26 Kasım 2010 Cuma

ESKİ KÖYE YENİ ADET KAÇINILMAZ


YAYIN DÜNYASININ  MP3’Ü: E-KİTAP

Hemen hemen kitap boyutundaki cihazı çantanıza koyup istediğiniz yerde, istediğiniz anda kitabınızı okuyorsunuz. Altını çizmek istediğiniz satırları belirliyor, sayfaların yanına notlar alıyor, kaldığınız yeri işaretleyip daha sonra devam etmek üzere tekrar çantanıza koyuyorsunuz. Bunları yaparken aynı cihazdan bir yandan müzik dinleyebiliyor, internete bağlanıp yeni bir kitabı birkaç saniye içinde cihazınıza yükleyip okumaya başlıyorsunuz. Eski köye yeni adet geliyor. Artık e-kitap dönemi Türkiye’de de başlıyor.


H erkes adım adım kendini bu yeni duruma alıştırmaya, uymaya hazırlıyor. Direnenler, yadırgayanlar, kaygılananlar... Mürekkep kokulu kitaplara veda mı ediyoruz kaygısı taşıyanlar.. Doğan Hızlan, “...birçoğu da dokunmanın zevkinden yoksun kalmaya, kitabın kokusunu duymamaya tahammül edemezler. İçerik kadar kitabın biçimi, kâğıdın cinsi de beni etkiler doğrusu. Bakmayın bunları yazdığıma, kısa süre sonra ben de bu aletten alacağım ve bazı kitapları da buradan okumaya başlayacağım. Ama baştan belirtmeliyim ki, teknolojiye olan merakımdan bunu yapacağım, yoksa basılı kitaba ihanetten değil” diyor.

E-kitap’a giren yayınevlerinin sayısı şimdilik 30, kısa sürede beklenen sayı ise 50... E-kitapların yaygınlaşmaya başlamasıyla e-kitap okuyucular da mağazalarda boy göstermeye başladı. Reeder şirketinin Türkiye dağıtımcısı Uygar Saral’la, Türkiye’yi de etkisi altına alan e-kitap dalgasını konuştuk.

Nedir bu e-kitap?

Uygar Saral - E- kitap kitabın elektronik hali... Aslında e kitap sürecini Google başlattı. Google bütün bilgiyi araştırılabilir ve bulunabilir hale getirme güdüsüyle araştırma motoru geliştirdi. Başlangıçta bu çok da eleştiri aldı. Kitaptan bilgi almanın çok değerli olduğunu düşünen insanlar Google aranarak elde edilen bilginin çok yüzeysel olduğunu, insanları çok daha basit yöntemle bir şeyleri çözümlemeye yönelttiğini düşündü.

Google da “O zaman ben kitapları sanal ortama taşıyıp araştırılabilir hale getireyim anlayışıyla yola çıktı. Hatta Fransa’daki arşivleri sanal ortama taşımak istediğinde Sarkozy, “Ben arşivlerimi öyle herkese açmam” tartışmasını da yarattı. Bana göre her şey bilgi... Televizyonda seyrettiğiniz reklam bile... Ama o bilgiyi bir kitabın içinden almak çok daha değerli. Bilgi insanların kullanıma yüzde yüz açık, tamamen şeffaf olmalı. İnsan ilişkiyi kitapla değil, bilgiyle kurmalı... Kitaptan çıkardığı sonuçtur önemli olan.

E-kitap bilgisayardan okunabiliyor. Ama e-okuyucular yani bu iş için tasarlanmış özel elektronik aygıtlarda yaygınlaşıyor. Şu e-okuyucu cihazı anlatır mısınız?

Uygar Saral – E-kitabı bilgisayardan okuyabilirsiniz. Tablet PC’ler, I-Pad’ler çok sayıda bu amaca uygun cihaz var. Bir de e-kitap okuyucu var. E-kitap okuyucu ile diğerleri arasında şöyle bir fark var. Bilgisayar plastik klavyesi ve ekranı olan, tablet klavyesi ekranın üzerinde dokunmatik olan cihaz. E-kitap okuyucu ise yine bir bilgisayar ama farkı ekranı e-ink yani e-mürekkep... Bir bilgisayardan bir tabletten bir kitabı okumak zor.

E-mürekkepli cihazlarla manyetik bir filmin içerisinde çok küçük toplar, mikrokapsüller var. Bu mikro kapsülün içerisinde beyaz ve siyah mürekkepler var. Manyetik alan geçirilerek siyah mikrokapsüller yukarı beyaz mikrokapsüller aşağı düştüğünde ekrandaki görüntü oluşuyor. O görüntü oluştuktan sonra, sabit olarak o görüntü ekranda kalıyor ve burada hiçbir şekilde ekran bir ışık üretmiyor. Sadece ortamın ışığını alıyor. Dolayısıyla açık havaya çıktığınızda daha ışıklı bir ortamda görmüş oluyorsunuz. Bu da kağıt etkisi yaratıyor. Gözü yormuyor. Fontunu büyütebiliyorsunuz. İnternete girip, kitap okurken fonda müzik de dinleyebiliyorsunuz.

Kitap okumanın bir ritüeli var. Notlar alınır, ayraçlar konur, satır altları çizilir. E-kitap bu ritüeli bozacak mı? Okur ile kitap arasına bir soğukluk mu girecek bu anlamda?

Uygar Saral – Hayır. Bu ritüel bozulmuyor. Yine notlar alınıyor, yine ayraçlar konuluyor, yine satır altları çiziliyor. Ayrıca bilgisayar kullanmanın getirdiği kolaylık da cabası... Sizin kitap bazında, sayfa bazında aldığınız notlar düzenlenebiliyor, dışa aktarılabiliyor. Teknolojinin şu anda getirdikleriyle belki de biraz daha becerikli bir kullanıcı olmanız gerek. Ama çok yakın zamanda gerçekten doğru bilgiye hem hızla ulaşıp hem de ondan hızlı alabileceğinizi almak şansını verecek.

E-kitap gecikti mi?

