu işlem, dünya çapında bilim insanlarının Almanya dışına çıkmaları ile sonuçlanmıştı.

Bu işlemle gelen başka çok değerli öğretim üyeleri de oldu ve biz hepsinden çok yararlı bir tıp eğitimi gördük.

Ama Kurt Cosswig!

Bir nedenden dolayı çok daha önemliydi.

Kurt Cosswig Yahudi değildi.

Ailesinde de Yahudi karışımı yoktu.

Karısı da saf ari ırkındandı.

Görevden atılma yasası ile hiçbir sorunları yoktu.

Ama bu dürüst karakterli bilim insanı, Yahudi meslektaşlarına yapılan haksızlığı protesto etmek için ülkesinden ayrılmıştı.

Görevinden, evinden, kürsüsünden, vatanından ayrılmıştı.

Sahip olduğu her şeyi terk etmiş, vatanında yapılanları protesto etmek için her şeyini feda edebilmişti.

Bu durumu çok sonraları öğrendim.

Kurt Cosswig’i hayranlıkla anıyorum.

Şimdi yaşamıyor.

Bandırma Kuş Cenneti’ni bulan da odur.

Bilimin namusu işte budur.

Einstein da atom bombasına bu nedenle karşı çıkmıştı.

Oppenheimer bu nedenle hidrojen bombasının başına geçmeyi reddetmişti.

Bilim namustur.

***
Bütün baskı rejimlerinde bilim baskı altına alınmaya çalışılır.

Çünkü, bilim özgürdür.

Bilim emir almaz.

Bir rejimin niteliğini anlamak istiyor musunuz?

Bilimle ilişkisine bakacaksınız.

Bilim özgürse orada özgürlük vardır.

Bilime baskı yapılıyorsa orası baskı rejimidir.

Bilimin özgür olması dogmanın gücünü azaltır.

Dogmanın özgür bilime tahammülü yoktur.

Kopernik astronomisiyle engizisyonun çatışmasıdır bu.

Galile bu nedenle engizisyonda yargılanmıştır.

Kutsal İncil Güneş’in Dünya’nın çevresinde döndüğünü söylemiştir.

Oysa, Kopernik ve Galile, Dünya’nın Güneş’in çevresinde döndüğünü söylemişlerdir.

Galile yargılanmış, yazdıklarını inkâr etmesi istenmiştir.

Galile bu kararı kabul ederek yaşamını ev hapsine döndürmüştür.

Tarih boyunca bilim ve dinsel dogma çatışmıştır.

Bugün de Amerika’da evrim kuramı ile yaradılış öyküsü çatışmaktadır.

Günümüzün inanılan hurafeleri din dogmalarının bile çok dışına çıkmıştır.

Dogma, değişmeyen, soru sorulmayan, tartışma kabul etmeyen kurallardır. Din kaynaklı, gelenek kaynaklı, herhangi bir inanç kaynaklı olabilir. Bilim bile yukardaki özellikleri taşırsa dogma olabilir, tarihte örnekleri görülmüştür.

Bilim, değişebilen, soruya her zaman açık, tartışmaya açık, kanıta, araştırmaya, incelemeye dayalı bilgi çerçeveleridir.

Nitelikleri bakımından çatışmaları kaçınılmazdır.

Bu nedenlerle bilim özgürdür ve bağımsızdır.

***
Bilim, niteliği gereği sorumluluktur.

Bilim insanı bilmekle kalamaz.

Bilim insanı bildiklerini açıklamak sorumluluğunu taşır.

Bilim insanı yazarak, konuşarak bildiklerini açıklama sorumluluğunu dünya ile paylaşır.

Bilim insanı barıştan yanadır.

Bilim insanı özgürlükten yanadır.

Bilim insanı bağımsızlıktan yanadır.

Bilim insanı uygarlıktan yanadır.

Bilim insanı insandan, insan yaşamından yanadır.

