30 Ocak 2011 Pazar

YENİ OSMANLICILIK VE TEZGAHTAKİ DERYA KUZUSU


’23 MİLLİYETÇİLİĞİ VATANSEVERLİKTİR


Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi uzmanı Prof. Dr. Feroz Ahmad Türkiye’yi anlattı

Demokrasi nasıl sadece Müslümanlarla sınırlandırılabilir? Demokrasi bütün vatandaşları kucaklayan rejimin adıdır. Bugün Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin milliyetçiliğinden söz ediliyor. Ama 1923’teki milliyetçilik aslında vatanseverlik demekti.

Kemalistler 1920’li yıllarda, “Biz İslamı ‘batıl’dan kurtarıyoruz” demişlerdir. Amaç gerçekten rasyonel, bilimsel bir din olan gerçek İslamı yerleştirmek ve tarikatlardan, cemaatlerden kurtarmaktı. Ama bu çabalar Vahhabi İslamla kaybedildi.

SÖYLEŞİ
LEYLA TAVŞANOĞLU


Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi uzmanı Prof. Dr. Feroz Ahmad Türkiye’de Atatürk devrimlerinin kazanımlarından geriye gidilmesinin tehlikelerine işaret ediyor. ABD’nin 1950’li yıllarda Ortadoğu’daki milliyetçilik akımlarıyla mücadele etmek için Vahhabi İslamı kullanmasının büyük dertlere yol açtığını vurguluyor. Dış siyasetteki eksen kayması endişeleriyle ilgili olarak da “Geçenlerde Sunday Times Magazine’de Davutoğlu’nu çok öven bir yazı yayımlandı. Yazının bir yerinde de şu görüş yer alıyordu: Davutoğlu çok çalışkan. Kendisi Washington’a danışmadan hiçbir şey yapmaz.”





- Hocanız Prof. Bernard Lewis, Cumhuriyet’e verdiği son demecinde , “AKP’nin nihai hedefi Türkiye’de İslam demokrasisi kurmaktır. Bu tek yönlü bir yoldur. Bu yolla iktidara gelirsiniz. Ama bir daha gitmezsiniz” mealinde görüş belirtti. Siz hocanızın bu görüşünü nasıl karşılıyorsunuz?

F.A. - Ben samimi olarak İslam demokrasisi, Hıristiyan demokrasisi ya da Yahudi demokrasisi ne demektir, bilmiyorum. Demokrasi demokrasidir.

- Peki, din ve demokrasi birbiriyle bağdaşan kavramlar mıdır?

- Sanıyorum, bağdaştıkları durumlar olabilir. Ama bir din devleti çatısı altında olmaz. Ne yazık ki demokrasi artık sadece seçimlere indirgendi. Sorun burada. Çeşitli demokrasiler vardır. Örneğin sosyal demokrasi, ekonomik demokrasi. Ama tam anlamıyla demokratik sayılabilecek ülkelerde bile ekonomik demokrasi yok. Zengin ve yoksul arasındaki uçurum, ekonomik eşitsizlik gittikçe derinleşiyor. Hiç kuşkusuz eşitlik demokrasinin öteki adıdır.

İslam demokrasisine gelince... 1950’lerde İslam sosyalizmi konuşulurdu. Bunun öncülüğünü de Mısır’da Nâsırizm yapmıştı. Ama şunu vurgulamamda yarar var. Bir yerde sosyalizm ya vardır ya yoktur. Demokrasi ya vardır ya da yoktur. Dolayısıyla Prof. Lewis’in İslam demokrasisinden söz ederek nereye varmak istediğini doğrusu anlamıyorum.

Demokrasi nasıl sadece Müslümanlarla sınırlandırılabilir? Demokrasi bütün vatandaşları kucaklayan rejimin adıdır. Bugün Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin milliyetçiliğinden söz ediliyor. Ama 1923’teki milliyetçilik aslında vatanseverlik demekti. Burada iki kavramı birbirinden ayırmak için belki, “Vatanseverlik milliyetçilik kavramının içindedir. Vatansever kavramı yeni Türkiye’nin sınırları içinde yaşayan herkesi kapsar” denilebilirdi.

Milliyetçilik dışlayıcıdır. Kendinden olmayanları dışlar. Bunun en kötü örneğini de Nazi Almanyası’nda gördük. Naziler, tamamıyla Alman olarak kabul edilmek için saf Alman kanı taşımanız gerektiğini savunurlardı.

Küresel dünyada mümkün değil

- Yani Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki milliyetçilik kimilerinin iddia ettiğinin aksine azınlıkları dışlayan katı milliyetçilik değil miydi?

- Değildi. Türkiye hiçbir zaman dışlayıcı bir etnik milliyetçi devlet olamazdı. Çünkü 1923’teki Türkiye’nin nüfusuna baktığınız zaman çok etnisiteli bir yapısı vardı. Bakın, Rabin Dranath Tagore 1903’te bu konuda ne söylemiş: “Batılı olmayan hiçbir ülkede milliyetçilik anlamına gelebilecek hiçbir kavram yoktur.”

Türkiye’de kullanmaya başladığımız deyim milliyetçilik. Osmanlı’da milletin dini topluluklar için kullanıldığını biliyoruz.

Artık bugün için milliyetçilik akımlarının hele de bu küresel dünyada güçlenmeleri mümkün değildir.

- İyi de başta ABD olmak üzere AB ülkelerinde milliyetçilik akımları artmıyor mu?

- Aslında bunlar münferit akımlar. Büyük halk yığınlarını sürükleyecek kadar güçlü değiller. Fransa’da Le Pen’in partisine bakın. Yıllardır hiçbir seçimi kazanabildi mi? Zaman zaman Batı’da milliyetçiliğin başkaldırmasının nedeni bence ekonomiktir. Ne zaman işsizlik artsa milliyetçilik de yükselişe geçer.

- Peki, Batı ülkelerinde yükselmeye başlayan İslam fobisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Etki tepki meselesi... Milliyetçilik nasıl baş veriyorsa İslam fobisi de benzer nedenlerden oluşuyor. Özellikle Batı Avrupa ülkelerindeki Müslüman nüfus giderek artıyor. Size İngiltere’den bir örnek vereyim. İslam fobisi İngiltere’de hatta orta sınıfın aralarında açıkça konuştuğu moda bir akım haline geldi.
Bu durum New York’taki İkiz Kuleler’e 11 Eylül’de yapılan baskından sonra ortaya çıktı. Artık Batı’da Müslümanlar terorizmle ilişkilendirilmeye başlandı.

- Batı’da gittikçe artan bu İslam fobisi akımını göz önünde tutarsak iktidarda kökleri şeriatçı olan AKP’yle Türkiye’nin günün birinde AB’ye tam üye olması mümkün mü?

- Günün birinde belki. Ama ben artık o günün umduğumuzdan da daha yakın bir gelecekte geleceğini düşünmeye başladım. Çünkü AB’de insanlar artık Türkiye’yi üyeliğe almanın kendi çıkarlarına hizmet edeceğini düşünmeye başlayabilirler. Olaya şöyle bakalım: Türkiye 1950’li yılların başından beri NATO üyesi. 1950’de Türkiye’nin 1952’de NATO’ya üye olacağını söylediğiniz zaman insanlar sizinle alay ederlerdi. Ama Türkiye’nin o yıllarda yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan bağlantısızlar hareketine kayacağı endişesi NATO üyeliğini getirdi. Kimileri Türkiye’nin Kore Savaşı’na asker göndermesi sayesinde NATO üyesi olduğunu söyler. Bence değil. Size dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’la o sırada ABD’nin Ankara büyükelçisi arasındaki bir konuşmayı anlatayım. Bayar, “Biz Batı’ya bağlıyız ama Batı bizim gibi bize bağlı değil. Üstelik bugün Türkiye’de yavaş yavaş tarafsızlık ve bağlantısızlık yanlıları giderek artıyor” diyor. ABD büyükelçisi bu konuşmadan sonra Washington’a Dışişleri Bakanlığı’nı gelişmeler konusunda bilgilendiren bir mesaj gönderiyor. Ertesi yıl ABD, İngiltere’nin tüm karşı çıkmasına karşın Türkiye’nin NATO’ya üye alınmasını istiyor. Gerekçesi de “Türkiye bizim için stratejik açıdan önemlidir” oluyor.

- Yani, yakın gelecekte dış politikasında eksen kaymasını önlemek için mi AB Türkiye’yi üyeliğe alacak?

- Bir kere Türkiye’nin NATO üyeliğinden vazgeçip Batı’dan uzaklaşması gibi bir tehlike yok. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da stratejisi bu değil. AB zaten Türkiye’yi 1995’te imzalanan Gümrük Birliği’yle kendi ekonomisiyle bütünleştirmiş durumda. AB Gümrük Birliği’nin bütün nimetlerinden zaten yararlanıyor.

AB’nin en büyük ülkesi

- Zaten AB elitleri de Türkiye’nin tam üyeliğinin sindirilmesinin çok zor olacağını söylemediler mi?

- Türkiye çok büyük bir ülke olduğu için tabii ki sindirilmesi onlar için zor olacaktır. Tam üye olursa AB’nin en büyük ülkesi haline gelecek. Hatta nüfusu açısından AB’nin lokomotifi Almanya’dan da daha büyük olacak. Ama onlar Türkiye’nin tam üyeliğinin kendileri için zorunlu olduğuna inandıkları zaman bu adımı atacaklardır. Şu anda İslam fobisi gibi nedenlerden bunu yapmıyorlar. Zaman içinde bu siyaset değişecektir. Ben tarihin önceden tahmin edilmesi mümkün olmayan gelişmelerle dolu olduğunu görüyorum.