Uygar Saral – Kesinlikle gecikti. Bence insanlığın gelişiminde olması gereken adımlardan biri... Hatta şunu bile düşünmek gerek. Neden hayatımıza önce mp3 girdi de, e-kitap girmedi? Şu anda belki 20 yıl daha ileride olurduk. Mp3 oluşturabilen sistem e-kitabı da çok rahat oluşturmalıydı. Bunun nedeni ekranların okumaya elverişli olmaması olabilir, ama e-ink yani elektronik mürekkep teknolojisinin yeni çıkmış olması olabilir. Elektronik mürekkep teknolojisi 1997 yılında çıktı. E kitap okuyucular 1997 yılında yaygınlaşabilirdi. O zaman mp3 anlatıldı. CD’leri attık, mp3’e geçtik.

Bugün kimilerince e-kitaba ve elektronik kitap okuyucularına karşı kimilerince tutucu bir yaklaşım gösteriliyor. Bu bir zamanlar mp3 için de geçerliydi. Şimdi benzer bir süreç mi yaşanıyor?

Uygar Saral – Evet... O zamana mp3’e karşı da bir bağnazlık vardı. Şimdi bu e-kitap için de olacak. Sonuçta insanların ulaşabileceği, seçenekleri çoğaltıp zenginleştirebilecek ve o ulaşımı kolaylaştırabilecek bir süreç... Bir yazarın elinden kitabın çıkıp, onun basılması, basarken yaşanan süreçleri, matbaada beklemesi, sonra onun stoklara girmesi, mağazalara dağılması, mağazanın alıp satmayı kabul etmesi vesaire.. Bütün bu adımları ortadan kaldırıyor e-kitap. Yazar kitabını bitirdiğinde, kitap birkaç dakika içinde okuyucuya ulaşabilir.

Teknolojinin hayatı kolaylaştırdığı bir gerçek. Bu anlamda e-kitap da kitap okumayı kolaylaştıracak, yaygınlaştıracak bir şey mi?

Uygar Saral – Kesinlikle... Evden çıkarken yanımıza kaç tane kitap alabiliriz ki!.. İki ya da üç... Bir tanesi zaten okuduğumuz kitaptır. O bittiğinde ikinciye geçeriz, ama o kitabı o an okumak istemiyoruzdur. Üçüncü dördüncü olsun isteriz. Bu da olanaklı olmayabilir. Ayırca hareket halindeyken kitabı taşımanın da zorluğu var. Ama e-okuyucuyla isteğimiz sayıda kitabımız her an yanımızdadır. Çevreye de bir etkisi var. Sonuçta uçağa binerken yanında 10 kilo ağırlık taşımakla bir kilo ağırlık taşımak arasında yarattığı karbon emisyonu farkı da var.

Peki nereye gidecek bu iş?

Uygar Saral –Bence insan beyninin çok az bir kısmı kullanılıyor. O yüzden bence e-kitaplar insanlığın beyninin o çok az kullanılan kısımını büyütecek. Yazarların, entelektüellerin taşıdığı o bilgi cevherini daha fazla açacak bir şey. İnsanlar okudukları kitapları tartışabilecekleri ortama sahip olmalı. Bu ortamlar oluşunca kafalar açılacak. En son hayal edebileceğim nokta kitapların, bilginin insanların ulaşabileceği yerde ve tartışabileceği platformlarda var olması...

Şu anda Türkiye e-kitap konusunda nerede?

Uygar Saral – Şu anda Türkiye’de kitapları yaymak üzere belirli kuruluşların ciddi çalışmaları var. Yayınevleri e-kitap yapmıyor ama e-kitaba destek veriyor. Bu işin arkasında duran kuruluşlar var. Örneğin İdefix, Teknosa’daki çalışmasıyla Sabancı Holding, Doğan Holding... Özellikle belirli yazarlar arkasında duruyor. E-kitap dünyada da şu anda çok gelişmiş değil. ABD’de 13 yıldır her kitap önce e-kitap olarak çıkıyor. Milyonlarca e-kitap yayınlanıyor. Buna karşın Amerika’da bile üniversite öğrencilerini bir kısmı e-kitap konusunda bilgisiz. Bence Türkiye bu işe bir hayli hızlı girdi. Türkiye Avrupa’nın bile ilerisindedir e-kitap konusunda. Çünkü çok ciddi ürünler de satılıyor Türkiye’de. Bu ortam hazırlandı. İnsanlarımız yeniliği, teknolojiyi seviyor.

Okur e-kitabı daha ucuza mı alacak?

Uygar Saral – Okur e-kitabı daha ucuza alabilmeli. Şimdiki durumda e-kitap Türkiye’de daha ucuza satılıyor. Bence daha da ucuza satılmamalı... Çünkü kitap dediğiniz şey cam bardak değil Burada maliyet hesabı yapamazsınız. Sonuçta kitap yaratıcı bir zekanın ürünü. Bir takım maliyet kalemleri ortadan kalkıyor olmasına karşın. E-kitap ucuz olmalı diye bir beklenti olduğu doğru. Ama neden ucuz olsun ki? Ortadan kalkan maliyet kalemlerinden kalan gelir, yazara gitmeli.


Metin HAKYERİ
Cumhuriyet Bilim Teknik

NAZIM’IN ÜLKESİNİN DİLİ


NAZIM VE SANIK SANDALYESİNDEKİLER


1997 yılı “gezelim, inceleyelim, yazalım” programımda, Balkanlar vardı. O güzelim gezinin Selanik bölümünde kenti enine boyuna dolaşmadan önce bir kitapçıya uğradım. Gözüm, adını Büyük
İskender’in kız kardeşinden alan Selanik’le ilgili kitaplara kaydı. Pek çoğunun kapağında Mimar Sinan’ın inşa ettiği, kentin sembolü haline gelen Beyaz Kale var.

Tanıtım kitaplarından birinde “Selanik’te doğan, dünya çapındaki ünlüler” bölümü dikkatimi çekti.
20 kadar isim... İşte ikisi:

Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet...

Dünyanın neresine gitsem, mutlaka karşıma çıkan iki büyük isim...

Sözüm sıradan bir aktarma değil. Bu konuda bir çırpıda 30’a yakın köşe yazısı kaleme alabilirim...

10 Kasım Atatürk’ü kaybedişimizin yıldönümü. Doğum tarihi bilinmiyor. Kimileri 19 Mayıs’ı sembolik olarak benimsiyor. Atatürk 1915’teki Çanakkale Savaşları’nı anlatırken 25 Nisan günü yaşananlar için, “Kazandığımız an, o andır” diyor. Sanki 25 Nisan “doğum” için daha sembolik.