Albert Einstein, 1931 yılında Cal-Tech’te (California Institut of Technology) bir grup dinleyiciye şunları söyledi:

“Zihinlerimizin ürünlerinin insanlık açısından bir bela değil, iyilik olabilmesi için… bizzat insana ve insan kaderine gösterilen ilgi her zaman tüm teknik çabaların başlıca ilgi noktasını oluşturmalı.”

Şimdi TÜBA üyelerinin siyasal iktidar tarafından atanması girişimi günümüzde bilim üzerindeki siyasal baskının yeni bir örneğidir.

Değerli Doğan Kuban’ın söylediği gibi, “Sorunumuz TÜBA’dan büyüktür.”

Bilim insanı olmak sorumluluktur.

Bu sorumluluğu taşımayanlar bilim insanı değil, bilginin hamallarıdır.

Unutulmasın, sonunda her zaman bilim kazanmıştır.


Erdal Atabek

Cumhuriyet






18 Eylül 2011 Pazar

“HAAAYL…”

ŞARLO’NUN ‘BALKON KONUŞMASI’


VİYANA
Hitler 15 Mart 1938 günü Viyana Hofburg Sarayı’nın balkonundan Kahramanlar Alanı’nda kendisini dinleyen kalabalığa çok sözler verir. En önemlisi partisinin ülkeye yeni bir düzen getireceğini, işsizliğe mutlaka çare bulacağını söyler. İnsanlar onun içi boş sözlerine inanır. Hitler doğduğu ülkeyi dirençsiz teslim alır, çünkü çoğunluk onun arkasındadır. Çaresizlik içindeki toplumun peşinden gideceği başka lider yoktur.

Hitler sudan nedenlerle sol görüşlü karşıtlarını ve aydınları tutuklatıp, kamplara attırır. Bilim adamları ve yazarlar yurtdışına kaçar. Avusturya’ya el koyduktan sonra o ünlü balkon konuşmasını yapan “Führer” artık iyice güçlenmiştir. Kısa süre sonra Yahudilere yapılan eziyetler artar. 9 Kasım 1938 gecesi Almanya ve Avusturya için “Kristal Gece”dir. Binlerce işyeri yağmalanır, 270 sinagog yakılır, Yahudiler öldürülür. Tam bir cinnet geçiren Hitler ve şürekâsı gerçek yüzünü çok çabuk göstermiştir! Akıllı bir propagandayla misyonlarını çok mükemmel sahneleyen Naziler, geleceğinden ümit kesmiş kültürsüz yığınların kolayca kandırılıp, elde edildiğini çok güzel başarmıştır! Almanya’da ve Avusturya’da insanların çoğunluğu bütün olumsuz gelişmelere karşın ağızlarını açmamakla, kulaklarını tıkamakla ve gözlerini kapatmakla Hitler’e destek vermiştir! Ve halkın bu ilgisizliği onun gibi bir despotun son bin yılın en dehşetli katliamını işlemesine yol açmıştır! İşte o süreçte ve ardından gelen gelişmelerde Viyana’daki ünlü “balkon konuşması” çok önemli bir rol oynamıştır!

