23 Kasım 2011 Çarşamba

BULDUN DA BULANDIRIYON MU KOYUNUM, DÜNYA NE BÖYLE LİDER GÖRDÜ, NE DE EŞİTLİK…

EŞEKLİĞİN LÜZUMU YOK...

Çok güzel açıkladı...

“Anayasamız 72’nci maddesi ne diyor?” dedi...

Milletvekilleri “Çok güzel bir şey söylüyordur” diye geçirdiler...

“Eşitlik ilkesi” dedi...

O zaman açıkladı; zenginler para verip askerlik yapmayacaklar, parası olmayanlar gidip askerlik yapacak...

Eşitlik oldu mu?..
Oldu...

*
Bir eşitlik daha; parası olanların verdiği para, kurşundan ya da mayından eli ayağı olmayanlara verilecek ki, eşitlikten de eşitlik...

Diyelim ki artık ayağı yok canım gazinin...

Ama parasını verecekler...

Elleri yoksa, parasını alacak...

Yok eğer kendisi tümden yoksa...

“Yakınlarına” dedi...

*
Sızlanmayın...
Tayyip Erdoğan eşittir; millet...

*
“Anayasa madde 72, eşitlik ilkesi...”

Mesela mahdum askere gitmişti, vatanı beklemeye... Otuz tane koruma onu bekledi ki bir şey olmasın...

Eğitim işi şöyle yapıldı:

Komutan koştu...
Hiç bu kadar koşmamıştı...

Nöbet tutma işi ise şöyle gerçekleşti; sabahlara kadar nöbet tuttular başında, ne olur ne olmaz hani...

Yandaki yellense, alarm verilecek...
Komutan yine koşacak...
Tam 21 gün askerlik yaptı, geceleri çıkartırsanız 10.5 gün kalıyor ki... O da anayasanın 72’nci maddesidir:

“Eşitlik...”

*
Dün sıra geldi vatandaşın eşitliğine...

Parası olanlar 30 yaşına kadar tüyüp, sonra 30 bin lira vererek askerliklerini mahdum kadar bile yapmayacaklar, 10.5 gün de yok...
Kim koruyacak vatanı?..
Dağda eşkıya ile kim savaşacak?...
Kaçmayanlar ve parası olmayanlar...

*
Ama onlar da kopan elleri, kesilen bacakları, çıkan gözleri, parçalanmış ciğerleri yerine para alacaklar...
Ki eşitlik olsun...
Öldüyse, yine eşitlik var; kalanlar bakacaklar civanı gitti toprağa, parası geldi bankaya...

Beğenmezsiniz bir de...
Kanıtıdır eşitliğin...
Lüzumu yok eşekliğin...


Bekir Coşkun

Cumhuriyet



14 Kasım 2011 Pazartesi

KES SESİNİ, “BENİM MEMURUM İŞİNİ BİLİR” DAHA ÖĞRENEMEDİN Mİ KOYUNUM

YOK ARTIK! YAĞMURU HUKUKÇU, KARI MİMAR MI BİLECEK?


Kapalı kapılar artında yaşanan akıl tutulmasıyla birlikte artık hukuk, siyasal bilgiler, iktisadi ve idari bilimler, iktisat, işletme fakültesi mezunları da güya “meteoroloji uzmanı” oldu...

2 Kasım 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 657 sayılı KHK’ya göre artık Meteoroloji Uzmanı olmak için Meteoroloji Mühendisliği okumaya gerek yok. Bu duruma, “Tam bir skandal. Böyle bir şey olamaz. Meteoroloji, fizik ve matematiğe dayalı özgün bir meslektir. Bilime büyük saygısızlık” diye tepki gösteren çok oldu. Ben, hâlâ DMİ Genel Müdürü’nden Başbakan’a kadar güvendiğim kişilerin bu yanlışı düzelteceğine inanıyorum.

MESLEKLERİNİ UNUTTULAR MI

Bu konuya tepki gösterenlerden birinin aklına “Yüzyıllık Yanlızlık” romanından ilginç bir alıntı gelmiş:
“Pablo yıllardır gitmediği köyüne döner. Bir süre sonra köyde uykusuzluk baş gösterir. Bu uykusuzluk unutkanlığa neden olur. Köydeki herkeste unutkanlık başlar. Pablo buna bir çözüm bulur, her cismin üstüne adı yazılır. Mesela masanın üzerine ‘masa’, ineğin üzerine ‘inek’ yazılır. Belli bir süre sonra bu hastalık öyle bir noktaya varırki, artık her cismin üzerine neye yaradıklarını yazmak zorunda kalırlar. Mesela ineğin üzerine ‘bu bir inektir süt verir’, veya ‘bu bir kahvedir sütle karıştırıldı mı neskafe olur’ gibi notlar yazılır. Şimdi herkese ne yapması gerektiğini mi hatırlatacağız? Bunlara üniversitede okudukları dersleri mi hatırlatacağız? Unutkanlık mı başladı bunlarda” diye de ekliyor.