Nâzım Hikmet’in doğum günü için Asım Bezirci 15 Ocak diyor. Nâzım’ın bütün şiirlerini 2081 sayfada toplayıp güzel bir basım yapan Yapı Kredi Yayınları’nda ise 20 Kasım. Nâzım Hikmet Vakfı da 15 Ocak 1902 olarak kayda geçmiş.

Ölümsüz insanların doğumu da istenildiği kadar geriye götürülebilir. İşte örnek, Nasrettin Hoca.

***
Atatürk’ü andığımız 10 Kasım’ın ardından hemşerisi Nâzım Hikmet’le ilgili güzel bir anımı paylaşmak içindi bu peşrev.

Latin Amerika gezimin Şili’nin başkenti Santiago durağında, bu ülkenin Nobel ödüllü şairi Pablo Neruda’nın müze-evini görmemek olmazdı.

Bir müze nasıl gezilir? Gidersin kapısına, ödersin bedelini, kuyruk varsa girersin, sıran gelince gezersin.

Neruda’nın evi öyle değil. Telefonla randevu alıyorsun, grup oluşturuluyor, bir rehber eşliğinde öğrenerek dolaşıyorsun.

En erken üç gün sonraya randevu verebileceklerini söyleyince “Eyvah” dedim. Büyükelçiliğimizin yardımıyla bir gruba dahil oldum. Fransız ve Amerikalı 5 kişi. Rehber beni onlara “Türk misafir” olarak tanıttı...

Evin üst katında Neruda’nın kütüphanesi ve arşivi bölümüne geldiğimizde rehber, sesini yükselterek adeta çağırır gibi bağırdı:

“Nazim Hikmeeeet...”

Heyecanlandım. Yüzümde bir gülümseme donuklaştı. Artık rehberin dilinde Nâzım Hikmet vardı. Öteki konuklara ayrıntılı bilgi veriyordu:

“Pablo Neruda, Nâzım Hikmet’e hayrandır. Neruda sürgündeyken Moskova’da Nâzım Hikmet’le karşılaşmış. Neruda ondan ‘efsaneleşmiş edebiyatçı’ diye söz eder. Çok iyi dost olmuşlar.”

Rehber, Nâzım’la Neruda’nın onlarca fotoğrafını çıkarıp gösterdi. Ben artık grubun en önemli konuğuydum.

Kitap raflarının arasında bir Nâzım Hikmet nidası daha... Burası, Neruda’nın başka dillere çevrilmiş kitaplarıyla dolu. Rehber, bir kitap çıkarıp elime tutuşturdu. Ahmet Arpad’ın Türkçeye çevirdiği, Neruda’nın anılarını topladığı “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”.

Rehber, kitabı verdikten sonra şunu söyledi:

“Nâzım Hikmet’in dili nasıldır, okur musunuz?”

Rehber için Türkçenin adı buydu; Nâzım Hikmet’in dili. Bir paragraf okudum, “güzel dil, şiir gibi” dedi.

Rehberin belleğinde Türkiye’nin adı da Nâzım Hikmet’in dilinin konuşulduğu ülkeydi.

***
Neruda, ülkesinin topraklarında yatıyor. Nâzım ile Moskova’da pek çok ünlünün mezarının bulunduğu Novodeviçye Manastırı’nda.

Mezara, Nâzım’a yakışır şekilde Rusya’ya işçi olarak gelmiş Fahrettin’le gittim. Koyu renk kayaya işlenmiş siluetinin dibinde taze çiçekler vardı. Hep olurmuş. Diplerinde de şiir kâğıtları.

Türkiye’den ziyarete gidenler bir kâğıda Nâzım’ın ya da sevdikleri bir şairin şiirlerini yazıp bırakırlarmış. Tüm mezarların bakımına özen gösterildiği için de belli aralıklarla temizleniyormuş. O gün “temizliği” ben yapmış, anı olarak şiirleri de saklamıştım.

Nâzım’ı “ihtilal kışkırtıcılığı”ndan 28 yıl hapse mahkûm edenler, “Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz” demişlerdi.

Bugün tarih mahkemesinde sanık sandalyesindeki kim?

Nâzım Hikmet mi, onu yargılayanlar mı?


Musatafa BALBAY
Cumhuriyet

25 Kasım 2010 Perşembe

İLERİ DEMOKRASİ İLERİ HUKUK

İKİ DAVA VE HUKUK

Ergenekon davaları hukuk sistemimize kötü bir örneğin yerleşmesine neden oluyor. Diyarbakır’da ekim ayında başlayan KCK davası da gösteriyor ki, artık içinden çıkılmaz iddianameler hazırlamak, lehte-aleyhte olanları belirsiz binlerce sayfalık dokümanı iddianame ekine yığmak, davanın ve soruşturmanın ucunu açık bırakmak yeni bir “hukuksal” ve “siyasal” anlayış!

Üç Ergenekon davasının iddianamesi 9 bin sayfa, KCK iddianamesi de 7 bin sayfanın üzerinde. Dünya görüşleri bir yana iki davanın sanıklarının hukuksal kaderi aynı...

Ancak davalar karşılaştırıldığında ilginç ayrıntılar dikkati çekiyor.

İddianamelere göre Ergenekon tarifsiz, ötekilerden farklı, benzersiz bir “terör örgütü”. Bir kusuru var; varlığı henüz saptanamadı.

KCK ise yargılanan kişilerce de varlığı inkâr edilmeyen bir yapı...

***
Medyada yer alan haberlerden edindiğimiz bilgiler ışığında bir karşılaştırma yapalım.

Ergenekon’un ne zaman kurulduğu belli değil. Yukarıda aktardığımız gibi henüz varlığı dahi saptanamadı.

KCK, Koma Civaken Kürdistan yani Kürdistan Topluluklar Birliği adı altında 2007’de kuruldu.
KCK üyeleri, terör örgütü olmadıklarını, siyasal ve toplumsal bir organizasyon olduklarını iddia ediyorlar. Ancak örgütün varlığını yadsımıyorlar.

Ergenekon davalarında bugüne kadar bir tek sanık bile çıkıp, “Evet ben böyle bir örgütün üyesiyim” demedi. Çok farklı kesimlerden insanlar bir araya getirilip bir çuvala kondu.

KCK davasında tüm sanıklar örgütün varlığını ve üyesi olduklarını kabul ediyor. Hatta kimi sanıklar “İşiniz ne” sorusuna, “KCK üyeliği” karşılığını verdiler.