- Tunus’taki son gelişmeler önceden tahmin edilebilir miydi?

- Gördüklerimden yola çıkarak Tunus’taki olayların çok ilginç olduğunu söyleyebilirim. Yasemin Devrimi’nin meydana geldiği Tunus her zaman laik bir ülke olmuştur. Bakalım neler olacak.

- Tunus’ta bu halk hareketinin ileriki zamanlarda radikal İslamın güçlenmesine yol açabileceği spekülasyonları da var. WikiLeaks belgelerine göre El Kaide’nin Tunus’ta giderek güç kazanmaya başladığı ve bu durumdan ABD ve Fransa’nın ciddi biçimde rahatsız oldukları notu düşülmüş. Siz bu spekülasyonlara ne diyorsunuz?

- Şimdilik böyle bir tehlike görmüyorum. ABD ve Fransa her zaman böyle kaygılara kapılırlar. ABD büyükelçiliğinden sızan bilgilere baksanıza. Ama ben Tunus’ta bugüne kadar işbaşına gelen insanların tam anlamıyla laik olmalarından yola çıkarak dediğim gibi şimdilik böyle bir tehlike görmüyorum.
El Kaide’nin Tunus’ta güçlenmeye başladığı konusunda bilgim yok. Her şey oluşacak yeni rejime bağlı. Eğer yeni rejim enflasyonla mücadele ederse, ekonomiyi doğru yönlendirirse, işsizlik sorununa çözüm bulursa halkın desteğini alır. Aksi halde İslamın her zaman olduğu gibi toplumsal, dayanışmacı unsuru ön plana çıkar. Yine de böylesine köklü bir laik geleneği olan Tunus’ta hiç kimsenin İslami bir gündemle ön plana çıkacağını sanmıyorum.




Vahhabilik anlayışı laikliğe tehdit


- Ama benzer bir durum Türkiye’de ortaya çıkmadı mı? Burada sağlam temele sahip diye bildiğimiz laiklik çatırdamıyor mu?

- İlginç olan Vahhabiliğin İslama nasıl egemen olduğudur. 1950’li ve ’60’lı yıllara bakalım. Nâsırizm 1956 Savaşı’nı kaybetmesine rağmen siyaseten güçlenmişti. Bu arada ABD, Sovyetler Birliği ve komünizmle mücadele içindeydi. ABD’nin Ulusal Güvenlik Konseyi isimli resmi bir düşünce kuruluşu vardır. Konsey 1950’li yıllarda bir siyaset belgesi yayımladı. Bu belgede, “Komünizm ABD çıkarları için bir tehdittir. Ama bizim için, Üçüncü Dünya’da ve özellikle de Müslüman Dünya’da gerçek tehdit milliyetçiliktir. Milliyetçilikle mücadelenin yolu da İslamdan geçer” deniyordu.

Şimdi bu amaç için en iyi kullanılacak olan Suudi Arabistan ve Vahhabi İslamdı. Böylece 1961’de Suudi Arabistan’da ilk İslam üniversitesi kuruldu. O sıralarda Rabıta örgütü de oluşturuldu. Cumhuriyet gazetesi ve Uğur Mumcu bu konuda çok yayın yapmıştı. Türkiye dahil dünyanın pek çok ülkesi bu Vahhabi hareketi destekledi. Türkiye’de ve pek çok ülkede imamların maaşları ödendi. Suudi Arabistan’da insanlar eğitildi. Suudi parasıyla yapıldı bunlar. Ben ABD’de yaşarken benim Müslüman olduğumu bildikleri için bunların misyonerleri tarafından sık sık ziyaret edildim. Konferanslara davet edildim. Çoğu gençti. İlginç bir İslam anlayışları vardı. Ben Londra’dayken İslam konulu dersler verdim. Ama benim bildiğim İslam gayet gerçekçi bir dindir. Oysa bunlar gerçekçilikten tamamıyla uzak bir İslamı anlatıyorlardı. Bakın, Kemalistler 1920’li yıllarda, “Biz İslamı ‘batıl’dan kurtarıyoruz” demişlerdir. Amaç gerçekten rasyonel, bilimsel bir din olan gerçek İslamı yerleştirmek ve tarikatlardan, cemaatlerden kurtarmaktı. Ama bu çabalar Vahhabi İslamla kaybedildi.

- Nasıl oldu bu?

- Bugün İslami ibadet ticarete dönüştürüldü. Hacca gitmek pahalı bir turizm faaliyeti haline geldi. Mekke’de geceliği binlerce dolar olan beş yıldızın da ötesinde lüks oteller kuruldu. Oysa hac bir ibadet biçimidir.



Cemaatlerin siyaseti kontrol etmesi cumhuriyetin kazanımlarını yok eder


- Türkiye’de siyaseti bugün tarikatlar ve cemaatlerin kontrol etmesini nasıl görüyorsunuz?Bu durum laik, sosyal, demokratik hukuk devletine bir tehdit oluşturmuyor mu?

- Bu durum Türkiye için bir tehdittir. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı ve kazanımları pederşahi topluma ağır bir darbe indirmiştir. Bu ucu açık, sonu olmayan bir süreçtir. Bu süreçte kanunlar, mantaliteler, yaklaşımlar değiştirilmek zorundadır. Ama bir de bundan geriye gidiş olur ki büyük tehlike budur. Eğer o türden insanlar siyaset sahnesine geri dönerlerse elde edilen kazanımlar ve meydana gelen gelişmeler yok olur. Tabii hepsi değil. Bu geriye gidiş uzun zaman alır.

- Fethullah Gülen hareketi de aynı şekilde yavaş yavaş sabırla Türkiye’yi ele geçirme faaliyetine girişmedi mi?

- Evet ama bu küresel dünyada artık bunun çok kolay başarılabileceğini sanmıyorum. Suudi Arabistan’da bile bugün kadın yavaş yavaş toplumsal yaşama girmeye başladı. Türkiye’ye dönersek, Türkiye’de neyse ki hâlâ seçimler yapılıyor.

- İyi de bu seçim sistemi ve yüzde 10’luk seçim barajıyla ne kadar demokrasi?

- Bakın, birisi, “AKP dünyanın en şanslı siyasi partisi çünkü karşısında muhalefet yok” demişti. Ne yazık ki CHP uzun yıllar muhalefet olmaktan çıkmıştı. Yeni yönetimle birlikte umutlar arttı. Göreceğiz. Bir siyasi partinin seçmene umut veren, beklentilerini karşılayan bir program sunması gerekiyor. Seçmen sonuçta kendi çıkarını düşünür ve kendi beklentilerine en fazla cevap vereceğini düşündüğü partiye oyunu atar. 2002’de seçmen RP’den kopan bu partiye önemli beklentilerle oy verdi. Seçmen akılsız değildir. Ayrıca da o seçmen o zaman da bugün olduğu kadar Müslümandı. Bir anda değişmediler. Türkiye’de merkez sağ ve merkez sol 1980 darbesinden sonra çöktü.

- Bu hükümetin alkol ve tütün yasaklarını iyice ağırlaştırması, hayat tarzlarına müdahale sizin için bir gösterge değil mi?

- Türkiye için turizm gelirleri çok önemli. Turist Türkiye’nin gittikçe bir İslam ülkesi olma yolunda ilerlediğini hissederse bir daha buraya gelmez. Bakın, komşunuz ülkeler turizmde rekabet halindeler. Turist Türkiye’ye gelmekten vazgeçerse Yunanistan’a, başka Akdeniz ülkelerine gider. Türkiye de kendi gırtlağını kesmiş olur.

- Türkiye’nin dış politikasında eksen kayması olduğu endişelerine ne diyorsunuz?

- New York Times gazetesinin pazar eki Sunday Times Magazine’de geçenlerde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu öven bir makale yayımlandı. Makalede Davutoğlu’nun çalışkanlığı anlatıldıktan sonra, “Kendisi Washington’a danışmadan hiçbir şey yapmaz” deniliyor. Aynı makalede Davutoğlu Türkiye’nin Kissinger’ı olarak tanımlandırılıyor.

Ama Kissinger’ın ABD’de kötü bir şöhreti var. Kissinger gerçekte neyi başarmıştır? Onun döneminde Vietnam Savaşı’nda ABD’nin verdiği kayıplar ortadadır. Davutoğlu’nun isminin Kissinger’la anılmasına nasıl tepki verdiğini bilemem tabii. 





ERMENİ SORUNU TARİHİ DEĞİL SİYASİ


- Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi konusunda yıllarca çalışmalar yaptınız. Bu çalışmalarınız sırasında ne gibi önemli bulgular elde ettiniz?

- Yıllarca Birinci Dünya Savaşı üzerinde çalışmalar yaptım. Bu çalışmalarım sırasında Ermeni sorunu ilgimi çekti. Yalnız bu tek başına, münferit olarak ele alınacak bir konu değildi. Fransız İhtilali’nden sonra, 19. yüzyılda milliyetçilik bütün dünyada, özellikle Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde hızla yayılmaya başlamış, 20. yüzyılı da etkisi altına almıştır. Osmanlı’da bir Yunan, ardından Ermeni sorunu ortaya çıkmıştır. Yahudiler konusunda da şunu saptadım: Osmanlı’da yaşayan Yahudiler Siyonist değillerdi. Arkalarında onları koruyacak önemli güçler yoktu. Dolayısıyla Yahudiler ve Osmanlılar birlikte çalıştılar. Aralarında sorun çıkmadı. Bütün bunları saptadıktan sonra Birinci Dünya Savaşı’nın yanı sıra bu konuda da bir monogram yazmaya karar verdim. Daha yeni bitti. İsmi “Jön Türkler ve Milletler” Osmanlı’daki milletleri anlatıyor.