Ben bu “unutkanlığın” temelinde yatan bürokrat veya insan dürtüsünü merak edip biraz araştırdım; Twitter’da birisi “Meritokrasi’yi içselleştirmeden demokrasi peşine düştük” dedi. Meritokrasi, yani “liyakata dayalı yönetim” olmadan demokrasi olmaz diyor!

“Yaşadığımız toplumda devlet yöneticilerinin bir kısmının bulundukları makama layık olmadıklarından sıkça şikayet ederiz. Ya da kendi çalıştığımız kurumdaki lider ve yöneticilerin sahip oldukları ünvan ve makamlara layık kişiler olmadıklarını görür ve bundan üzüntü duyarız...” (www.canaktan.org)

LİYAKAT VE EHLİYET

Bu konuda güzel bir yazıyı H. Emin Sert “Yönetimde Adalet, Ehliyet ve Liyakate Riayet” başlığı ile yazmış. Özetle:

“Dünya, insanların eliyle şekillenmekte ve idare edilmekte. Yaşadığımız çevrenin güzelleşmesi, insanın gelişip mükemmelleşmesiyle mümkün. Çoğu defa yeterli önemi vermediğimiz ruhsal ve sosyal sağlık; adalet, ehliyet ve liyakat gibi değerlerin toplumun bütün kademelerinde, özellikle de yönetim kademelerinde işlemesiyle yakından ilgili. Ehliyet; bir iş ve konuda ehil olma, yeterlilik ve onu yapabilecek kapasiteye sahiplik manalarına gelmektedir.

İster dünya siyasetine, ister devlet yönetimine, isterseniz herhangi bir kurumun idaresine bakınız; liyakat ve ehliyete riayet edilmeyen kurumlar ancak kendilerini küçültürler.

Adalet, hak ve hukuk gibi temel ahlaki değerlere riayet edilmeyen yerde itimat sarsılır. Güvenin sarsıldığı kurumlarda verimlilik düşer. Böylesi noktalardaki yöneticiler sıradan, basit, yapmacık şeylerden medet umar. Kriterlerin adamına göre uygulandığı, çifte standartların hüküm sürdüğü, özlük haklarıyla oynanılan kurumların yöneticileri bilmelidirler ki zulüm payidar olmaz. Bunun en acı veya güzel örnekleri tarihte mevcut...

Etki ve yetki ellerinde olanlar pişman olmadan önce küçük hesapların ancak kendilerine ve kurumlarına zarar verdiğinin farkında olmalı. Kendini aşamayanlar, her zaman basitlik içinde yok olmaya mahkûmdur. Kapalı kapılar ardında, adalet ve liyakate riayet edilmeksizin alınan kararlarla yönetilen kurumlar, itimattan yoksun kalır. Neticede kaybedenler, mağdur edilen fertlerden ziyade küçük hesaplar peşindeki kurum ve toplumlardır.” (www.eminsert.org)

Kısacası, ülkemizde her şeyin sadece adından bahsedilir oldu. Örneğin, uzmandan bahsedersiniz, fakat gerçek bilgiyle tercübenin bir araya geldiğini göremezsiniz. Ortak akıl ve başarı peşinde de değiliz.
Böylece Einstein’in dediği gibi “Karşılaştığınız problemleri onu yaratan düşünce tarzıyla çözemezsiniz” ve KHK’dan görüldüğü gibi çözemiyoruz da!


Prof.Dr. Mikdat KADIOĞLU
Hürriyet



13 Kasım 2011 Pazar

GELECEĞİ HIRSIZLIKLARLA MOLOZLUKLARDAN KURTARMAK İÇİN


 YAPI DENETİMİNDE ÇÖZÜM


Gazetemizde bayramda yayımlanan “deprem” dizimiz oldukça ilgi gördü... Mimarlar ve İnşaat Mühendisleri odalarının katkılarıyla, arkadaşlarımız Özlem Güvemli ve Cengiz Yıldırım’ın derledikleri diziye gelen sorulardan çoğu şöyleydi;

“Yapı denetim şirketleri fiyaskoysa çözüm nedir?”