Ergenekon’da savcıların varlığını iddia ettikleri örgütün yapısına, hiyerarşisine ilişkin somut bir bilgi-belge yok. Nerede, ne bulunduysa “örgüt yapısı böyle bir şey olabilir” denip iddianameye eklenmiş. 
Bu nedenle birbirine benzemeyen 3 ayrı örgüt yapısı iddianameye konmuş.

KCK’nin bütün organları belli. 30 kişilik bir yürütme konseyi ve konsey başkanı var. Bunun altında 11 komite bulunuyor.

Ergenekon’un amacı, savcılara göre, bir yandan mafyayı yönlendirmek bir yandan darbe planlamak. 


Bir yandan silahlar gizlemek bir yandan TSK’yi ele geçirmek. Bir yandan suikast planı yapmak bir yandan medyayı ele geçirmek... Hangi sanık için ne tutturulabilirse, ona göre suç var.

KCK ise amacını ilanen söylüyor: “Oligarşik bir yapıya dönüşen devleti demokratik cumhuriyet haline getirmek.”

***
Bu karşılaştırmayı şu nedenle yaptık:

Kamuoyunun “örgüt davası nedir” tam olarak bilmesi için!

Ergenekon davasında 4-5 sanığın bir araya gelip aynı yönde aktif bir harekette bulunduğu neredeyse hiç olmamıştır. KCK davasında ise bir kişi “mahkemede anadilinden başka dil konuşmayacağım” diyor; herkes ona uyuyor.

Ergenekon davası sanıkları öyle bir çaresizlik içinde ki, olmayan örgüte üye olmadıklarını, yapılmamış, sadece planlarının bulunduğu iddia edilen bir suikast ya da eyleme karışmadıklarını, hiç tanımadıkları kişileri tanımadıklarını ispat etmek zorundalar.

Mahkeme heyeti, “tutukluluğun devamına” ilişkin karar verirken, gerekçe açıklamıyor. Standart bir metin var, her seferinde o okunuyor. Onun özü de şu:

Kuvvetli şüphe, delil durumu, üzerlerine atılı suçun vasfı.

Kuvvetli şüphe ne? Belli değil.

Delil durumu? Belli değil.

Sadece suçlamanın ağırlığı var.

Bütün bunların yanında Ergenekon soruşturmasının bir özelliği daha var:

İleride meydana gelecek olaylardan da sorumlu.

Yeni gizli tanıklar bulup şu yönde ifade verdirirlerse şaşmamak gerekir.

“Bunlar gelecekte suç işlemişlerdi!”


Musatafa BALBAY
Cumhuriyet

22 Kasım 2010 Pazartesi

BAŞGÜDÜCÜ KAFAYA TAKTIYSA DÜMDÜZ EDER, NEREDE GÖRÜLMÜŞ DURDUĞU

3. KÖPRÜ KİMLERE YARAYACAK…


Bir süredir, İstanbul’a yapılacağı iddialı demeçlerle açıklanan üçüncü köprüden neredeyse söz edilmez oldu.

Acaba, vereceği zarar yanında faydasının solda sıfır kalacağı yolundaki eleştiriler nedeniyle proje beklemeye mi alındı diye düşünenler olabilir.

Geçmişe bakarsanız böyle bir düşüncenin geçerli olacağını sanmak pek akla uygun düşmüyor.

Bilimin ve hayatın gerçeklerinin uygun görmediği öyle başarılara (!) imza atıldı ki, bu projeden vazgeçildiğini sanmak hayal görmekle eşdeğer gibi kalır.

Nedeni de ortada.

Çünkü köprünün inşaatına başlanmasıyla 35 milyar dolarlık bir arazi rantı işini bilenlere göz kırpmaya başlayacak.

***
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, hazırladığı “3. Köprü Projesi Değerlendirme Raporu”nu kamuoyunun bilgisine sundu.

Rapor, konuyu irdelenmesi gereken bütün boyutları ile ele almış.

Rapordaki verilerden yararlanarak İstanbul’un, İstanbulluların doğal olarak da dünya coğrafyasının başına gelecekleri anımsatmakta yarar var.

Köprü ve çevre yolları ile bağlantı yollarının 150 metre genişliğindeki kamulaştırma alanı nedeniyle 680 hektar (1 ha: 10.000 metrekare) doğal sit alanı, 931 hektar tarım alanı, 2.5 milyondan fazla ağaç barındıran 1453 hektar orman alanı doğrudan yok olacak.

Yol boyundaki sağlı sollu 5 kilometrelik etki kuşağında kalacağı için etkilenmesi kaçınılmaz görünen alanlar da şöyle hesaplanmış.

• 2B alanları: 7 bin 298 hektar (Toplamın yüzde 38’i)

• Özel orman alanları: 1946 hektar (Toplamın yüzde 34’ü)

• Su havzaları mutlak koruma sınırı: 4 bin 521 hektar (Toplamın yüzde 24’ü)

• Tarım alanları: 48 bin 398 hektar (Toplamın yüzde 43’ü)

• Orman alanları: 75 bin 465 hektar (Toplamın yüzde 45’i).

***
Yapımın sonuçları bu kadarla da kalmıyor.

1979’da Bern’de Türkiye’nin de imzaladığı “Avrupa Yaşama Ortamlarının Korunması Sözleşmesi” ile korunacağı sözü verilmiş olan 50 kuş türüyle Avrupa Birliği Kuş Direktifi’nde yer alan 23 kuş türünün yaşama alanlarına da göz dikilmiş oluyor.

***

İkinci köprü ile çevre yollarının yapımının ardından, Büyükçekmece (yüzde 79), Sultanbeyli (yüzde 55), Ümraniye (yüzde 48) başta olmak üzere yaşanan nüfus patlamasının üçüncü köprü ile hem var olanların hem de yeniden oluşacak yerleşim yerlerinin yaratacağı yoğunluğun gereksineceği trafik düzeni, köprünün İstanbul’un transit geçişini kolaylaştıracağı iddialarını da geçersiz kılıyor.

Özellikle ikinci köprü sonrasında 462’si Anadolu, 455’i de Avrupa yakasında oluşan 917 çevreye kapalı ve korunaklı site alanının oluşması ve buralarla şehre ulaşımın otomobillerle sağlanmasının yarattığı trafik yükü dikkate alınınca, benzer bir sonuç da kaçınılmaz görünüyor.