- Bu çalışmanız bağlamında Ermeni soykırımı iddialarıyla ilgili bir sonuca vardınız mı?

- Ben soruna böyle bakmıyorum. Bu tarihi değil, son derece siyasi bir konu. Ben bunu sömürgeciliğin sona erme aşamasının sonuçlarına bağlıyorum. Ben Delhi’de İngiliz imparatorluğunun çözülmeye, sömürgeciliğinin sona ermeye başladığı bir dönemde yetiştim. Bu konuda deneyimlerim var. Bütün imparatorlukların çöküş dönemlerinde benzer olaylar yaşanmıştır. Osmanlı da sömürgeciliğinin bitiş aşamasına geldiğinde ilk kez Sırp ardından Yunan isyanı çıkmıştır. Ermeni komitacılığını da sömürgeciliğe son verme mücadelesi olarak görüyorum. 




PORTRE:

Prof. Dr. FEROZ AHMAD

Hindistan, Delhi 1938 doğumlu. Delhi Üniversitesi St. Stephen Koleji’nde Hindistan tarihi eğitimi aldıktan sonra Unuversity of London School of Oriental and African Studies’de Ortadoğu tarihi okudu. 1966’da ünlü Osmanlı tarihi uzmanı Prof. Dr. Bernard Lewis’in danışmanlığında yazdığı “The Committe of Union and Progress in Turkish Politics” (İttihat ve Terakki Komitesi’nin Türk Siyasetindeki Yeri) konulu teziyle aynı üniversiteden doktora derecesini aldı. Türkiye’ye gelerek iki yıl süreyle Türkiye tarihi üzerinde çalıştı. Columbia Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde dersler verdikten sonra Massachusetts Üniversitesi Tarih Bölümü’ne geçti. Aynı üniversitede doçent ve profesör oldu. Fletcher Diplomasi Okulu’nda diplomasi tarihi konuk profesörü olarak görev yaptı. 1997-98’de Boğaziçi Üniversitesi’nde Fullbright öğretim üyesi oldu. Emekli olduktan sonra Türkiye’ye yerleşti ve Türk vatandaşı oldu. 2005’ten beri Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ile Tarih Bölümü başkanlıklarını yürütüyor. İngilizce ve Türkçe pek çok kitabı ve makalesi var.



Cumhuriyet




28 Ocak 2011 Cuma

İLİM İRFAN DOLUDUR İLERİ DEMOKRASİNİN BİLİMİ


BALYOZ DAVASI İLE TUBİTAK’IN İLİŞKİSİ NE?
BAŞKANINA İKİ MEKTUP

TÜBİTAK bir uzman kurum! Dolayısıyla uzmanlığından yararlanmak Türkiye’nin ve bu arada mahkemelerin de hakkı. Nitekim “Balyoz” davası savcısı Bilal Bayraktar da öyle yapıyor. Dava ile ilgili CD’lerin gerçekliğinin araştırılması için TÜBİTAK’a başvuruyor.. Ama TÜBİTAK’ta bu CD’leri kimlerin incelenmesini istediğine ilişkin isim de vererek: Bunları Hayrettin Bahşi incelesin!. O da yanına Erdem Alparslan ve Tahsin Türköz’ü alıyor ve savcıya raporu gönderiyorlar.. Bu rapor kamuya açıklanmıyor, ama çoğu iktidar medyası “TÜBİTAK, CD’lerin gerçek olduğunu açıkladı” manşetlerini çekiyor ve ardından büyük tutuklama dalgası başlıyor! Uluslararası saygın bilim insanı Dani Rodrik ile eşi Pınar Doğan’ın (Harvard Üni.), TÜBİTAK başkanı Nüket Yetiş’e yazdıkları ve bir kopyasını da eşi Önder Yetiş’e (MAM Başkanı) gönderdikleri mektup aynen şöyle:

***

“Bu mektubu size iki bilim insanı sıfatıyla yazıyoruz. Başkanı olduğunuz kuruma bağlı Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü’nün üç teknik bilişkişi tarafından 19 Şubat 2010 tarihinde “Balyoz” CD’leri hakkında hazırlanmış olan bilişkişi raporunu, üzerinde bulunan erişim kısıtının kalkmasıyla birlikte okuma, daha da önemlisi, hakkında, bilgisayar adli tıp tetkikleri yürüten uzman kişilerden görüş alma fırsatını bulduk.

“Kurumunuz bünyesinde hazırlanan raporun bilimsel bir tarafsızlıkla hazırlanmadığını büyük bir kaygıyla görüyoruz. ABD’de bilgisayar suçları soruşturmaları ve bilgisayar dili tıp tetkikleri alanında başvurduğumuz iki farklı uzman kuruluş (Cyber Diligence, Inc. ve Computer Investigative Associates), CD’lere kayıtlı kimi dokümanlar üzerinde yapılan herhangi bir araştırmanın, dokümanların yazıldığı bilgisayar sistemleri üzerinde bir adli tıp incelemesi yapılmaksızın, dokümanların hangi tarihlerde ve hangi kullanıcılar tarafından oluşturulduğu ve hangi tarihlerde CD’lere kaydedildiklerine dair kesinlik içeren bir hükme bilimsel olarak varılamayacağını bildiren görüş raporlarını sundular.

Bu uzmanlardan kurumunuzun hazırladığı bilişkişi raporunu ekleriyle birlikte inceleyen Sayın Yalkın Demirkaya’nın (Cyber Diligence) Sonuç bölümünde, TÜBİTAK raporu hakkında yaptığı değerlendirmeyi içeren metni aynen aktarıyoruz. (Altını çizdiğimiz kısımlara ayrıca dikkatinizi çekmek istiyoruz.)

“2. Erdem Alpaslan, Tahsin Türköz ve Dr. Hayrettin Bahşi tarafından hazırlanmış bir raporda ise kanımca hatalı bir yaklaşım izlendi. Söz konusu rapor kişilerin hürriyetleriyle itibarlarının mevzubahis olduğu bu denli bir dava için sorumsuz eksiklikler sergilemektedir.

2a. Bu raporda, Sayın Fildiş’in (Y.N.: Askeri bilirkişi raporunu hazırlayan uzman) bilirkişi raporunda da dikkati çektiği ve belgelerde sahteciliğe işaret eden bulgular tamamen gözardı edilmiştir.

2b. Kaldı ki, söz konusu CD’lerde sahteciliğe işaret eden bu bulgular yer olmasaydı dahi, sadece METADATA üzerinden yapılan bir inceleme ile bu CD’lerdeki belgelerin gerçek olduğu sonucuna varmak mümkün olmazdı.

3. Eldeki delillerin kaynağı ve teknik yöntem, soruşturma ve usul açısından- tüm çarpıklıklar gözönünde bulundurulduğunda, bu belgelerin sahte olması muhtemeldir ve herhangi bir yargı sürecinde kullanılmaları son derece sakıncalıdır.”

***

“Böyle olduğu halde kurumumuza bağlı ilgili Enstitüsünde sadece CD’ler üzerinde yapılan bir inceleme ile “dosyaların 2003 yılı ve öncesinde oluşturulduğu ve kaydedildiği tespit edilmiş” gibi bir sonuca bilimsel olarak varılmayacağını (elbette) bilen teknik uzmanlarınız, raporda bu ifadeyi kullanmamış olmakla birlikte, buna benzeyen ve okuyanda, yapılan incelemenin bu konuda kesin sonuca vardığı izlenimini yaratan bir ifade kullanmışlardır. Sözkonusu raporun sonuç bölümünde ilk madde olarak beliren “dosyaların oluşturma ve son kaydolma tarihlerinin 2003 yılına ait olduğu tespit edilmiştir” ifadesi, özenle seçilmiş ve yanıltıcı bir ifadedir. Bu da hem soruşturmayı yürüten savcılarda hem de kamuoyunda “TÜBİTAK belgelerin orijinal olduğunu saptadı” şeklinde yorumlandı.

“Ayrıca raporun hazırlayan uzmanlar sadece METADATA üzerinden yaptıkları inceleme ile, belgelerin gerçek yazılış ve kaydeliş tarihlerini tespit edemeyecekleri gerçeğini belirtmeyerek, eksik ve aynıltıcı bir rapor sunmuşlardır. Daha da vahimi, belgelerde sahteciliğe işaret eden konuları tamamen gözardı ederek, raporlarına hiç konu etmemişlerdir.

Özet olarak, kurumunuzun çatısında hazırlanan bu rapor, herhangi bir “tarafsız bilim kuruluşunun” bünyesinde hazırlanmış olduğu kabul edilemeyecek bir vasıftadır. Sebebiyet verdiği ağır sonuçlar da gözönüne alındığında mazur görünmesi düşünülemez. Bir kurumun yönetiminden sorumlu bir bilim insanı olarak, bu durumu en azından kaygı ile karşılıyor olduğunuzu düşünmek isteriz.
Hayatını bilime vakfetmiş insanların görevi, bilim etiği ve prensiplerini, başka tür bir değerin önünde tutmak, meslek ahlakının hiç bir şartta çiğnenmesine izin vermemektir. Ülkemizin saygın bir kurumunun saygınlığını muhafaza etmeniz için gerekli çabayı göstermeniz umuduyla..”