Önce “fiyasko”nun nedenlerini anımsayalım:

1- Yapı sahibi, inşaatını denetleyecek şirketi kendisi seçtiğinde, Nasrettin Hoca’nın ünlü “Parayı veren düdüğü çalar” sözü gerçekleşiyor. Nitekim deprem yerine “patron”un çıkarlarını gözeten şirketler ya ceza aldılar ya da kapatıldılar.
2- Şirket, özünde “kâr” amaçlı bir kuruluştur. Teknik kadrosu ne kadar iyi niyetli olursa olsun, işsiz kalmamak için “müşteri” bulma uğruna mesleki gereklerden ödün verilebilmektedir.
3- Kimi şirketlerin “iş kapmak” için belediye meclisi, hatta imar komisyonu üyelerince kurulması da etik dışı bir “denetim piyasası” yarattı. Öyle ki; yapının “inşaat hakkını çoğaltmak” isteyenler bu şirketleri yeğlemekte; şirketin “belediyeci sahipler”i de “imar ulufeleri”yle iş almaktadırlar.
4- Denetim pazarında müşteri kapma yarışı o hale gelmiştir ki kimi şirketler “bizi seçerseniz projeleriniz bedava” diyebilmektedirler.

İşte böylesine düzenbazlıklara açık bir ticari sistemin, başlangıçtaki “pilot il”lerde yaşanan rezaletlere rağmen, şimdi de yurt düzeyinde yaygınlaştırılmak istenmesi ise “vahim”dir.

Uzman denetimi

99 depreminin ardından hazırlanan Yapı Denetim Şirketleri Kararnamesi henüz tasarıyken yaptığımız itirazlara kulak asılmadı... Çünkü egemen siyaset “deprem rantı” peşindeydi ve yandaşlara yeni iş olanağı için “paralı-zorunlu yapı denetimi” bulunmaz fırsattı.

Aynı yıllarda önerdiğimiz “doğru seçenek” ise dosyalarda kaldı... Özetleyelim:

1- İnşaatları “yapı sahibine bağımlı şirket”ler değil, doğrudan “bağımsız uzman”lar denetlemeli.
2- İnşaat sahibi denetçisini kendi seçmemeli; “tanışık”lığı olmayan mimar ve mühendisler yapısını denetlemekle görevlendirilmeli.
3- Bu teknik kişiler, üniversite ve meslek odası işbirliğinde düzenlenecek eğitimleri başarıyla tamamlayarak “yapı denetçisi” yetkisini kazanmalı; isimleri belediyelerde liste halinde kayıtlı olmalı.
4- Her inşaat için ruhsat alınırken, “listede sırası gelen” uzman, denetim için görevlendirilmeli; yapı sahiplerinin belediyeye yatırdığı“denetim harçları”ndan oluşan fon da “işverenin anlaştığı şirketler”in değil, bağımsız denetçi uzmanların ücretini karşılamalı.
5- Sorumluluk üstlenen uzman mimar ve mühendislerin inşaatı yeterli düzeyde kontrol edip etmediklerini de meslek odaları denetlemeli.
6- Bu sistemde denetçilerin projesine ya da tekniğine aykırı inşaatı belediyeye bildirerek hemen durdurma yetkilerini kullanmaları işler hale gelecektir; çünkü inşaat sahibi artık “denetçinin patronu” değildir.
7- Bu bildirim üzerine, inşaatı mühürleyerek projesine ve tekniğine uygun hale getirilmesini sağlamayan belediyeye ise caydırıcı yaptırım uygulanmalıdır.
8- “Ruhsat bile almama”yı kendilerine hak gören kamuya ait inşaatların denetiminde de aynı sistem geçerli olmalı; merkezi ve yerel yönetimlerin yapıları ile TOKİ’nin “ayrıcalıklı denetim muafiyetleri” kaldırılmalı.

Kuşkusuz bu sistem de geliştirilebilir… Yeter ki depremden bile rant sağlamak niyeti artık terk edilsin; mimar ve mühendislerimize güven duyularak, onurlu çalışma olanakları yasal güvencelerle sağlanabilsin...