***

Raporda, projenin ulusal ve uluslararası hukuka aykırılıkları, geçiş yollarının yer alacağı bölümlerle ilgili sit kararları da anımsatılıyor.

O bölümden bilgi aktarmayı bir yana bıraktım.

Zira, anayasada yapılan hukuk reformlarıyla (!) Danıştay’ın da önünün kesildiğini anımsadım.


Orhan ERİNÇ

Cumhuriyet

21 Kasım 2010 Pazar

ÇİN BİR ŞEYLERİ HAM MI ETTİ?

SİBER SAVAŞ ÇOKTAN BAŞLADI


ABD Kongresi'nin Çin'in interneti 18 dakikalığına ele geçirdiğini açıklayan raporu gündeme bomba gibi düştü.

Rapora göre 8 nisan günü İngiltere, ABD, Avustralya, Kanada, Güney Kore, Hindistan ve Rusya'dan resmi, askeri ve özel kurumların internet siteleri China Telecom Corp'un sunucularına yönlendirildi.

ÇİN KASIT OLDUĞUNU REDDETTİ
Bu olay nedeniyle başta ABD tüm dünyada Çin’in hassas bilgiler elde etmiş olabileceği endişesi başladı. Çinli mühendislik yöneticileri ise yönlendirmenin yanlışlıkla yapıldığını iddia etti. Ancak internet güvenliği uzmanları yönlendirilen bilgilerin özellikle askeri, devlet kurumlarına ve büyük firmalara ait olmasının bu olayın bir raslantı olmadığını gösterdiğini söylüyor.

Bazı bankalar, Nasa, Savunma Bakanlığı, Senato ve diğer .gov ve .mil ile biten kurum siteleriyle Microsoft, Dell , Yahoo, IBM gibi büyük şirketlerin internet sitelerinin veri akışları Çin devletine bağlı telekomünikasyon şirketinin şebekesi üzerinden sağlandı. Dünyadaki tam 37.000 şebeke, taşıdıkları verileri 18 dakikalığına China Telecom'a yönlendirdi.


GERÇEKTE NE OLDU?
Durumu fazla teknik detaya girmeden olabildiğince basite indirgeyerek açıklamaya çalışacağım.
İnternet dolaşım protokolünün en çekirdeğinde Border Gateway Protocol (BGP) denilen sistem vardır. BGP en sade anlatımıyla ağlar, şebekeler ve otonom sistemler arasında veri akşına izin verir. Bir başka deyişle o anda internet trafiğinin durumuna göre sitenizin ağlar arasında paslanarak, bir nevi en uygun en hızlı şebekeye yönlendirerek internetteki veri akışını en iyi şekilde gerçekleşmesini sağlar.
BGP'de şebeke IP'leri listesi vardır ve sistem o an için en verimli akışı sağlayacak dolaşım yolunu çizer ve buna göre şebekelere yönlendirir. Telekom şirketleri ve servis sağlayıcılar kendi aralarında BGP dolaşım yollarını paylaşırlar.

8 Nisan günü global dolaşımın %15'inin Çin'e yönlenmesinin sebebi China Telecom Corp'un o anda en hızlı ve verimli dolaşımın kendilerinde olduğunu duyuran mesaj göndermesi. Sonuçta global dolaşım, telekom servis sağlayıcıları arasındaki güvene dayalı olduğu için de diğer ülkelerdeki servis sağlayıcılar akışlarını gelen mesaja göre China Telecom'a yönlendirmekte sakınca görmediler(!).

Normalde 18 dakika sürecek şekilde ayarlanmış olan yünlendirmenin daha uzun sürdüğünün ortaya çıkması endişeleri tetikledi. China Telecom 18 dakika sonunda yönlendirme kabulünü kaldırdığı halde olaydan 1 saat sonra bile hala bu güzergah üzerinden veri akışı yapan siteler bulunuyordu.

Çin kesilmeyen veya tekrarlanan yönlendirilmelerin bir hata sonucu gerçekleştiğini açıkladı ve kasıt olduğu iddialarını kesin bir dille reddetti.

ÖNCEDEN PLANLANMIŞ BİR OLAY MI?
McAfee'nin Yönetim Kurulu Başkanı Dmitri Alperovitch'e göre Çin'in bunu kasıtlı bir şekilde yapıp yapmadığını tespit etmek mümkün değil. Yine de durum şüpheli çünkü normalde bu tür dolaşım/veri yönlendirmelerinde bir süre tahdidi vardır ve sistemdeki aşırı yükleme de bir şekilde dikkat çeker. Yanlışlıkla devam eden ya da tekrar yönlendirme yapılan bir ağ üzerinde bu kadar büyük ve hacimli bir veri akışını o kadar uzun süre boyunca fark etmemek mümkün değil.

Alperovitch'in dikkat çektiği bir diğer ilginç nokta da şu: Kendi şebekelerine yönlendirme olduğunda China Telecom tüm verileri kendilerine çekmiş bir nevi emmiş ve neredeyse saniyesinde hiç bir gecikme olamadan tekrar gerektiği noktaya aktararak serbest bırakmıştı. Normal şartlarda bir ön hazırlık yapmadan, planlamadan bu kadar büyük miktarda veriyi hiç bir gecikme yaşamadan transfer etmek taşımak mümkün değil. Sıfır gecikmeli büyük miktardaki veri aktarımı uzmanlarda Çin'in bunu olabildiği kadar çok veriyi çalmak için önceden planladığı kuşkusunu arttırıyor.


KRİPTOGRAFİNİN BİR ETKİSİ YOK
Genel anlamda kriptografi uygulanan şifrelenen veri akşının bu tür bir olayda pek de güvenlik sağladığı söylenemez.

Belki askeri ve devlet kurumları özel hatta kendilerine özel bir şifreleme sistemi ile akışlarını gerçekleştiriyor olabilir ama internet bankacılığı ve özel firmaların sunucularına uzaktan ulaşılabilmesini sağlayan VPN sistemlerinde klasik şifreleme yöntemi re-routed/tekrar yönlendirilmiş internet dolaşımı söz konusu olduğunda o ağ üzerinden geçen veriler görünür hale gelmiş olabilir.