(Kaynak: Balyoz- Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekler, kitabı)

***

Evet mektup bu kadar! Şimdi bizim Sayın Nüket Yetiş ve Önder Yetiş’e sorularımız geliyor:

1- TÜBİTAK’ta bu yanıltıcı ilk raporu vererek, kitlesel tutuklama dalgası yaratan ve insanları özgürlüklerinden eden, söz konusu uzmanlar hakkında bir soruşturma açtınız mı, açma gereğini duydunuz mu, onlar hâlâ kurumunuzda çalışıyor mu?

2- Bu ilk raporun, TÜBİTAK’ın bilimselliğine, tarafsızlığına, güvenirliğine, bilimsellik ahlakına gölge düşürdüğünü düşünüyor musunuz?

3-Böyle bir raporunuza dayanılarak insanların özgürlüklerinden olması, sizlerde ayrıca derin bir vicdan azabı yaratmış mıdır?

4- Bu kişilerin Kurumunuzu kendi ideolojik amaçlarına ve sahip oldukları siyasi bağlantılara alet ve kurban ettiğini düşünüyor musunuz?

5- Savcılıkça bir ismin bizzat telaffuz edilmesi, kurumunuz için doğal mıdır; bu kişi veya kişilerin “Balyoz Darbe Planı”nda giderek ortaya çıkan sahtekârlığın sürdürülmesine ve Ordu’nun töhmet altında bırakılmasına ve bir ve bir kaç kuşak subayın subaylık kariyerlerinin bitirilmesine yönelik komplolara hizmet ettiklerini düşünüyor musunuz?

Yanıtlamanız dileğiyle..


Orhan Bursalı

Cumhuriyet Bilim Teknik



27 Ocak 2011 Perşembe

YANLIŞLIKLA KAYMIŞ ELİ CEBİNE!


SEHVEN!..

Nedendir bilmem, ben bu sözcüğe pek ısındım, “yanlışlıkla” anlamına geliyor…

“Sehven” dediğinizde, “yanlışlıkla” yaptığınız ve son derece vahim sonuçlar yaratan “hatalar” dahi ayrı bir sevimlilik kazanıyor sanki!.. Yapılan “ölümcül yanlışlık” adeta bir elma şekeri ambalajına sarılıvermiş gibi oluyor, masumlaşıyor!..

Örneğin, İkinci Ergenekon Davası sanıklarından Teğmen Mehmet Ali Çelebi, bu “sevimli” sözcük sayesinde, 18.09.2008 tarihinden bu yana, yani 2 yıl 4 aydır Silivri Hapishanesi’nde tutuklu bulunuyor, iyi mi?.. Gencecik teğmene yapılan suçlama ne?.

- Ergenekon terör örgütünün talimatıyla Hizbut Tahrir örgütüne sızmak ve bu örgütü kaos planları için kullanmak... İstenen ceza müebbet hapis...

Pekii, bu korkunç suçlamanın delili nerede?.. Teğmenin cep telefonunda tabii!.. Tam 139 Hizbut Tahrir üyesinin telefon numaraları teğmenin cep telefonunda ele geçtiği için iddianamedeki suçlamalar doğru kabul ediliyor!..

Sonra ne oluyor? Neredeyse 2.5 yıl sonra sanık avukatlarının yoğun gayretleri sonucu, teğmen Çelebi gözaltına alındıktan sonra adli emanete teslim edilen cep telefonuna, Vatan Emniyet Müdürlüğü’nde birilerinin 139 telefon numarasını eklediği ortaya çıkıyor, hem de iletişim Daire Başkanlığı’nın resmi yazısıyla!..

Daha sonra ne oluyor?. İstanbul Emniyeti, Silivri Mahkemesi’ne gönderdiği resmi belgede aynen şöyle diyor:

“…Konu ile ilgili yapılan çalışmalar sonucunda, Mahmut Oğuz Kazancı’nın (Hizbut Tahrir militanı) telefonuna ait rehber bilgilerinin ‘sehven’ Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna ait rehber bilgilerinin içine eklenmiş olabileceği değerlendirilmiştir…”

Şimdiii, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün pek muhterem yetkililerine sormak lazım:

- Adını, sanını belirtmediğiniz ama “polis” olduğu kesin bu arkadaşlar, Adli Emanet’e teslim edilmiş olması gereken teğmenin telefonunu ne halt yemeye “sehven” alıp, “sehven” açıp, içine 139 telefon numarasını “sehven” yerleştirip, bir insanın tam 2.5 yıl “sehven” içerde tutulmasına resmen çanak tutuyorlar?.. Yaptığınız bu savunma “özrü kabahatinden büyük” özdeyişiyle birebir örtüşmüyor mu?!. Daha kaç tane delil üzerinde “sehven” tahrifatlar yapıldı?..

Tabii, hepsinin yerine bir tek soru da sorabilirdim:

- Siz, bizleri gerçekten salak mı sanıyorsunuz?..

***

Aslında soru çok...

Biz bu skandaldan sonra yüz binlerce sayfalık delillerin hangi birine, hangi gerekçeyle inanacağız?.. İşte Donanma Komutanlığı’ndan ele geçirildiği iddia edilen belgelerle ilgili, kargaları bile ağlatacak hatalar ortalığa saçıldı bile!. Askeri bilirkişi Gölcük belgelerine 144 sahte Balyoz dosyasının eklendiğiniaçıkladı!..

Balyoz avukatı Celal Ülgen 43 klasörlük belgelerde yüzlerce hata tespit ettiklerini örnekleriyle anlattı. En çok Özden Örnek’in yazışmalarına güldüm; imzasını Donanma Komutanı” olarak atmış görünüyor. Ama o tarihte Deniz Kuvvetleri Komutanı, iyi mi?.. Hele darbeyi hazırladığı öne sürülen iki amiral… O tarihlerde, adamcağızlardan biri 4, diğeri 2 yıldır rahmetli olmuş durumda... Olmayan birlikler, olmayan görevler, yıllarca önce Hakk’ın rahmetine kavuşmuş subaylar, daha neler neler!..

- Ve, “sehven” karanlığa itilen bir ülke... Ne yazık!..

Bir Yurtsevere Mektup (98)

Sevgili kardeşim Balbay, İstanbul Emniyeti’nin skandal açıklaması, sizlerin ne tür “belgelerle” sehven içerde tutulduğunuzu bir kez daha ortaya koydu!.. Teğmen Çelebi’nin telefonuna yapılanlar, doğal olarak seni ve bilgisayarını aklıma getirdi.. “Ahh” dedim, “Balbay’ın, kopyası alınana kadar tam 7 gün ortalarda sürünen bilgisayarına ‘sehven’ neler kakalanmıştır neler!..” Bir trajedinin içinde akıl almaz bir gülünçlü oyun, gözümüzün içine baka baka oynanıyor…

Hafta sonu İzmir’deydik... Büyükşehir, Bayraklı ve Bornova belediyelerinin düzenlediği toplantılara, deyim yerindeyse insan aktı… Ali Sirmen, Serdar Kızık ve ben binlerce aydınlık insanla senin ve Tuncay’ın adına kucaklaştık... Üzerimdeki binlerce sevgi ve selamı iletiyorum kardeşim...

Seni ve tüm yurtseverleri sevgi ve özlemle kucaklıyorum.


Ümit Zileli


Cumhuriyet









DEMOKRASİDİR DEMOKRASİYE ÇAKILAN KAZIK


ÇAKMA


Ergenekon’dan üç yıldır tutuklu sanık Mehmet Ali Çelebi’nin emanete alınmış telefonunun dakikalık bir zaman dilimi içinde açılıp, içine Hizbuttahrir örgütü bağlantılı 139 adet telefon numarasının eklenebilmesinin sırrı ortaya çıktı. emniyetten gelen itirafta Çelebi’nin SİM kartına ait bilgilerin içine, söz konusu örgütle ilişkili serbest bırakılmış bir başka zanlının bilgilerinin eklenmiş olabileceği bildirildi.

Ergenekon ile adı geçen İslami örgüt ilişkilerinde kilit sanık olarak iddianamede yer alan Çelebi’nin telefonuna emniyette çakma bilgiler eklendiği sabit olurken, özrü kabahatinden büyük polisiye icraatlarıyla suçlu, suç yaratmanın, AKP iktidarları sürecinde, askeri darbeleri aratmayacak boyutlarda geçerli olduğunu ortaya koydu.

Tutuklu bir sanığın emanete alınmış telefonunun açılması, içine kayıt eklenmesi.. Başbakanımızın çok sevdiği sözcükle “velev ki” kasıtsız, yanlışlıkla olduysa, bu türden işlemlerin yapılıyor olması ne anlama geliyor? Ne zaman gazeteci arkadaşlarımı görebilmek adına bir-iki saatliğine duruşma izlesem, sorgusu yapılan sanıkların kendilerine ilişkin iddianame bölümlerinde yer alan, polis tutanaklarının iddianamelere taşınması içerikli belgelerin “çakma”, gerçek olmadığına ilişkin, uzun uzun açıklamalar, bilgilendirmeler dinlemiş oluyorum.