Şimdi Kahramanlar Alanı’nda, Avrupa’yı Türklerden kurtarmış olan Prens Eugen’in dev heykelinin yanı başında durmuş Hitler’in o konuşmasını yaptığı -şu sıra bir restorasyon geçiren- balkona uzun uzun bakarken birden aklıma Şarlo’nun “Büyük Diktatör” filmi geliyor. Geçen yüzyılın en büyük sinema artisti ve rejisörü Chaplin 1940 yılında çevirdiği bu ilk sesli filminde Nazi Almanya’sı ve Hitler ile çok güzel alay eder. Onun diktatörlüğü ve faşistliğini alay konusu ederken, izleyiciyi düşündürür ve hüzünlendirir de. “Büyük Diktatör” sayısız unutulmaz başarılı sahne ile doludur. Üzerine dünya haritası çizilmiş büyük bir balonla dans edişi ve alandaki binlere anlaşılmaz bir dilde yaptığı “balkon konuşması” çoktan sinema tarihine geçmiş ünlü sahnelerdir! Balkondaki Hinkel (Şarlo) kimi zaman çok öfkelidir, kimi zaman çok yumuşaktır. Charlie Chaplin bu sürekli değişimle Hitler’in nasıl dengesiz birisi olduğunu göstermek ister. Hele ağzından çıkanların tek kelimesi bile anlaşılmayan “Führer”e yığının coşkuyla haykırışı bu deha insanın hınzırca bir buluşudur! Şarlo’nun ömrünün son 25 yılını geçirmiş olduğu Leman gölü kıyısındaki Vevey’deki villası şu sıralar bir müzeye dönüştürülmekte. Uzun çabaları gerektiren bu proje 2012’de meyvelerini verecek ve herkesin merakla beklediği müze Şarlo sevenlere kapılarını açacak.

Yolun iki kenarında duran şık faytonların arasından geçip, Ring caddesine doğru yürüyorum. O akşam Volksoper’de oğul Johann Strauss’un ünlü “Viyana Kanı” operetinin bu sezondaki ilk gecesi var, uğrayıp biletleri almalı. Viyana’da operet izlemek bir başkadır. Volksoper’de 1898’den bu yana perde hemen hemen her gece açılır, yılın 300 gecesinde Viyanalı operetlerle coşar. Çoğu temsilde sahneden sıçrayan kıvılcımla seyircilerle sanatçılar bütünleşir.


Ahmet Arpad
Cumhuriyet

www.ahmet-arpad.de


12 Eylül 2011 Pazartesi

‘YAĞDIR MEVLAM ÜRETİM’


SANAYİ TÜKENDİ, RANT VERELİM…


Arkadaşım Meral Tamer, 9 Eylül tarihli Milliyet’teki köşesinde diyor ki, “Ekonomi Gazetecileri Derneği’nin (EGD) düzenlediği ve Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün’ün konuşmacı olduğu toplantıda ben, uzun yıllardan sonra sanayinin ve üretimin, yeniden Türkiye’deki ekonomik faaliyetlerin merkezine oturacağına ikna oldum ve de çok memnun oldum.... Sayın Bakan’ın Türkiye’de son dönemdeki toplumsal hevesi ve istekliliği yansıtmak amacıyla sıkça telaffuz ettiği ‘Biz yaparız’ heyecanını paylaşmaya başladım.”

AKP’nin gözdelerinden Ergün ve Zafer Çağlayan, bir süredir sanayileşmeyi, hem de ihracata dönük sanayileşmeyi öne çıkaran söylemleri ile medyada öne çıkmayı başarıyorlar başarmasına da sormazlar mı adama: Bu ülke bugün bu “reel” alanların restorasyonuna acilen muhtaç durumda iken, bu hale kimler getirdi? 2002’den 2011’e iktidar siz değil miydiniz ve gerçek ihracat, sanayileşme için ne yaptınız?

Ergün, AKP’nin 3. iktidar döneminde sanayileşmeyi merkeze alan, ama bunun bilgiyle ve teknolojiyle daha fazla katma değer yaratacak şekilde donatılacağı, çok geniş kapsamlı bir sanayi stratejisinden söz ediyormuş...

Geçmiş ola… O tren kaçtı. O trene vaktinde G. Kore, Çin, Hindistan ve öteki Asyalılar çoktan bindi. Artık ihracatın yüzde 52’sini yaptığımız Avrupa pazarlarında, coğrafi yakınlık ve aday ülke avantajımıza rağmen, Asyalılar kök söktürüyor, barındırmıyorlar. Neyle mi? Ergün’ün yeni uyandığı, “sanayileşmeyi merkeze alan, ama bunun bilgiyle ve teknolojiyle daha fazla katma değer yaratacak şekilde donatılacağı, çok geniş kapsamlı sanayi stratejileriyle...”