Oktay Ekinci

Cumhuriyet



10 Kasım 2011 Perşembe

KENTLERİ KURTARMAK ADINA DEĞİL HIZLANDIRILMIŞ RANT UĞRUNA ATILAN ADIMLARLA

Cengiz Yıldırım / Özlem Güvemli (Cumhuriyet): SİSTEM GERİ GİTTİ


Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu, 1999 depreminden sonra alınan ve eksiklikleri nedeniyle tartışılan tedbirlerin dahi bugün ortadan kaldırıldığını söyleyerek “4708 sayılı Denetim Yasası sorunlu çıktı. İktidarın yapabileceği iki şey vardı. Ya bu yasanın eksiklerini giderecek ya da yapı denetim sürecini yeniden yapılandıracaktı. Şimdi görüyoruz ki yapı denetim sürecinde geri adımlar atıldı” diye konuştu.

3194 sayılı İmar Kanunu’na göre gerçekleştirilen yapı denetiminin gerçek bir denetim sağlamadığının 1999 depreminde ortaya çıktığını vurgulayan Muhcu, 2001’de çıkan denetim yasasının da Van depreminde test edildiğini kaydetti. Bu yasanın İstanbul’da henüz depremle test edilmediğini ancak Ayamama ve Kâğıthane’deki su baskınlarında önemli bir sınav verildiğini dile getiren Muhcu “Görüldü ki bu sistem ile yapı denetimi sağlanamaz. Bunu Bayındırlık Bakanlığı’nın uygulamaları da ortaya koydu. Bakanlığın izni ile kurulan yapı denetim kuruluşlarının yarısı bakanlıkça kapatıldı” dedi. Bu kuruluşlarda çalışan mimar ve mühendislere sorumlulukları ile bağdaşmayan bazı cezalar verildiğini anımsatan Muhcu, atılan adımların çarpık denetim sistemini daha da geriye götürdüğünün altını çizdi.

‘Kırsal denetim dışı’

Muhcu şunları söyledi: “12 Haziran seçimlerinden sonra 17 Ağustos 1999 depreminin 12. yıldönümünde çıkarılan kanun hükmünde kararname ile nüfusu 5 binin altından olan yerleşim yerlerinde 500 metrekare ve bodrum alanlarıyla birlikte 1000 metrekareye kadar olan yapılar denetim dışına çıkarıldı. Bunun somut karşılığı şudur: Devlet yapıları, okullar, hastaneler, inanç yapıları, evler, AVM’ler, küçük ölçekli sanayi yapıları denetim sisteminin dışındadır. Van kırsalının tamamı da bu şekilde denetim dışına çıkarıldı.” Yapı denetim sürecinin 2001’den itibaren giderek merkezileşmeye başladığını ifade eden Muhcu, “Yerel yönetimlerin denetim sürecinde daha etkin yer alması gerekirken devre dışı bırakılıyor” dedi.


*/*/*/*/*/*/*


KAMU, DENETİM SEKTÖRÜNDEN ÇEKİLDİ, MESLEK ODALARI DEVRE DIŞI BIRAKILDI

Yapı denetim sistemi çöktü

Türkiye’de sağlıklı bir yapı denetim sistemi bir türlü kurulamıyor. Kamunun yavaş yavaş çekildiği özel sektöre bırakılan yapı denetim sistemi ile depremde yıkılmayacak binalar inşa etmek zor. Yap boz tahtasına dönen yapı denetim sistemi son hali ile daha da kötü durumda. Yeni düzenlemeye göre kırsal bölgeler denetim dışı bırakıldı, müteahhitler projeleri denetleyecek şirketi kendileri seçmeye başladı. Bu yapı denetim sistemi ile sağlıklı bir yapılaşmanın mümkün olmadığına dikkat çeken oda başkanları Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın bile, kurulmasının önünü açtığı yapı denetim kuruluşlarından yarısını kapattığını söylüyorlar.

2001 yılında, seçilen 19 pilot ilde kurulan yapı denetim sistemi bu yılın başında Türkiye genelinde yaygınlaştırıldı. İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Cemal Gökçe, yıllarca dosya memurluğu yapmış inşaat mühendislerine Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından proje denetçisi belgesi verilmesine tepki gösterdi. Bu konuda yeterli hazırlık yapılmadığını kaydeden Gökçe,“Pilot uygulamada ciddi sorunlar çıkmışken, hazırlık yapmadan altyapısını oluşturmadan bu sistemi tüm illerde uygulamaya kalkmak yeni problemlerle bizi baş başa bırakacak” dedi.