GELMİŞ GEÇMİŞ EN BÜYÜK KORSANLIK MI?
Çin'e giriş yaptığında 37 bin şebekeden gelen verilere ne oldu?
Hiç kimse bu sorunun cevabını bilmiyor. Ama herkes bu verilerin çok kıymetli olduğunun farkında. ABD hükümeti durumun rahatsız edici ve endişe verici olduğunu ama telaşa kapılıp alarma geçmeyi gerektirecek bir önemde olmadığını açıkladı. Bana göre Çin akış esnasında sadece internet bankacılığı verilerini almış olsa, istediği zaman bir felaket senaryosu yaratmaya yeter. Peki ya Microsoft, Yahoo gibi büyük firmalardan gelenler? İşin Çin tarafında ne olduğunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz.

Eğer şu an herkesi endişeye düşüren iddialar ve senaryolar doğru ise ki aksini ispatlayacak bir veri yok, tarihin en büyük korsanlığı ile karşı karşıyayız.
Hatta ben bir adım ileri gidip bunun "Siber Savaş"ın bir parçası olduğunu düşünüyorum. Şu an dünyanın en kıymetli şeyi veri/bilgi/data, ona sahip olan bir anlamda dünyaya da sahip olur, hem de kan dökmeden.
Bu nedenle de entellektülellerin, düşünürlerin, bilim adamlarının söylediği gibi artık gerçek mücadeleler, rekabetler hatta savaşlar siber alemde, internette yaşanıyor ve yaşanacak.

Çin bu olayda bu eylemi belli bir maksatla yapmadıysa bile bir gün yapacaktır çünkü bu şekilde kendi siber gücünü test etti ve onayladı. Benim düşünceme göre bu olay mutlaka tekerrür edecek, özellikle de Çin üzerinden dolaşım hala serbest olduğu sürece.

Sizi bilmem ama ben açıkçası Çin'in interneti istediği gibi hortumlayabilmesi fikrinden pek de hoşnut değilim. Bir an önce uluslararası platformda protokollerin güncellenmesi, bir uluslararası kanun yapılması gerektiği aşikar.

Not: Yabancı kelimelerle, terimlerle boğulmuş teknolojik konuları sadece Türkçe kullanarak anlatmaya çalışmak çok zor oluyor. Lütfen çok uzun cümleler kurduysam kusuruma bakmayın.


Selin KUNT

skunt@haberturk.com
www.haberturk.com

UZAKTAN BAKTIĞINDAKİLERİ GÖREMEMENİN ÖĞRETTİKLERİ


KÜRESEL MAHALLE BASKISI


Doğal sarışın, güzelce bir kadın. Kırk yaşlarında, mavi gözlerinde, insanlığa dair bir umut var. Adı, Simone Aaberg Kaern. Danimarkalı bir sanatçı. Aynı zamanda özel pilot.

2002 yılı Ocak ayında, Kopenhag’da gazete okurken Simone, gözüne -o günlerde- Taliban’dan “azade” Afganistan’da, genç bir kızla yapılan röportaj ilişir. Feryal adlı kız, geleceğe ilişkin hayallerini soran gazeteciye: “Pilot olmak istiyorum...” demektedir. 
Uçmak arısının çocukken soktuğu Simone, anında karar verir: Feryal’i uçurmak için Kâbil’e gidecektir.

Başlar bütçesinin el verdiği ölçüde bir uçak aramaya. Parası ancak 1961 yapımı Piper PA-22 Colt tipi, iki kişilik, minnacık bir pervaneliye yeter. Resmi adı OY-EAT olan uçağa derhal “Donald Duck” lakabı takılır. Üç saat uçabilecek yakıt depolanan bu uçakla böyle bir yolculuğa çıkmak epeyce risklidir. Ama Simone, hem kararlı, hem de organizedir: TV yapımcısı ve kameraman arkadaşı Magnus Bejmar Both’u, bu maceradan bir belgesel film yapmaya ikna eder, böylece finans sorununu da çözer.

***
İki kafadarın pervaneli ördeği, 2002 Eylülü’nde Kopenhag’dan havalanır. Önlerinde 50 saatte katedilecek 6 bin km’lik bir gökyüzü, Bosna, İran gibi soru işaretli 30 durak bulunmaktadır. Saray Bosna, iniş izni vermez. Afganistan gibi Müslüman bir ülke olmasına karşın Türkiye’de kadın pilotlara rastlayınca şaşırırlar! İran hava sahasını açar, Afganistan üzerinden uçmak için gerekli “Amerikan vizesi”ni Meşhed’de beklemelerine izin verir. İzin gelmez. İran da artık kalmalarını istemez. Simone ve Magnus, uçan ördekle Amerikan Awacs’larına yakalanmayı göze alarak Meşhed’den havalanırlar. 1000 fit’lik son bir boğazı aştıktan sonra -ki böyle bir uçak için mucize sayılır- Afgan hava sahasındadırlar. Awacs’lar elbette görür uçağı, ama indirmezler.

Simone, gözlerinde göklerin mavisi, Kâbil’e varır. Feryal’i bulur. Ailesiyle tanışır. Onlara Danimarka’nın haritadaki yerini gösterir. Genç kız, kendisini uçurmak için tanımadığı bir kadının bunca uzaklardan gelmesine inanamayacak kadar şaşkındır. 
Hayır, hiç uçağa binmemiştir. Evet, pilot olmak istemektedir, hem de nasıl... Annesi, babası ve kardeşleri de karşı değildirler.

***
Ve Feryal, özgürlük olduğuna inandığı gökyüzünde ilk kez uçar, sonra bir daha, bir daha uçar, Simone’un bazen kumandasını ona verdiği Donald Duck’la. Afganistan’da konuşlanan Türk havacılardan Gazi Öngül’ün* elinden “ilk uçuş” sertifikası bile alır. Çok sevmiştir uçmayı. Artık daha bir kararlıdır pilot olmaya.

Simone, elinden geleni yapmaya söz verir. Afganistan’ı “kurtarmaya”gelen müttefik güçlerin komutanlarıyla görüşür. Hatta Taliban’dan kurtarılan(!) ülkede, iki de Afgan kadın savaş pilotu olduğunu öğrenir. Onları bulur ve pilot olmak isteyen genç hemcinslerine yardımcı olmalarını ister. Amerikan hava üssü ve yeni yetişen Afgan havacılar, Feryal’e eğitim vermeyi kabul ederler. Genç kızın, hava üssünde ilk brifinge katılacağı ve kadın havacılarla deneme uçuşu yapacağı gün gelir, çatar. Eğitmenler, pilotlar, hepsi hazır, Feryal’i beklerler.