Onlar, o stratejiyi hayata geçirirken AKP iktidarı ancak, “yüksek faiz-düşük kur” politikalarıyla sıcak para çekmeyi, kamu işletmelerini yerli-yabancı sermayeye haraç mezat satmayı ekonomiyi yönetmek sanıyordu.

Türkiye’nin dış ticareti sanayi ağırlıklıdır. Oradaki performansı, sanayinin performansı olarak okuyabilirsiniz. Bakın sanayi odaklı dış ticarette AKP iktidarında nereden nereye gelmişiz:

AKP’nin iktidar olduğu 2003 yılında, Türkiye’nin 47 milyar dolar olan ihracatına karşılık 70 milyar dolara yaklaşan ithalatı vardı ve açığı o yıl sonunda 22 milyar dolardı. Sonra ne mi oldu? AKP’nin 8.5 yıllık icraatında 1 trilyon 241 milyar dolarlık ithalatyapan Türkiye, ancak 790 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirdi ve bu süre sonunda 451 milyar dolar dış ticaret açığı verdi. AKP iktidarının ilk yılında 22 milyar dolar olan dış ticaret açığı, 2010 sonunda 71 milyar dolara çıktı. Bunun sonucunda da 2003 yılında milli gelirin yüzde 2.5’i kadar cari açık veren Türkiye’nin 2010’daki açığı milli gelirin yüzde 6.6’sına çıktı. 2011’in tamamında ise yüzde 10’a çıkacağını IMF söylüyor. Bu ölçüde içe göçmenin temelinde sanayinin geliştirilememesi ve iyi yönetilememesi, daha doğrusu kötü yönetilmesi ana etkendir(*).

Haksızlık etmeyelim, kötü idare edilen sadece sanayi değil, ekonominin tümü oldu. Sanayiyi geliştirmek yerine neyin özendirildiği ise ortada. Dünün bütün büyük sanayicileri, bugün GYO’cu. Yani “gayrimenkul yatırım ortaklığı” girişimcisi. Hiç uzağa gitmeyin, Türkiye’de sanayiye ebelik yapan, dış kaynakları getirip Koçları, Sabancıları, Eczacıbaşıları sanayici yapan TSKB, bugün ne iş yapıyor, farkında mısınız? O da GYO’cu. TSKB Gayrimenkul Değerleme AŞ ile TSKB Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı AŞ, kendi ifadeleriyle, “yüksek getiri sağlayacak verimli ve likit gayrimenkullerden oluşan, cazip ve dengeli bir yatırım portföyü oluşturmayı” iş edinmişler…

***
Sanayi Bakanı Ergün’ün en çarpıcı açıklaması, Almanya’da mirasçısı bulunmadığı için kapatılma durumunda olan KOBİ’leri, oradaki Türk işadamlarının satın alacak olmalarıymış. Yıllar önce karın doyurmak için işçi olarak Almanya’ya giden vatandaşlarımız, bugün iş sahibi olarak Alman sanayisinin bel kemiği KOBİ’lere taliplermiş! Ve Ergün de o KOBİ’leri Türkiye’deki KOBİ’lerle entegre etmeyi hedefliyormuş. Cin gibi bakan!.. Siz önce burada düşük kur politikasının altında ezilip iflasın eşiğine gelmiş KOBİ’leri ayakta tutun da, oradakilerle sonra entegre edersiniz.