Hayatında proje yapmamış meslek insanının bir projeyi denetlemesinin mümkün olmadığının altını çizen Gökçe, “Denetleme mekanizmasında denetçilerin proje yapan insanlardan daha birikimli olması gerek” dedi. 2001 sonrası yapıların denetiminin sadece yapı denetim kuruluşlarınca yapılmadığını, geri kalan 62 ilde de Teknik Uygulama Sorumlusu (TUS) olarak adlandırılan inşaat mühendisi ve mimarlar tarafından denetim yapıldığını anlattı. TUS sistemini denetçinin doğrudan mal sahibinden para alması nedeniyle doğru bulmadıklarını dile getiren Gökçe “Sağlıklı bir mekanizma değildi, bu nedenle değiştirdiler. Ama bu kez de 19 ilde kurulan pilot sistem ile mal sahibi devre dışı kaldı. Yapı denetim şirketini müteahhitler seçer noktaya geldi. Bu da sağlıklı değil” diye konuştu.

Toplumsal enerji aşağıya çekildi

Gökçe, 17 Ağustos 1999 depreminde yargılanan tek kişinin Veli Göçer olmasını da eleştirdi. Sorunun bir kişiden değil sistemin kendisinden kaynaklandığını belirten Gökçe, deprem sonrası oluşan toplumsal enerjinin birkaç kişinin hedef yapılarak aşağıya çekildiğini savundu. Van’da da aynı şeyin yaşandığını anımsatan Gökçe, “Bütün dikkatler Salih Ölmez’in üzerine yöneldi. Onun yaptığı da doğru değil ama planlama evresinde, ruhsat sürecinde sorumluluğu olanları da görmek lazım” dedi.

Gökçe, denetlemenin Türkiye’de yanlış anlaşıldığını ya da birileri tarafından yanlış anlatıldığını dile getirerek “Denetimin olduğu yerde haksız kazanç olmaz” dedi ve Türkiye’de denetim mekanizmasının geçmişten beri sağlıklı işleyemediğini vurguladı.

Başbakan’ın iktidara geldikten sonra yapı denetim kuruluşlarını kaldırıp tekrar TUS sistemine dönmek istediğini söyleyen Gökçe,“Kendisi belediyeci olduğu için TUS’un dışında bir şey bilmiyor. Bugün tekrar aynı konuyu tartışıyoruz. Yapı denetiminin rehabilite edilmesi, meslek odalarının sürece sokulması, mesleki yeterliliğin uzmanlarca belgelendirilmesini konuşurken meslek odalarını devre dışı bırakan bir mekanizma oluşturmaya çalışıyorlar” dedi.


*/*/*/*/*/*/*


Oktay Ekinci (Cumhuriyet): KAÇAK APARTMANLAR


Depremini bekleyen İstanbul’da yıkılmaya aday yapıların başında “kaçak” ve “denetimsiz” inşa edilmiş, “betonarme-karkas apartmanlar” geliyor. Gerçi bu gerçek, yasadışı yapılaşan kentlerimizin tümü için de geçerli ama İstanbul’daki birçok semt “yalnızca” bu tür yapılardan oluştuğundan, yarattıkları tehlike çok daha fazla.

Gecekondulaşmanın 1970’lerden bu yana “kaçak kentleşme”ye dönüşmesine yol açan projesiz ve ruhsatsız ve betonarme-karkas apartmanların, zemin ne olursa olsun depremde “ölümcül yıkımlar”a neden olabilecekleri şu gerekçelere dayanıyor:

1- Ruhsat için önkoşul olan “onaylı proje”leri bulunmadığından ya da varsa bile meslek odasının ve belediyenin denetiminden geçmediğinden, yapının depreme dayanıklı tasarlanıp tasarlanmadığı; taşıyıcı donatılarının hesaplara dayanıp dayanmadığı bilinmiyor... Bu nedenle olası sarsıntılarda başına neler geleceğini “dışardan bakarak” kestirmek de mümkün değil.

2- Kaçak apartmanlar, kentin aynı zamanda imara uygun olmayan yerlerinde, yani arazi yapısı ve imar planındaki kullanım kararları bakımından aslında ruhsat bile verilemeyecek kesimlerinde yükseliyorlar. Zaten “kaçak”olmaları da planlardaki imar kısıtlamalarından ötürü... Bu nedenle kaçak olsalar da projeyle ve teknik denetimle inşa edilseler bile -ki bu çok ender görülen durumdur- örneğin dere yataklarındakiler, gevşek zeminli yamaçlardakiler, başta jeolojik nedenlerle depremde yıkılmaya adaydırlar...