İster inanın ister inanmayın yasadışı, hukuk dışı dinlemeler, elde edilmiş yasal nitelik kazanamamış belgeler, en masum cezalandırmada kullanılmaya çalışılan araçlar sayılabilir. Kendi adıma en çok kimliği açıklanmayan, pişmanlığı kullanan asıl suçlular üzerinden tanıklıklara, tarihler, içerikleriyle oynanmış düzenlemelerin çokluğuna şaşıyor, askeri darbe hukukunda bu kadar çok çakma belgenin söz konusu olmadığını anımsıyorum. Sözde ileri demokrasi, sivil iktidar döneminde, sivil darbe hukukunun böylesine çakma kanıtlar üzerine oturtulabilmesini aklıma sığdıramıyorum..

***

Sonra bir televizyon oturumunda ya da bir gazete yorumunda bunca kirli çamaşırlar ortaya saçılmışken iktidarın en yetkin siyasi kimliklerinden, hukuk, insan hakları, demokrasi adına kişilerin vicdanları sızlamadan kanıtlanmış, kesinleşmiş suçlar varmış gibi kişileri, kurumları aynı pervasızlıkta bir daha bir daha suçlayabilmeleri... Demokrasi, insan hakları savunması ağızlarda sakız, vicdansız suçlamalar, karalamalarda densizliğin boyutları..

Bu kadar ağır çakma belgelerle ağır suçlamaların geçerli olduğu kirli çamaşırlar ortalığa saçılmışken kanıtlanmamış, çok fazlası kurgulanmış suçlamalarla, önyargılarla bu kadar yaygın insan hakları, infaz niteliğinde tutuklulukların yaşandığı olaylar zincirinden hiç ders çıkarmamak, insafsızlıkla aynı türden her operasyon haberinde aynı suçları işleyip, zanlıları yargısız mahkûm etmek nasıl bir izansızlık?.. “Birinci Balyoz” iddianamesi belgelerinin çakmalığı üzerine çok fazla bilgi ortaya çıktı; gelsin ikinci operasyon, ikinci belgeler.. Arınç suikastı haberinin şokunda, özel yargı ekibinin hukuken giremeyecekleri yerlere, belgelere ulaşmaları sağlansın.. Olmadı bir yeni ihbar, gözü kapalı bulunan yeni gizli belgeler.. Çarşaf çarşaf yayınlarla yeni yeni suç senaryoları.. Onların da çakmalığı mı kanıtlanacak?.. Gelir yenileri.. Aslolan gerçekliği sorgulanmadan, bilgi kirliliğinde yaratılabilen suçlar, suç algılamalarına ilişkin kitlelerin bilinçaltına kazınanlar.

Çok doğru; Türkiye askeri darbelerle insan hakları, demokrasisi ağır yaralar almış bir ülke. Gerçek demokrasiye yürüyüşün önünde haklı gerekçeli bile olsa askeri darbe beklentileri, desteği, kaygısı silinmeli, tarihe gömülmeli. Nakıs teşebbüs içeriğinde de olsa askeri darbe girişimleri ile hesaplaşılmalı, suçluları suçları ile doğru ilişkili yargılanmalı..

Hukuk devletinde, demokratik düzende, suç-ceza-kanıt ilişkisini dayanak almış, bağımsız yargının işletilmesinin ötesinde kriterler olabilir mi? Yargısız infazlara, ceza niteliğinde kullanılan tutukluluklara, yasadışı elde edilmiş kanıtlara, hele hele çakma suç kanıtlarına göz yumulabilir mi? Oluyorsa, olabiliyorsa hesabının sorulmaması söz konusu olabilir mi? “Askeri darbelerle hesaplaşma, ileri demokrasiye geçiş” adına hukuk devleti düzeni, insan hakları ayaklar altına alınabilir mi?

Yazıyı kapatırken son dakika haberlerinden. Hizbullan ana davasının 16 sanığı hakkında, müebbet hapis cezaları Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nden onay çıkmış. Bu arada ilk karar mahkûmiyetleri varken kesinleşmemiş hüküm gerekçe anlı şanlı karşılama törenleri ile serbest bırakılmış sanıklar uçup gitmiş. Ama Haberal’ın haksız tutuklandığına ilişkin kararı veren yargıçlar, AKP iktidarının ele geçirdiği, ağırlığını koyduğu yeni kurul tarafından görevlerinden alınmışlar. Cezaevine sağlık nedeni ile gönderilmesine izin vermeyen kadiyolojinin sorumlu hocası da tutuklanmış, acil servis tutuklu odası saatlerle polis tarafından aranmış..En son dün adli tıp heyeti teftişi vardı.. Bu ne bitmez kin?..


Şükran Soner

Cumhuriyet


İMAJ HER ŞEYDEN DAHA ÇOK ŞEYDİRCİ DEMOKRASİ


MEHMET ALİ ÇELEBİ THE ECONOMİST VE FREEDOM HOUSE RAPORLARINA NE DER?


The Economist dergisi ile Freedom House’un 2010 raporlarına göre Türkiye’deki rejimin durumu üzerine yazdığım yazılar çok ses getirdi.

Birçok da eleştiri aldım.

Önce araştırmaların sonuçlarını kısaca anımsayalım:

Beş ölçüte göre devletler dört sınıfa ayrılmış:

(Ölçütler için internet sitemdeki yazıma bakılabilir.)

Tam demokrasiler: 26.
Kusurlu demokrasiler: 53.
Melez rejimler: 33.
Otoriter rejimler: 55.

Araştırma “Melez rejimleri” şöyle tanımlıyor:

1) Seçimler genellikle özgür ve adil değildir.
2) Genellikle muhalefet partileri ve adaylar üzerinde iktidar baskısı vardır.
3) Siyasal kültür, hükümetin fonksiyonları, siyasal katılım konusundaki ciddi eksikler kusurlu demokrasilerden daha yaygındır.
4) Hukuk devleti (rule of law) zayıftır.
5) Sivil toplum zayıftır.
6) Tipik olarak gazeteciler üzerinde baskı vardır.
7) Adalet bağımsız değildir.

Dünya nüfusunun yüzde 14’ü “Melez rejimlerde” yaşıyor.

Ve ne yazık ki Türkiye “Melez rejimler” içinde.

İşin acıklı tarafı, bu kategori içinde bile onuncu sırada.

Bangladeş, Arnavutluk, Malawi, Lübnan, Honduras gibi ülkelerden bile sonra geliyor.

167 ülke arasında 89’uncu sırada.

2008’de ise 87’nci sıradaymış.

Freedom House araştırmasında, “siyasal haklar” ve “sivil (medeni) özgürlükler” üzerinden verilen puanlara göre ülkeler üç gruba ayrılmış:

“Özgür”: 90.
“Kısmen Özgür”: 60.
“Özgür Olmayan”: 43.

Türkiye ne yazık ki “Özgür” ülkeler arasına katılamamış.

Papua Yeni Gine, Filipinler, Madagaskar gibi ülkelerle birlikte içinde Burundi’in, Cibuti’nin de bulunduğu “Kısmen Özgür” ülkeler kategorisine girebilmiş.

Raporda Türkiye, coğrafi yeri itibarıyla Batı ve Güney Avrupa ülkeleri arasında gösteriliyor.

Bu coğrafyadaki 25 ülke arasında “Özgür” grubuna giremeyen tek ülke ne yazık ki Türkiye.

***

Okurlarımdan gelen eleştirilerde, hem The Economist dergisinin hem de Freedom House kuruluşunun Batı kurumları olduğu belirtiliyor, genellikle emperyalizme hizmet ettikleri söyleniyor ve benim bunların verilerine dayanarak yazı yazmış olmam sorgulanıyordu.

Her şeyden önce yazılarımı okuyarak bana değer veren, okumakla da yetinmeyip, eleştirme zahmetine katlanan tüm okurlarıma gerçekten çok teşekkür ettiğimi belirtmeliyim.

Gelelim, bu kuruluşların verilerinin kullanılmasına:

Bu kuruluşlar kendi tanımladıkları ve açıkça belirttikleri ölçütlere göre demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri ölçüyor.

Kullandıkları ölçütleri (kriterleri) benimsemeyebilirsiniz…

Çözümleme yöntemlerini, vardıkları sonuçları da eleştirebilirsiniz…

Ama bu araştırmaların sonuçlarına baktığınızda ilginç bir durumla karşılaşıyorsunuz:

Bir yandan AB ve ABD gibi, Batı’nın temsilcileri, resmen AKP iktidarına destek verir ve onu “demokratik” diye överken, öte yandan yine Batı’nın saygın kuruluşları Türkiye’deki rejimin demokrasi ve insan hakları konusundaki yetersizliğini açıkça belirtiyor.

Bence olayın en önemli ve anlamlı tarafı da bu çelişkiyi ortaya koyması!

Bu çelişkinin bir anlamı yok mu?

İsterseniz bu soruyu bir de, iki yılı aşkın süredir tutuklu yargılanan ve el konulan cep telefonuna, davayı etkileyecek yeni bilgilerin, polis tarafından “yanlışlıkla” yüklendiği resmen ifade edilen Teğmen Mehmet Ali Çelebi’ye sorun!



Emre Kongar

Cumhuriyet


26 Ocak 2011 Çarşamba

O GÜZEL İNSANLAR…


‘DÜŞKAÇIRAN


Usta öykücümüz Cemil Kavukçu’nun yeni kitabının adı “Düşkaçıran”.