Herkes farkında ki, AKP’nin cin fikirli bakanları ortalıkta sanayi, teknoloji, ihracat diye top çevirirken, AKP iktidarı gerçekte, umudunu sanayide değil, rantta, özellikle İstanbul kent rantında arıyor. TOKİ’yi bakanlık haline getirip bir gecede çıkardığı 644 sayılı KHK ile yerel yönetim yetkilerini tepe tepe kullanacağını duyuran “ustalık dönemi AKP”si, varsa yoksa rant, özellikle İstanbul rantı üstünden sermaye birikimi sevdasında. Yandaşı birçok sanayici KOBİ de buna uyandı ve sanayiyi terk edip furyadan nasiplenmeye bakıyor. Hem söyler misiniz, dışarının yıkıcı rekabetine karşı korunmayan, düşük kur ile Çin mallarının şamar oğlanına dönen, dünyanın en pahalı elektriğini kullanarak iş yapmaya çalışan sanayici, ortaya iştah kabartan kent rantları dökülmüşken niye sanayici kalsın?

Meral Tamer, Türkiye sanayicilerini en iyi tanıyanların başında gelir. Hangisinin sanayici kaldığını ve son 10 yılda nereye yatırım yaptıklarını yazmayı denese ne güzel olur… Tabii neden sanayiyi “out” ettiklerini, Bakan Ergün’ün onları heyecanlandırıp heyecanlandırmadığını da okumak isteriz…

(*) Türkiye sanayisinin halipürmelalini detaylı bir biçimde anlamak isteyenler için, hocam ODTÜ İktisat Bölümü emekli Öğretim Üyesi Prof. Oktar Türel’in 1979-2010 yılları arasında kaleme aldığı yazılarından oluşan Geç Barbarlık Çağı (I-II, Yordam Kitap) kitaplarını hararetle tavsiye ederim.


Mustafa Sönmez

Cumhuriyet





4 Eylül 2011 Pazar

UMUT GÜNEŞİNİN EKSİLMEDİĞİ

YALNIZLIK ORMANINDA


Bir yol kıyısında, park köşesinde tek başına, yalnız diye düşündüğümüz ağaç aslında kendi içinde bir ormandır.

Örneğin ağustosta, eylülde iğde ağaçları... İçi unlu kurabiye, dışı ipeksi kadife meyveleri üçer beşer sallanır rüzgârda. Beyazla açık yeşil arasında tonlarca desenle örülü yapraklar aynı zamanda böcek yatağıdır. Hele bu mevsim iğde ağaçlarının dallarında, yapraklarında onlarca çeşit yüzlerce böcek bulabilirsiniz.

Böceksel hayvanat bahçesi demek hiç abartma olmaz.

Sadece iğdenin değil, bütün ağaçların yaprakları dökülürken, daldan ayrıldığı yerde küçük bir iz bırakır. O izin hemen üstünde ağaca göre değişen hafifçe bir kabarma vardır. O, ilkbaharda patlayacak yaprak tomurcuklarının fidesidir.

Ağaç kendi içinde o fideyi büyütürken dışını öylesine sağlam korur ki hiçbir kış ona diş geçiremez. Tam tersine kışın yağmuru, karı ona besin olur.

Eylülle birlikte sonbaharı giyinmeye başlayan bütün ağaçların içinde kışın hazırlığı, baharın sevinci, yazın umudu vardır.

***

İnsan da ağaç gibidir. Dallarından köklerine, gövdesinden meyvesine koca bir orman vardır içinde.

Yalnızlık o ormanın dört mevsimidir. Öyle sırayla da birbirini takip etmez mevsimler, kışbaharın ardından sonyaz gelir; onu aylar dönencesi izler, ocak, ağustos, kasım, haziran...

Bütün bunları hakkıyla yaşayacak, ölçü birimlerine sığmaz, uçsuz bucaksız alanlar vardır insanın içinde. Yalnızlığın ışıkları vurur her bir yere.

Zaman birimi de farklıdır yalnızlığın. Kabaca tahminle bir ışık yılından biraz daha uzun olmalı, bir yalnızlık yılı.