3- Betonarme-karkas taşıyıcı sistem, doğru bir projeye dayansa bile uygulamanın her aşamasında ve her ayrıntısında uzmanlarınca denetlenmesi zorunlu bir yapı tarzıdır. Kaçak-ruhsatsız apartmanda “fenni sorumlu” olacak mimar ya da mühendis de bulunmadığından, bu uzmanlık denetiminden yoksun inşaatın “tekniğine aykırı” gerçekleştiği ancak depremde belli olur; ama artık vakit çok geçtir... Bu nedenle ülkemizdeki kimi betonarme-karkas apartmanların depremi bile beklemeden çökmeleri de aynı sistemin ne denli yüksek düzeyde ve hassas bir denetime muhtaç olduğunun kanıtıdır.

4- Son 50 yıldaki tüm depremlerimizde ölümlerin büyük çoğunluğu, denetimsiz ya da yeterli denetimden yoksun inşa edilmiş; veya projeleri yetersiz betonarme-karkas apartmanlardaki üst üste yığılan çok ağır tabliyelerin altında“ezilme”lerden ötürü gerçekleşmektedir. Bu nedenle kaçak ve ruhsatsız betonarme apartmanlar, adeta şimdiden birer“gömüt” gibidirler...


4 Kasım 2011 Cuma

AHLAKSIZLIK GEMİ AZIYA ALDIĞINDA HER ŞEYDEN ÇOK İHTİYAÇ VARDIR AYNALARA

DEPREMDE YIKILAN BİNALAR VE MESLEK AHLAKINA DAİR

Biliyorum, her depremden sonra aynı şeyler söylenir; ama galiba yeterince yinelenmeyen bir konu var...

Her meslekten insan kendi meslek alanında hata yapabilir. Doktor da hata yapar, mühendis de, müteahhit de... Mesleki hatalar, genellikle, bilgi ve deneyim yetersizliğinden kaynaklanır. Ama, mesleki bakımdan yeterli olan insanlar da, üstelik işlerinde çok titiz, çok dikkatli davranıyor olsalar bile hata yapabilirler. Yıllar önce, nükleer santrallerin güvenilirliğiyle ilgili tartışmaları okurken dikkatimi çekmişti. Bir bilim adamı, insana özgü hataların hiçbir biçimde sıfıra indirilemeyeceğini, bunun kuramsal olarak mümkün olmadığını ileri sürüyor ve nükleer santrallerin güvenilirliği konusunda asıl sorunun bu olduğunu söylüyordu.

Aslında, nükleer santraller gibi, yapılan bir hatanın bedelinin çok yüksek olduğu teknik konular bir yana, akla gelebilecek bütün teknik konularda hata paylarını azaltabilmek için sürekli araştırmalar yapıldığı; pek çok kritik denetim ya da karar noktasında, ileri düzeyde gelişkin cihazların meslek erbabının emrine verildiği bilinir. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, tıp alanında teşhis koymada doktora yardımcı olması; teşhis, dolayısıyla da tedavide hata yapılmaması için geliştirilen cihazları hepimiz biliyoruz. Bütün bunlara rağmen tıpta, hiç hata yapılmıyor mu? Yapılıyor. Mühendislikte hata yapılmasın diye, örneğin ileri düzeyde geliştirilmiş ölçme teknikleri, test cihazları var; ama yine de hata yapılabiliyor. Galiba insanoğlu var olduğu sürece de bu hatalar yapılacak.

Ama, eğer bir ülkede sürekli deprem oluyorsa ve her depremde yüzlerce, binlerce bina yerle bir oluyor ve bu yüzden her seferinde yüzlerce, binlerce insan ölüyorsa, bilin ki, o ülkede, kabul edilebilir sayılacak mühendislik, müteahhitlik hatalarından çok ötede bir şeyler vardır. Lâfı uzatmadan söyleyeyim; o ülkede kokuşmuş bir sistemle birlikte ahlaken kokuşmuş, tefessüh etmiş müteahhitler, proje mühendisleri, kontrol mühendisleri de vardır.