Feryal gelmez.

***
Simone, hayal kırıklığını dizginlemeye çalışarak genç kızın evine gider, kendisi için seferber olan insanları niçin boşuna beklettiğini, niçin haber bile vermeden caydığını sorar. Gerek Feryal, gerekse bütün aile nazik nazik gülümsemekte, şeker, şerbet, dürüm ikram etmektedirler, hiçbir şey olmamışçasına. Kültür farkı, Batılı Simone’un dosdoğru sorduğu soruya, Doğulunun gülümseyerek savuşturduğu yanıtlarda görülür. Sonunda gerçek ortaya çıkar: Feryal’in pilot olmaya kalkıştığını öğrenen amcalarından biri evi basmış, kızlara özgü ayıptan başlayıp günahkâr kadınlıktan çıkmış ve genç kıza uçmayı da, pilot olmayı da yasaklamıştır.

Batılı Simone, Doğulu “aile bağları”nın boğuculuğunu hem anlar, hem de Feryal’in niçin baş kaldırmadığını anlayamaz. Ama Afganistan’a vaat edilen özgürlüğün kolay gelmeyeceği bellidir... Feryal’le vedalaşır. Küçük uçağını Kopenhag’a taşıyacak bir Antonov’a yüklerken, duygularını “Bu karanlık toplumda aptalca özgürlük öykülerimle, kaosa bir pencere açmış gibi oldum” diye anlatır.

Mahalle baskısı mı dediniz? Ne mahallesi, ne baskısı?

Baskı küresel.



‘G’ NOKTASI

Simone Aaberg Kaern’in “Savaş Bölgesinde Bir Gülücük” adını taşıyan belgeselini, bence küresel medyanın en ilginç, en bilgilendirici yayınlarını yapan televizyon kanalı ARTE’de izledim.

Aynı anda Türk kanallarında birbirinden kötü Amerikan filmleri, ne gülmesi, ne de ağlaması bitmek bilen “aşk” dizileri ve göbek deliğini dünyanın merkezi sananların, burunlarından öteye geçmeyen vizyonlarıyla “demokrasi” kurtardıkları tartışma programları vardı. Karşıtlar bile birbirine benziyordu: Bu sığlık ve zekâsızlıkta, tartışmakta bile “özgür” değillerdi, çünkü.

*Belgeselde “Türk komutan Gazi Ongul” diye anılan havacı.


“Özgürlük, dünyayı dolaşıp geri dönmeyen bir sözdür.”

Henri JEANSON
(1900-1970)


Mine G. KIRIKKANAT


Cumhuriyet

YURDUM KOYUNLARINA HES’TİR

DÜNYAYI ÇALMAK…


Bu söze alındılar: “Su akar, Türk bakar...”

Bu yüzden ne kadar akan su varsa tarumar ediyorlar ki Türk bakmasın…

*
Dağlardan kıvrıla kıvrıla inen masmavi suyun kıyısında durup da mutlu, keyifli baktığınızda, bunun bir “kabahat” olduğunu nereden bileceksiniz...“Su akar, Türk bakar” suçlaması karşınıza çıkabilir ve size kızabilir:

“Neye bakıyorsun?..”

“Suya...”

“Hes’tir...”

*
“Hes’tir” yani (HES) hidroelektrik santralıdır...

1611 HES lisansı dağıttı iktidar. Çoğu Karadeniz ve Ege’de olmak üzere ne kadar akarsu varsa, özel sektör oralara santral yapmaya başladı. Şu ana kadar çoğunda hafriyat sürüyor, kimisinde su tutma aşamasına gelindi ve dereler kurudu.

Son yılların en büyük doğa katliamıdır bu.

Gözlerden uzaktır ama dere yataklarına kazılan dev çukurların, kesilen ormanın, kuruyan derelerin ve o derelerin çevresinde tükenen yaşamın... Bir anda suyu kesilince çakıl taşlarının üzerinde çırpınan nesli biten son balıkların… Kısacası emsali görülmemiş bir yok edişin sürmekte olduğunu bilin...

Devletin yıllardır “doğal sit alanı” belgesi verdiği cennet köşelere, aynı devletin şimdi HES ruhsatı vermesi dahi gafletin kanıtı değil midir?..

Ve oralarda birer avuç çevreci mücadele ediyor, seslerini duyan yok...

*
Böylece “Su akar, Türk bakar” sözü eskilerde kalıyor...

Neyine bakacaksınız?..

Yaşamın kaynağı bir akarsuya sahip olmak, korumak, oturup ona keyifle bakmak uygar insanların işidir… Oysa akan suya bakmanın “kabahat-ahmaklık” olduğunu söylediler size...

Böylece bir yağma, bir talandır bu...

Dünyamızı çalıyorlar...

Başınızı kaldırın, göreceksiniz...


           Bekir COŞKUN

Cumhuriyet

DERELERİN İNTİKAMI ACI OLUR DİYEN KİMDİ SAHİ


ENERJİ BAKANLIĞI YANDAŞ BAKANLIĞI OLDU


Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Cengiz Göltaş AKP hükümetinin enerji politikasını topa tuttu



Bakanlık tam bir özel şirket mantığıyla yönetiliyor. Çok parçalı bir yapı oluştu. Enerji üretiminde söz sahibi olması gereken DSİ, MTA, Elektrik Üretim AŞ, Türkiye Kömür İşletmeleri gibi kuruluşlar kendi kaderlerine terk edildi.
Planlama kavramının olmadığı yerde enerji yatırımlarının hangi ölçütlere göre belirlendiği çok sağlıklı değildir. Geçmişteki yanlış yatırımların faturasını biz hâlâ pahalı elektrik olarak ödüyoruz.

SÖYLEŞİ

LEYLA TAVŞANOĞLU

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Göltaş’la çok tartışılan mini ölçekli hidroelektrik santralları (HES) konuşuyoruz. EMO olarak Türkiye’nin ciddi enerji ihtiyaçları olduğunu bildiklerini söyleyen Göltaş, ancak bu mini HES’lerin yarardan çok zarar vereceklerine işaret ediyor. Türkiye’nin enerji politikalarının doğru uygulanması durumunda sorunların büyük ölçüde aşılabileceğini vurgulayan Göltaş, enerji sektörünün tamamıyla özel sektörün, bir anlamda piyasa koşullarının eline bırakılmamasının gereğinin de altını çiziyor.