Aslında böyle bir karşılaştırma anlatmaya yetmez. Yalnızlık yılında zaman akıp gitmez. Gün olur, bütün geçmiş yıllar önündedir; seçip seçip yaşarsın onları. Gün olur, önünde uzun bir gelecek birikmiştir. Heyecanlanırsın, ne tarafa bakacağını bilemezsin.

“Siz zahmet etmeseydiniz, ben gelirdim” derseniz eğer, onun da bir yolunu bulur yalnızlık. Yeter ki kendi içindeki yolculuğa hazır ol.

İnsanın kendi içindeki yolculuk, dünyanın merkezine yolculuktan biraz daha maceralı, biraz da bilinemeyenlerle doludur. Zira ulaşsanız da ulaşmasanız da dünyanın ortasındaki merkez bellidir.

Ya insanın içindeki merkez?

Belli değildir. Zaten merkez diye bir yer de yoktur. İnsan uzayı demek hiç de abartma olmaz.

Hani insan bilgi okyanusundan kaşık kaşık aldıkça daha öğrenilecek ne kadar çok şey olduğunu düşünür ya... İçindeki yolculukta da keşfedilecek ne kadar çok şey olduğunu hisseder. Sık sık durup soluklanmak ister...

***
Yalnızlık aynı zamanda duygular ormanıdır. İçine hiçbir şey katılmamış en saf haliyle yaşarsın onları.

Öyle kaçma duygusu da oluşmaz insanda. Aksine onlarla yaşamak güç vermeye, zenginleştirmeye başlar.

Bütün mesele, yaşamayı, yaşama bilincini her şeyin üstünde tutmakta. O üst noktaya çıkan merdivenin adı da amaç.

Sadece yaşama bilinci bile başlıbaşına bir amaçtır. Bunun üzerine kendini tanıyıp yapabileceklerini ekleyince yaşamın tadı nerede olursa olsun güzeldir.

Yaşam, nerede olursa olsun zengindir.

Yalnızlığını kendi içinde kocaman bir ormana dönüştürebilir insan.

Bir de amaç tohumlarını içindeki mevsimlerle uyumlu ekerse, neler yetiştirmez...

Böyle bir ormanda umut güneşi de hiç batmaz zaten...



Mustafa Balbay

Cumhuriyet



21 Ağustos 2011 Pazar

BÜTÜN AVRUPALILAR GİBİ RANTI GÖRMEYEN, ÇAĞ ATLAMAYI BİLMEYEN AKILSIZ ALMANLAR İŞTE!

DEV KOLLARIYLA YEŞİLE SALDIRAN AHTAPOT


Alman insanın doğaya, yeşile olan sevgisi sonsuz.

Türk insanı da doğayı, yeşili sever, köyünü terk etmediği sürece! Büyük kente geldi mi, hele İstanbul’a yerleşti mi, yeşil sevgisi kısa sürede beton sevgisine dönüşüverir. 1950’li yıllardan bu yana yaşamakta olduğumuz bu sevginin sonu gelmeyecek gibi! Menderes’in başlattığı “yeşilin yerine asfalt ve beton misyonu”nu İstanbullu olmayan, fakat kendilerine “İstanbul âşığı” diyen halefleri hep sürdürdü. “Mavi gözlü” Dalan’ın bir zamanlar, restore edeceğine üzerinden silindirle geçtiği ve “yeşil alan” yaptığı Haliç kıyılarına ne zaman giderseniz gidin, temiz hava almaya gelmiş Allah’ın tek kuluna rastlayamazsınız. Dalan’dan sonrakiler de yeşil yerine beton-asfalt politikasını sürdürdüler. Ve her belediye seçiminden de zaferle çıktılar! Son 15 yıldır dikilen “ucube” gökdelenlerin, açılan yolların, altgeçitlerin, tünellerin, kavşakların sonu geleceğe benzemiyor. Üçüncü Boğaziçi köprüsüyle çevreyolları ve “çevreyol manzaralı” siteleri bizi bekliyor! İstanbul çoktan bir “ahtapot” kent! Dev kollarıyla yeşil alanlara saldırıyor, kanlarını emiyor, onları yutup bitiriyor.