90’lı yıllardan günümüze yayımlanan her yeni kitabıyla okurların gönlünde taht kuran yazarımız, efsane eleştirmen Fethi Naci’nin dediği gibi, “Elini neye değdirse öykü oluyor, tam bir anlatı ustası.”

Onu bu denli okurla yakın kılan öğelerin başında, sıradan insanların sıradan yaşamlarındaki küçük olaylardan zengin dünyalar yaratabilmesi geliyor. Ayrıntılarla, benzersiz bir dille oluşturulan her öykü, kendi özgün anlatısını yaratıyor. Sait Faik’i andıran duyarlığın sıcaklığı, okuru da neredeyse öykünün bir parçası kılıyor.

Bu nedenle dışardan bir gözle okunabilecek bir yazar değil Cemil Kavukçu. Okurunu kendi dünyasına çeken, o dünyanın parçası kılan bir yazar.

Düşkaçıran”daki öyküler, yazarın tanıdığımız dünyasının yeni ürünleri gibi gelse de, gerçeküstü öğelerin öne çıkışıyla öteki kitaplarından ayrılan farklı bir çizgiye yönelmiş görünüyor.

Kitaptaki öyküler, sanki bu eğilimi daha belirgin kılmak istercesine üç kümede toplanmış: “Kaçan”, “Kovalayan”, “Yakalanan”. Bu bölüm başlıkları öykülerin ruh halini yansıtıyor gibi. Gerçeküstü öğelerin yaşamlarına karıştığı öykü kahramanları tedirginlik içindeler. Sıradan hayatlarının olağanlığı, yine sıradanmış gibi görünen olağandışı olay ve olguların karışmasıyla sarsılıyor.

Halkımızın kendi arasında söyleşirken, sıradan hayatlarını renklendirmek için kendilerinin de inanarak anlattıkları olağandışı öyküler vardır. Avcı hikâyeleri, ıssız yerlerde, ormanlarda, mağaralarda yalnız dolaşılırken başa gelen sıra dışı olaylar, bilinmedik varlıklarla karşılaşmalar vb...

Sanki Cemil Kavukçu da, öykülerinde bu damarı işleyerek günlük hayatın içinde aslında farkında olsak da, olmasak da bir arada bulunan olağan dışılıklara yönelmiş.

Belki de bu anlatım biçimi, bize günümüz dünyasının gerçeğini daha derinden kavramamızı sağlayacak yeni bir yöntemdir.

***

Gerçekten de, okuduğum öyküler beni kitaptaki olayların bir anlamda çok uzağına sürükledi. Öyküleri unutamasam da, onların dünyasından uzaklaşıp toplumca içinde yaşadığımız güncel “olağandışılıklar”ı düşünmeye başladım.

Bende her gün gerçek olmayan başka bir dünyada yaşıyormuşum duygusu uyandıran bir basın dünyamız var sözgelimi. Sabahları okuduğum gazeteler, akşamları izlediğim televizyon kanalları, bana sürekli, “Hangi ülkede yaşıyorum, bu konuşan insanlar nereli, gerçekler nasıl bu denli tersyüz edilebilir” sorularını sorduruyor.

Askerliğimi yaptığım yerde, Bitlis’in Mutki ilçesinden gelmiş, hiç Türkçe bilmeyen, okuması yazması olmayan, daha önce köyünden çıkmamış bir er vardı. Televizyonda ilk kez bir çizgi film görünce arkadaşlarına, “Bu insanlar nerede yaşıyor” diye sormuş.

Ben de televizyon ekranlarında konuşanlara baktıkça aynı soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: “Bu insanlar nerede yaşıyor? Ülkemiz, insanımız nereye gitti?”

Bir ülkenin “gazeteci”, “yazar”, “aydın” denilen insanları, nasıl böyle gerçeküstü varlıklar olabilirler; günlük gerçekler, ağızlarında nasıl bu denli gerçeküstüne dönüşebilir diye şaşarak, kara bir kâbus görüyormuş gibi izliyorum.

Ülkemizin, insanımızın var olan yaşama kültürünü, geleneklerini değiştirmek isteyen, “düşkaçıran”larla karşı karşıyayız.

Bu kara kâbustan sağ salim uyanıp uyanamayacağımızı gelecek günler gösterecek.
Yazarımızın bir öyküsünün adı gibi, bir “Büyübozan”a gereksinim var.

Ancak toplumsal tarih, halk dediğimiz o kutsal gücün iradesiyle yazılıyor. Büyük önderin dediği gibi, “halkı kurtaracak olan yine milletin azim ve kararlılığıdır”.


Turgay Fişekçi

Cumhuriyet


24 Ocak 2011 Pazartesi

ADALETİ KARALILIKLA PUSALAYANLAR


UTANÇLA YAŞAMAK…


Yere diz çökmüş Rakel Dink’in kaldırımdaki çiçek yığınına uzanan kolu, çiçekler arasına beyaz bir gül bırakan eli… O fotoğraf manşette gazetenin sol köşesindeydi. Sağ köşede ise Musa Kart’ın bir çizimi:
Kaldırıma yayılan kan gölünde, gazete kâğıdından bir kayık yüzüyor. Kayık/gazetenin bir yanında açık seçik, “Hrant’ın kanı yerde kalmayacak” yazısı okunuyor. Takım elbisenin ucundan gazete/gemiye uzanan bir el…

Fotoğrafla çizim arasında, bu iki kare arasında, çiçeğe uzanan el ile, kan gölüne uzanan el arasında ise dev puntolarla, siyah üzerine beyaz puntolarla: “Utançla Yaşamayalım!” yazısı…

Sevgili okurlar bu anlattığım 20 Ocak tarihli Cumhuriyet’in manşetiydi. Tam dört yıldır, soruşturmanın tetikçilerden öteye geçememesi… Geçmesinin engellenmesi… Hem de ne biçim engellenmesi!

İşte utancımız! Hrant’ın kanı yerdedir. Dört yıldır yerde kalmıştır!

Dostlar, arkadaşlar, her 19 Ocak’ta Hrant’la birlikte bir kez daha ölenler, “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız diyenler”

Bunu diyenlere öfkelenip karşılığında fena halde kızanlar, köpürenler, küfredenler, onları tehdit edenler…

Ergenekon ve Balyoz davalarına her gün yeni belgeler keşfedip bunları medyaya sunanlar, üzerine saatlerce tartışanlar…

Jitem, Susurluk, Hizbullah tanıklıklarını anlatıp duranlar…

Bütün o faili meçhul olmayan cinayetleri iki sözcüğe “derin devlet” sözcüklerine indirgeyip rahat edenler…

Sorarım size, sekiz yıldır tek başına iktidar olan hükümetin hiç mi sorumluluğu yok Hrant Dink duruşmasının bir nebze olsun ilerlememesinde?

Hükümetin başı hiç mi duymamaktadır bu utancı?

Öldürmek serbest yuhalamak yasak

Biliyorum çok acımasız ama işte insanın içinden “Öldürmek serbest, yuhalamak yasak” gibi ara başlıklar atmak geliyor.

Yuhalayanları, ıslık çalanları, yumurta atanları, aleyhte yazanları anında adalete teslim et, canlarına oku, anında cezalandır; ama katillere ilişme…

Bunun utancını nasıl olur da duymaz insan iliklerinde?

Hikmet Çetinkaya’nın “Kelle Avcısı Dışarıda, Balbay İçeride” yazısıyla gözümüze soktuğu bir gerçeği hadi anladık yandaş medya görmezlikten gelmeyi seçti. Silivri’de sürdürülen iktidarın sahnelediği trajik komedyaya gözlerini kapamaktalar hâlâ! Orada “Yandaş adalete” duydukları saygıdan susmaktalar…

Peki ama bir zamanlar hepsinin canı ciğeri, arkadaşı olan Dink cinayeti davasındaki adaletsizliğe nasıl gözlerini, kulaklarını kapıyorlar? Hiç mi utanç duymuyorlar?

Sevgili okurlar, bugün niyetim Tuba Çandar’ın çok özgün eşsiz kitabı “Hrant” üzerine düşüncelerimi sizle paylaşmaktı. Ama yapamadım. O eşsiz kitap bir başka yazıya kaldı. 20 Ocak tarihli Cumhuriyet gazetesi beni aldı sürükledi.

Artık utanç içinde yaşamak, utançla yaşamak istemiyorum diye haykırıyorum.

İnsan kalarak yaşayabilmek için, bu utançtan kurtulmamız gerek. Çocuklarımızı bu utançtan kurtarmamız gerek!

Ataol Behramoğlu’nun dizelerini tekrarlayıp duruyorum:

“Yaşamak bu yangın yerinde / Her gün yeniden ölerek
Zalimin elinde tutsak / Cahile kurban olarak
Savunmak gerçeği, çoğu kez / Yalnızlığını bilerek
Korkağı, döneği, suskunu / Görüp de öfkeyle dolarak
Toplanıyor ölü arkadaşlar / Her biri bir yerden gelerek
Kiminin boynunda ilmeği / Kimi kanını silerek
Kucaklıyor beni Metin Altıok / “Aldırma” diyor gülerek
“Yaşamak görevdir bu yangın yerinde / Yaşamak, insan kalarak”


Zeynep Oral
Cumhuriyet
www.zeyneporal.com


SEVENİ ÇOK AMA ÇOKTU SAKINCALI GAZETECİ’NİN…

UĞUR MUMCU GAZETECİLİĞİ…


Kendisinden dinlemiştim...