Yerle bir olan binaların müteahhitlerini bir tarafa bırakıyorum. Eminim, sistem, daha önce onlarca defa olduğu gibi onları yine cezalandırmayacaktır. Yine eminim, o adam müsveddelerinin üye oldukları örgütler de (şimdi onlara galiba “sivil[!] toplum örgütü” deniyor) kıllarını kıpırdatmayacaklardır. Ama ben mühendislik kökeninden geliyorum; onun için, o yerle bir olan binaların -ki onların önemli bir bölümü kamu binasıdır- proje mühendislerinin, kontrol mühendislerinin üye oldukları ya da üyesi olmasalar bile mensubu oldukları meslekleri temsil eden örgütlere bir çift sözüm var:

Diyorsunuz ki, ‘Bütün bu yıkımların sorumlusu, tefessüh eden mevcut iktisadi sistemdir; asıl sorgulanması, mücadele edilmesi gereken de bu sistemin kendisidir.’ Elbette bu sistem ve arkasındakilerin, siyasi iktidar sahiplerinin vebali çok büyüktür. Haydi onu da ben söyleyeyim. O iktidar sahiplerini verdikleri oylarla o noktaya taşıyan ve her depremde en büyük zararı gören halkın vebali de çok büyüktür.

Ama söylediklerinizin satır aralarından şu sonucu da çıkarmamızı istiyorsanız, ona itirazım var: ‘O proje mühendisleri işten atılmamak, aç kalmamak için, kendilerini istihdam eden müteahhitlerin projelerini imzalayıp yaptıkları binalara göz yummak, kontrol mühendisleri de çalıştıkları kamu kurumlarından gelen benzer baskılar altında, o çürük binalara onay vermek zorunda kalmışlardır; o mühendisleri bu hale düşüren de mevcut sistemdir; onları suçlayamayız!’

Hayır, eğer gerçekten emekçilerin, çalışanların yanındaysanız, onlara kendilerini güvencede görecekleri bir gelecek vaadiniz varsa, ki ben hâlâ öyle olduğunuzu düşünüyorum, sırf işsiz kalmamak, aç kalmamak için müteahhidin ahlâksızlığına ortak olarak halktan yüzlerce, binlerce insanın ölümüne, yaralanmasına neden olan mühendislerin yanında olamazsınız. Sistem her ne olursa olsun, sizlerin meslek ahlâkını korumak gibi bir sorumluluğunuz var. Tasavvurlarınızdaki yarınlar ahlâksız insanlarla kurulamaz.


            Aykut Göker

Cumhuriyet Bilim Teknik
http:/www.ınovasyon.org





AKILIN VE BİLİMİN DIŞLANIP PARANIN HER ŞEYLEŞTİRİLMESİYLE AZDIRILAN ÇÖKÜŞLER

Orhan Bursalı (Cumhuriyet Bilim Teknik):

Bu hafta, genellikle sadece yanıt verdiğimiz ve ayıp olur diye yayınlamadığımız, dergimiz üzerine yazılardan bir bölümüne yer vereceğim. Kimse kusura bakmasın, belki hepimiz için bir enerji kaynağı olur...

***
“Bizim size öğrettiklerimizin yarısı muhtemelen yanlıştır, ama maalesef hangi yarısı olduğunu bilmiyoruz.”

‘Nükte de içeren bu söz, bilimde bugün doğru gözüken bazı bilgilerin yarın yanlış olabileceğini ve bilimin sonsuzluğunu vurguluyor bir bakıma..’



*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*



Aykut Göker (Cumhuriyet Bilim Teknik):

Güney (Gönenç) Hocanın üniversitede 40’lı - 50’li yılların karanlığını anlattığı bir kitabı yayımlandı: 
“Karanlık Zamanların Şarkısı: Üniversitede 40’lı - 50’li Yıllar” (2011, Yeni Umut Yayınları)... Kitabın girişinde Bertold Brecht’ten (Çev. A. Kadir) bir dörtlük yer alıyor:

Karanlık zamanlarda / şarkı da söylenecek mi? / Elbette, şarkı da söylenecek, / karanlık zamanları anlatan.


*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Ülkü Tamer (Cumhuriyet): RÜZGARIN YÖNÜNÜ DEĞİŞTİREN ARAÇ

Televizyon konusunda çok sevdiğim iki sözü sizlerle paylaşmak isterim:

“Televizyon, ilk gerçek demokratik kültürdür” diyor Clive Barnes, “herkese açık olan, insanların istekleriyle oluşturulan bir kültür. İşin korkunç yanı ise insanların ne istedikleridir.”
Bruno Bettelheim ise bir tehlikeye değiniyor:

“Günün büyük bölümünü TV ekranından yöneltilen o sıcacık sözlü iletişime kulak kabartmaya ya da TV yıldızı olarak nitelendirilen kişilerin duygusal davranışlarını izlemeye koşullandırılmış çocuklar, gerçek yaşamda başarı kazanamazlar; çevrelerinde o yıldızlar gibi ilgi göremezler çünkü. Daha da kötüsü, gerçek dünyadan öğrenmeleri gerekeni öğrenemezler, bu yeteneklerini zamanla yitirirler; yaşam, ekrandaki yaşamdan çok daha karmaşıktır. En sonda da biri çıkagelip her şeyi açıklamaz. ‘TV çocuğu’ karşılaştığı olayların anlamlarını kavramakta zorlanır, umutsuzluğa kapılır. Bu sorun zamanında giderilemezse, çocukta TV karşısında başlayan‘anneden duygusal kopma’ başka boyutlara ulaşır. TV’nin yarattığı asıl tehlike budur: İnsanın edilgenliğe yönelmesi ve tek başına yaşamla karşı karşıya kalamama korkusunun yerleşmesi.”

***
Eğlenceli bir olayla bitirelim:

Televizyon tarihinde en büyük yalan şaka olsun diye söylenmişti. BBC’de 1 Nisan 1957’de yayımlanan “Panorama” programında, Richard Dimbleby, İsviçre’nin güneyinde spagetti yetiştirildiğini ileri sürdü. Dallarından spagetti sarkan ağaçlar ve spagetti toplayan köylüler gösterdi. İngilizler bunun 1 Nisan şakası olduğunu anlamadılar. BBC’nin telefonları kilitlendi. Herkes nereden spagetti tohumu bulabileceğini soruyordu. Yanıt aynıydı: 

“Tohuma gerek yok. Toprağa biraz spagetti gömüp bol bol domates suyu vereceksiniz.”

O hafta domates suyu satışları tavana vurdu.
Avrupa’da bu tür olaylara yılda bir kere rastlanıyor. Bizdeki bazı televizyonlar için ise her gün 1 Nisan.



*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Orhan Bursalı (Cumhuriyet Bilim Teknik):

İbni Sina der ki: “Bilim ve sanat, takdir edilmediği yerden göç eder.” 
Bu sözü, Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi önündeki heykelinde de yazılıdır.


*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Işık Kansu (Cumhuriyet):
Haftanın sözü
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’dan depremzedelere:
“Ben size burada cillop gibi köy yapacağım.”


*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Oktay Ekinci (Cumhuriyet): ‘YAZIH’ BAKÛ’YA DA KARS’A DA…

Bu yazımı Azerilerin de ganacağı dilde sunuram. Bakû’nun veKars’ın gözel insanları, analarıyla danıştıhları kimi* ohusunlar; başlarına gelen felakete çare arasınlar diye…

Bu felakete Türkiye’de bizler “emlak rantı saldırısı” deyirik. Azerbaycan’da ne deyirler bilmirem ama eşittim ki Bakûlü me’marlar da şehrin teze* siluetinden narahattılar...
Bakû’yla Kars’ın gedim* binalarındaki ortah zerafet dillere destan iken, şehre saygısız teze tikintileri* ile de ortah kaderlerini yaşıyırlar.
(…)
İlber Ortaylı eynen şunları yazmış: “19’uncu yy’ın Bakû’su ustalıkla restore edilmiş ve ortaya zengin bir Avrupa başkenti çıkmış(...) Lakin birçok tarihî olayı ve anıyı barındıran, bir-iki katlı avlulu binalardan oluşan eski Bakû’nun konut mahalleleri gökdelen tehdidi altında.”


*/*/*/*/*/*/*/**/*/*/*/*/*/*/*


Celal Şengör (Cumhuriyet Bilim Teknik):

Bilimi her türlü insan faaliyetinden daha kıymetli yapan bizim tersimize, gerçeği en çıplak haliyle görmek istemesi ve göstermeye çalışmasıdır. Gerçeğe ulaşmamızın mümkün olmadığı durumlarda ise, gerçeği yakalayabilmek, en azından ona bir veya birkaç adım daha yaklaşabilmek için varsayımlar ortaya atar, onların ışığında gözlemlerimizi belirli alanlara teksif ederiz.
O varsayımlar da o kadar şeffaf olmalıdır ki, en küçük bir yanlışımız bile sırıtsın ve onu meslektaşlarımız görerek bizi ikaz etsinler, «yanlış yoldasın» desinler. Bilimci, kendisine yanlışını gösteren meslektaşına veya herhangi bir kimseye şükran duyar.