Şehir Planlamacıları Odası İstanbul Şubesi’ne göre kentte kişi başına 1 metrekarenin altında aktif yeşil alan düşüyor.

Sağlıklı bir yaşam için bu oran 10 metrekare olmalıymış.

İBB’ye göre ise İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan 6.4 metrekare. Uçağınız İstanbul’un üzerinde inişe geçtiğinde bir aşağı bakın, Şehir Planlamacıları’na hak verirsiniz!

Avrupa’nın büyük kentlerinde her insan 20 ile 45 metrekare arasından değişen yeşil alandan tek başına yararlanıyor. Resmi verilere göre Tuna kenti Viyana’nın yüzde elli biri yeşille kaplı! 

Bütün bunlardan niçin mi söz ettim? Geçenlerde Stuttgart yakınlarındaki Horb 2011 eyalet bahçecilik gösterisinde gezinirken aklıma geldi de onun için. Tarihi kentin hemen yanı başında, Neckar akarsuyunun kıyısında on bir hektarlık yepyeni bir yeşil alan gerçekleştirildi.

Üç yıllık bir çaba ve 4 milyonluk harcamanın ardından ortaya 1.5 kilometre uzunluğunda mükemmel bir park çıktı. Aşağıdan, akarsu kıyısındaki düzlükten baktığınızda evleri, duvarları ve kilise kuleleriyle tarihi Horb kentinin çok pitoresk bir görünümü var. Şimdi burada, su kenarında üç yıllık bir çaba sonucu gerçekleştirilen yeşil alan geleceğin insanlarına bırakılan çok değerli bir miras! Amaç, nehri islah ederek, kıyısını yeşillendirerek Horb’da ve çevresinde yaşayanları nehire çekmek, suyu kent yaşamının içine almak, insanlara nesiller boyu kullanacakları bir yeşil alan bırakarak yaşam kalitesini arttırmak.

Eylül sonuna kadar giriş ödeyerek gezilen ve yaz boyunca bine yakın etkinlikle zengileştirilen bu bahçecilik gösterisine 200 binin üzerinde ziyaretçi bekleniyor. Sayısız tür çiçekle dolu yataklar inanılmaz renkleriyle gözleri kamaştırıyor, oluşturulan çiçek dekorasyanları bir oyunu andırıyor. Alanın bir köşesine de yörenin değişik sebzeleri ve o doğada yetişen baharatlar dikilmiş. Çocuklar oyun bahçelerinden zaman buldular mı, renkler arasında koşuşturuyorlar.

Almanya’nın her eyaletinde birer küçük kentte benzeri projeler sürekli gerçekleştiriliyor. Ülkede ayrıca, her yıl bir başka büyük kente de aynı projeyle yeşil alanlar kazandırılıyor.

Stuttgart’ın merkezinde 10 kilometre uzunluğundaki yeşil alan ve park da bu projelerle gerçekleştirildi.

Mimarlar, plancılar, doğaseverler, bahçevanlar ve yerel politikacılar bir araya geldi mi ve hepsi de iyi niyetli oldu mu, mükemmel ve kalıcı bir şey çıkıyor ortaya. Siz bana 15 milyonluk İstanbul’da tek bir büyük park gösterebilir misiniz içinde çocukların koşuşturup, oyunlar oynadığı, annelerin bebek arabalarıyla gezindiği, sıralarda oturan yaşlıların, sohbet ettiği, sevgililerin el ele dolaştığı? Bu hiç gerçekleşmeyecek düşten başka bir şey değil! Viyana’da, Londra’da, Paris’te ya da 60 yıl öncesinin Taksim İnönü gezisinde sandım kendimi birden, kusura bakmayın...


Ahmet Arpad

Cumhuriyet
www.ahmet-arpad.de