Uğur Mumcu’ya önemli bir kurumun başındaki kişiyle ilgili dosya geliyor. İnceliyor. Yazılması, sonrasında da izlenmesi gereken bir durum. Hakkında yazı yazacağı kişiyi arıyor, anlatıyor. Yazacağını, kendisinin söyleyecekleri varsa, onları da dikkate alacağını söylüyor.

Malum kişi kendi öneminden söz ediyor, ekliyor:

“Ben gazetenizin sahibi, başyazarı Nadir Nadi’yi iyi tanırım. Dostumdur. Bu yazıyı yazmamanızı rica ediyorum. Gerekirse onu da arayacağım...”

Aradan kısa bir süre geçiyor. Nadir Bey, Uğur Mumcu’yu arıyor, hal hatırdan sonra konuya giriyor. Şöyle bağlıyor:

“Beni aradı. Uzun uzun bir konudan bahsetti. Elinde belgesi varsa tabii ki yazacaksın. Benimle ilgili bir şey bulursan onu da yaz...”

Uğur Mumcu yazdı. Malum kişi görevinden ayrılmak zorunda kaldı.

Uğur Mumcu, böyle bir gazeteciydi.

Nadir Nadi, böyle bir başyazardı.

***

Uğur Mumcu’nun dostluğunun ve karşıtlığının tadı başkaydı. Düşüncesine katılmayan insanlar üzerinde de saygı uyandırırdı. Karşıt düşünceli gazetecilerle kıyasıya polemiğe girerdi. Ama gazetecilerle!

Bu anlamda gazeteci, yazar kriteri şuydu:

“Bir kişi ekmeğini sadece gazeteci olarak kazanıyorsa, kalemini satmıyorsa, düşüncesi ne olursa olsun, ben o kişiye saygı duyarım.”

Ama kalemini satıyorsa...

Rüzgârgülünü çatlatan bir iktidar gülü haline gelmişse...

Tutmayın Uğur Mumcu’yu!

Kim olursa olsun... İsterse üç gün öncesine kadar kendisiyle aynı düşünceleri paylaşmış olsun. O kişi artık Uğur Mumcu’ya düşüncelerine en karşı olduğu gazeteciden daha uzaktır.

Uğur Mumcu, araştırmacı gazetecilik kavramını yerleştirmiş bir kişi olarak her konuyla ilgilendi. Başka bir deyişle konu seçmedi. Bir gün Dışişleri Bakanlığı’ndaki bir yanlışlık, ertesi gün Devlet Tiyatroları’nda sansür, ardından haksız yere sürgün edilmiş sıradan bir memur, hemen sonrasında faili meçhul cinayetlerle ilgili ülkeye sarsan bir ipucu... Ve tabii ki yolsuzluklar, hırsızlıklar, siyasetin çıkmaz sokakları...

Gazeteciliğin ruhu muhabirliktir. Meslekte köşe yazarı olarak hızla yükselmesine karşın, muhabirlik ruhunu hiçbir zaman yitirmedi.

Bütün bu özelliklerinin toplamı olarak; hiçbir devlet kurumu yoktur ki Uğur Mumcu’nun eleştiri hedefi olmasın, hiçbir devlet kurum yoktur ki Uğur Mumcu ulaşamasın!

Genelkurmay da arşivlerini kurallar çerçevesinde Uğur Mumcu’ya açma sorumluluğu hisseder, bir araştırma için gittiği Almanya’daki tarikat camisinin imamı da Uğur Mumcu ile oturup sorduğu soruları yanıtlama gereği duyar.

Karşısındaki kişi bilir ki Uğur Mumcu o konuyla ilgilenmeye başlamışsa artık bırakmayacaktır. Kendisi bilgi vermezse, mutlaka öyle ya da böyle ona ulaşacak.

Uğur Mumcu’nun ana hedefi iktidar icraatıydı. Bir gazetecinin ana işlevinin iktidarı toplum adına denetlemek olduğunu çok iyi bilirdi, gereğini ne pahasına olursa olsun yerine getirirdi.

24 Ocak 1993 günü çıkan son yazısı, ‘Zeyilname’ başlığı ile otoyol ihalelerine ilişkin tartışmaya açık bir uygulamaydı.

***
Bugün pek çok kişi tarafından “kullanım ömrü dolduğu” düşünülen bu özellikler aslında gazeteciliğin evrensel değerleridir. Ölmemiştir. Tam tersine halen yaşamakta, kalem oynatmakta olan pek çok kişi gazeteciliğini öldürmüştür, sadece kalem oynatmaktadır.

Ama Uğur Mumcu’nun gazeteciliği hâlâ günceldir. Yaşamaktadır.

Savunduğu hangi değer toplum vicdanında ölmüştür?

Gazeteci, sadece kaleminin teriyle geçimini sağlıyorsa, ona saygı duyulması gerekliliği mi?

Gazetecilerin, ana işlevinin iktidarları toplum adına denetlemek olduğu ilkesi mi?

Gazetecinin herkes hakkında, belge-bilgi varsa patronunun arkadaşı hakkında da yazı yazabilmesi gerektiği ilkesi mi?

Her türlü yolsuzluğun, usulsüzlüğün üzerine ayrım gözetmeksizin gitmesi gerektiği ilkesi mi?

Bütün bunlardan öte Mumcu’nun, aynı gün öldürüldüğü Gaffar Okkan’da da bulunan bir başka özelliğine ayrıca değinmek gerek.

Onu yarına bırakalım...


Mustafa Balbay


Cumhuriyet



23 Ocak 2011 Pazar

SUSARAK SUSMURAM


‘GAZETBAZ’LAR İÇİN…


Başbakan’ın Kars’taki İnsanlık Anıtı’na “ucube” diyerek “yıkılması”nı istemesi siyasal tarihe nasıl geçecek bilemem, ama sanat ve uygarlık tarihinde hiç de olumlu yer almayacağı kesin..

Basın tarihçilerini şaşırtacak olanlar ise önce “ihtiyatlı tarafsız” kalıp Başbakan’ın “ısrarlı” olduğunu görünce, “canım, anıtın hem yeri yanlış, hem de anlamı belirsiz” vb yorumlar yapanlar...

Asıl bu gibilere neler söylenebileceğini düşündüğümde, aklıma gelenleri yazamayacağımdan, “en iyisi” dedim artık “susmak”. Bu denli kültür yoksunu bir siyasete “uyduruk” nedenlerle “hak” verenler için ne denebilir ki?

‘Ayhavar da susmuş

13 Ocak’taki “Ayhavar Menim Kars’ıma, Anıtıma” başlıklı yazımı “Azerice” kaleme almamdan hoşlananlar, 50’lerin başlarında Kars’ta yayımlanan “Ayhavar” (imdat, yetişin) adlı mizah gazetesinden başka örnekler vermemi de istediler...

Eski milletvekillerimizden rahmetli Cengiz Ekinci’nin unutulmaz gazete arşivini tarayınca, onun da tüm haksızlıkları susmadan sorgulamasına rağmen, dönemin “yandaş” gazetecileri karşısında “susmaya” karar verdiğini görmeyeyim mi?

Ekinci, halk şairi Mirze Alekber Sabir’in (1862-1911) ünlü “Gorhmuram” (Korkmuyorum) şiirinden devşirerek yazdığı “Susmuram”ını, “gazetbaz” dediği yalaka gazeteciler karşısında “susarak” noktalıyor.

60 yıl önceki bu benzerliği, Ayhavar’dan örnek isteyenlerle “susarak” paylaşıyorum...


SUSMURAM

Ahmak kişiden öyle yanmışam ki
Bir böyle insan görürem susmuram.
İlme men o kadar inanmışam ki
Karşımda nadan görürem susmuram
*
Can goyuram uğruna merdanenin
Gindoş’u merdan görürem susmuram.
Ağlanacak hale düşen bendeniz
Fikrini şadan görürem susmuram.
*
Zahire baksan insana benziyir
Eslide heyvan görürem susmuram
Suret’i Hak’tan görünür emma ki
İblis’i, rahman görürem susmuram.
*
Gah gedirem gülşene, bir dilbere
Çirkine hayran görürem susmuram.
Gah gelirem viraneme her yeri
Serapa üryen görürem susmuram.
*
Gah emirem partinin bezmine tek
Cümleye bühtan görürem susmuram.
Gah çıkıram Meclise yüz dökerek
Cehli, partizan görürem susmuram.
*
Emma bu feryada göre ey Dadaş..
Harda “GAZETBAZ” görürem susuram.
*
Bir pula değmiyen adama medam
Ki GAZETBAZ deyir, o bedbaht adam,
Menim de nutkum kuruyur, susuram
Lap susuram.. Budu sustum.. Susuram...
(Cengiz Ekinci / Ayhavar-16 Nisan 1954)


Oktay Ekinci 

Cumhuriyet


18 Ocak 2011 Salı

PARAYI VEREN HEYKELİ KAPTIRIR

‘UCUBEİSTAN’ VEZİRİAZAMI (1)


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Kars’ta ne demişti: “Hasan Harakaninin türbesinin yanına bir ucube koymuşlar. Belediye Başkanımız gerekeni süratle yerine getirecektir!”

Başbakan’ın bu sözlerinden yaklaşık 20 ay önce, 26 Mayıs 2009’da bu köşede “ucube”nin gelişini “Heykel Düşüncesinde Vandalizm” başlıklı yazımızda şöyle öngörmüştük:

Türkiye oldum olası şaşırtan bir ülke! Bu yargı, “heykel” konusunda da geçerli! Osmanlı’nın Mısır Valisi Sait Paşa, Süveyş Kanalı’nın girişinde dikilecek meşaleli heykeli, Fransız Frederic Auguste Bartholdi’ye sipariş etti. Ancak kanalın açılışından önce ölünce, yerine geçen İsmail Paşa’nın “İslamiyette heykel olmaz” dediği meşaleli heykel, Paris’te bir depoya atıldı. Bir süre sonra Süveyş Kanalı’nın mimarı Ferdinans de Lessepse ile Bartholdi, Fransız-ABD dostluğu için heykeli alıp Nev York’a götürdüler. Osmanlı’nın faturasını ödediği heykel, 25 Ekim 1886’da Nev York’un girişindeki adaya “Özgürlük Anıtı” olarak dikildi!

“Adalet Heykeli” Yunan mitolojisinde “adalet ve düzen tanrıçası” Themis’i simgeler. Yeni Anayasa Mahkemesi önüne dikilen “Adalet Heykeli”nin gözü açık-kapalı tartışmasına girecek değilim! Bu olay yerine, Türkiye’de yaklaşık son iki yılda basınımıza yansıyan bazı heykellerin başlarına gelenleri gözden geçirelim!

2007

16 Temmuz Radikal… Kadıköy çarşısındaki “Kaz Rodi” heykelini kim çaldı?

7 Eylül Hürriyet… Denizlili halk sanatçısı Özay Gönlüm’ün Çatalçeşme’deki heykeli bakımsızlıktan tanınmaz halde!

8 Eylül Radikal… Fazilet Partisi üyeleri, Balıkesir Edremit’te dikilen “Sarıkız” heykelinin göğüs uçlarının neden göründüğünü Belediye Meclisi’nde sordular.

Antalya’ya adını veren Kral Attalos heykelinin “eşcinsellik” simgesi olduğu savlandı!

30 Eylül Milliyet… Afyonkarahisar Emirdağ’da 25 yıl boyunca alanı süsleyen Atatürk heykeli “çok yıprandı” diye yalnız 4 kişinin bildiği bir yere gömüldü. AKP’li Belediye Başkanı “Alnıma silah dayasanız yerini söyleyemem!” dedi.

27 Eylül Milliyet - Sabah… Edirne’de Kırkpınar Ağası Hüseyin Şahin’in heykelindeki tespih yine çalındı!

2008

24 Şubat Evrensel… Muzaffer Eroran’ın yaptığı “İşçi” heykeli nerede? Cumhuriyet’in 50. yıldönümünde dikilen 12 heykel de kayıp!

19 Nisan Sabah… Heykeltıraş Prof. Ferit Özşen yaptığı Herkül heykelinin Ereğli’de kaldırılmasına kızdı: “Ereğli’nin adı bile Herkül’den geliyor” dedi.

6 Temmuz Hürriyet… Yıkılan Çetin Emeç anıtı yenilendi!

6 Ağustos Sabah… İstanbul Esenyurt’ta Nâzım Hikmet’in heykeli çalındı. Heykel ancak vinçle götürülebilirmiş!

22 Eylül Hürriyet… Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek “Su Perileri heykelini Tandoğan Alanı’na yeniden dikmeyi düşünmüyoruz!” dedi.

27 Aralık Cumhuriyet… Kırklareli Lüleburgaz’da Leonardo da Vinci’nin “Altın Oran” figürü heykeli, “Buraya kilise, İsa’nın çarmıha gerilişi yapılıyor…” denilerek parçalandı!

30 Aralık Cumhuriyet… Mersin Atatürk Parkı’ndaki Uğur Mumcu Anıtı ve Karacaoğlan heykelleri tahrip edildi!

2009

11 Ocak Hürriyet… Bursa’nın ünlü “Deli” Ayten’inin heykelinin 15 yıl sonra anı parkına dikilmesine Saadet Partisi karşı çıktı.

16 Şubat Milliyet - Akşam… Marmaris Yat Limanı’nda 1997’de dikilen, Rahmi Atalay’ın yaptığı, uzaya Türk bayrağı götüren Amerikan astronot Jim Reilly’e şükran heykeli kayboldu!

17 Şubat Cumhuriyet… Marmaris’te astronot heykeli denizden çıkarıldı!

27 Şubat Akşam… Tankut Öktem’in “Balıkçı ve Torun” heykelinden “torun” da kaybolmuş, balıkçının bacağı kırılmıştı. Torun da sudan çıkarıldı!

5 Mart Milliyet… Çanakkale Ayvacık Behramkale Köyü Muhtarı Hüseyin Kaplan Assos’ta ders veren Aristo’nun heykelinin açılış töreninde Bakan Ertuğrul Günay’a katkısından dolayı teşekkür etti.

3 Nisan Hürriyet - Vatan… Antalya Kemer’de “Aşk Yağmuru” heykelini MHP’li Belediye Başkanı “müstehcen” diye depoya kaldırttı!

4 Nisan Milliyet… Kadıköy Belediyesi “Aşk Yağmuru”na talip!

9 Nisan HaberTürk… Ankara Belediye Başkanı Gökçek’in “Tükürürüm böyle sanatın içine” dediği “Su Perileri” depoya kaldırıldı.

13 Nisan Sabah… Emirgân Korusu’nda, Fransız Pierre Louis Rouissard’ın 1864’te yaptığı “Geyik” heykelinin önce yavrusu, sonra kendisi ve Gülhane Parkı’ndaki Âşık Veysel heykelindeki saz da 3 kez çalındı.

24 Nisan Sabah… Erzurum’u düşman işgalinden kurtaran Gazi Ahmet Muhtar Paşa heykelinin kılıcı 6 yılda 4 kez çalındı!

27 Nisan Hürriyet… 1925’ten beri Ankara Ulus’ta önceleri Başbakanlık Binası olan, şimdilerde Gümrük Müsteşarlığı önündeki havuzun çıplak kadın heykelleri çürümeye terk edildi!

2 Mayıs Sabah… Zonguldak Ereğli İlçesi Eski Belediye Başkanı Murat Sesli’nin sahildeki yerinden kaldırdığı “Herkül Heykeli”ni CHP’li yeni Belediye Başkanı Halil Posbıyıkoğlu yerine koydurttu!

3 Mayıs Vatan… (Hande Ataizi’nin çıplak resmini yapan) Kenan Evren “İlk Adım ve Atatürk Anıtı”ndaki erkek ve kız figürlerini “çıplak” diye kaldırtmıştı.

1999’da Babaeski’de Fatih Sultan Mehmet’in heykelinin atı, erkek mi dişi mi diye tartışılmıştı! (Fatih, İstanbul’u kuşattığında Bizans’ta rahipler “melekler dişi mi erkek mi” tartışmasını yapıyorlardı!)

Aydın’da Yörük Ali Efe’nin heykeli neden bıyıksız diye tartışıldı!

5 Mayıs Cumhuriyet… Ulusal futbolcu Lefter Küçükandonyadis’in Fenerbahçe Stadyumu yanındaki parkta açılan heykeli ilgi yarattı!

5 Mayıs Hürriyet… Cumhuriyet’in 50. yılında Gürdal Duyar’ın yaptığı “Güzel İstanbul” heykeli Karaköy Meydanı’na dikilmişti. CHP-MSP Koalisyonu’nda “Türk kadınını hayâsızca teşhir ettiği” gerekçesiyle kaldırıldığı Yıldız Parkı’nda “müstehcen gözlerden uzak” varlığını sürdürüyor.

Günümüzde Eskişehir’den “Heykelkent” diye söz edilmesinden dolayı Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’i ve kent halkını kutlarken, Kültür ve Turizm Bakanımıza da bir önerimiz var! Acaba Türkiye’nin tüm il, ilçe, bucak ve köylerindeki heykellerin bir dökümü yapılıp kitaplarla belgelenemez mi?

Afrodit’e Tecavüz!

Nokta dergisinde 1 Kasım 1992’de Jan Paçal, Burdur Kremna antik kentindeki mermer aşk tanrıçası Afrodit heykelinin köyün delikanlılarınca “cinsel mutluluk aracı!” yapıldığı, köyde “Afrodit’e kimler tecavüz etmişti” diye sorulduğunda anlamlı güldüklerini yazmış!

Bu öykü, İÖ 4. yy’ın ünlü yontucusu Praksiteles’in “Afrodit Heykeli”ni anımsattı. Datça Yarımadası’nın ucundaki Knidos kenti ile karşısındaki İstanköy Adası, Praksiteles’e birer Afrodit heykeli sipariş ederler. Giysili Afrodit’i adalılar, çıplak olanı Knidoslular alır.

Knidos’ta Afrodit adına yapılan yuvarlak tapınağına konulan heykel, dünyadaki belki de ilk turizm olayını başlatır. Bergama Kralı beğendiği heykeli kendisine vermeleri karşılığında borçlarını silmeye hazır olduğunu bildirdiği Knidoslular heykellerinden vazgeçmezler.

Ama bir sabah tanrıçaya tapınağın rahibeleri kapıyı açıp içeri girdiğinde bir delikanlının içeride uyuduğunu, heykelin üzerinde gencin cinsel ilişkiden kalan izlerini gördüler. Demek ki tarih Bucak’ta da tekrarlanmış!


Özgen Acar

Elmek: ozgenacar@gmail.com Belgegeçer: 0312. 442 79 90
Cumhuriyet