- Türkiye’nin istikrarlı enerji politikaları var mı? Son zamanlarda üzerinde çok tartışılan HES’lere sizin bakışınız nedir?

C.G.- Şöyle anlatayım: Biz geçmişte Türkiye için doğalgazı çok tartıştık. Kurumsal yapının parçalandığı süreçlerde, özellikle 1985’ten sonra özelleştirme adı altında enerji politikalarını çok tartıştık. Daha sonra nükleer santral meseleleri gündeme geldi. Bugün ise yine özelleştirme kapsamında küçük ölçekli HES’lerle ilgili özellikle Karadeniz Bölgesi’nde birçok proje ortaya çıkmaya başladı. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK) lisanslarına göre ortada 1600’ün üzerinde proje var. Bunların hepsi de belli bir bölgede yoğunlaşıyor. Bu projeler üzerinde ciddi toplumsal tepkiler var.

- Bildiğim kadarıyla bu HES’ler doğal ve kültürel mirasın yok edilmesi pahasına yapılıyor. Siz bunu nasıl karşılıyorsunuz? Bu HES’ler için başka bölgeler seçilemez miydi?

C.G.- Oralarda dediğiniz gibi yüzyıllardır devam eden bir insan yaşamı var. Ama o bölgedeki mevcut kaynakları doğru kullanma olanakları var mı yok mu? Bunun araştırılması lazım. Biz şöyle bir öngörüyle yaklaşıyoruz: Evet, Türkiye’de enerjiye ihtiyaç var. Enerjiye ihtiyaç olduğu yerde suyla elektrik üretimi yani HES’ler bir seçenek. Aslında bizim EMO olarak bu HES’lere doğrudan bir karşı çıkışımız yok. Biz yerli, yenilenebilir enerji olduğu için ve çevreye en az zarar veren bir enerji üretim modeli olması nedeniyle bu ülkede HES’lerin bir seçenek olduğunu düşünüyoruz.

Ancak şimdi yapılan projelerle ilgili şöyle çelişkilerle karşı karşıyayız: Çevresel etki değerlendirme raporları bu projelerin ülkenin enerji ihtiyacına uygun olarak mı planlanmış, yerleri doğru mu seçilmiş, o yörenin jeolojik yapısı, tarımsal dokusunu doğru mu tanımış, yapılan yatırımın gerçekten kamu yararını mı hedeflediği sorularını aklımıza getiriyor. Evet, bu HES’ler yapılmalı ama doğru yere, doğru planlamayla yapılmalı.

HES’ler piyasa refleksine terk edildi

- Yani bu HES’lerin yapılmasındaki amaç kamu yararı değil mi?

G.C.- Ne yazık ki bizim HES’lerimiz piyasanın refleksine terk edilmiş durumda. Yani Türkiye’de birçok alanda yapılan özelleştirmenin bir benzeri suyun ticarileştirilmesi olarak gündeme geliyor. Buralardaki dereler, su potansiyeli, su kullanım hakları 49 yıllığına özel şirketlere devrediliyor. Meselenin bir boyutu suyun ticarileşmesi. Buradaki yatırımların birkaç tane farklı özelliği var. Birincisi, büyük ölçekli, megavatları yüksek geçmişte Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından gündeme getirilmiş projeler. Bunların birçoğu zaten çoktan üretime geçmiş durumdadır. Bir kısmı yine DSİ’nin projesi olup daha sonra özel şirkete geçmiş yarım kalan ve devam eden projeler. Bunların da geriye dönüşleri imkânsız hale gelmiş. Çok büyük yatırımlar yapılmış. Biz EMO olarak yaklaşık 60 kişilik bir heyet oluşturduk. Ekim ayının sonunda o bölgeyi bütünüyle gezdik.

- Nereleri dolaştığınızı söyler misiniz?

C.G.- Artvin, Rize, Trabzon, Senoz Vadisi, İkizdere... Gördüğümüz şu oldu: Bir kere büyük, işletmeye alınmış projeler, yarım kalmış ve bitmek üzere olanlar, bir de esas tartışma konusu olan çok küçük ölçekli, nehir tipi dediğimiz nehirler üzerine kurulan, borularla taşınan hidroelektrik santrallar var. Bu nehir tipi santrallar doğaya çok ciddi biçimde zarar veriyorlar. Bizzat şahit olduk. Bunlar o bölgedeki ağaçlara, bitkisel örtüye, tarımsal alanlara, yüzyıllardır suyla iç içe yaşamaya alışmış insanlara zarar veriyorlar. Bugün siz o insanların suyunu borulara alıyorsunuz. Bir mesafede düşü yaratıyorsunuz. Oradaki düşüden motorlarla enerji elde ediyorsunuz. Oradaki suyu tekrar bir boruya alıyorsunuz. Bazı yerlerde yedi-sekiz kilometrelik bir alanda suyu borularla insanların yaşamından uzaklaştırmış oluyorsunuz. Sorunun başka bir açısı da Doğu Karadeniz gibi doğa ve turizm harikası bir bölge bir inşaat şantiyesi haline getirilmiş. Düşünebiliyor musunuz? Bir derenin üzerinde beş-altı tane HES yapılıyor. Deniyor ki: Biz oraya can suyu bırakıyoruz. Bir kere bunun kriterlerinin neye göre belirlendiği belli değil. Bir kere o suyun yeniden o bölgedeki canlı dokuyla buluşup buluşmayacağı meçhul. Hem derelerdeki balık yatakları, doğa, ağaçlar, bitki örtüsü büyük zarar görüyor. Enerji nakil hatlarının geçirilebilmesi için ağaçlar kesiliyor.

- Tamam da, siz EMO olarak Türkiye’nin enerji ihtiyacının bu şekilde karşılanmasına karşı mı çıkıyorsunuz?

C.G.- Biz EMO olarak tabii ki Türkiye’nin enerji ihtiyacı gerçeğini görüyoruz. HES’ler de bu enerji ihtiyacının karşılanmasında kaynak çeşitliliği açısından bir seçenek. Ancak böylesine yağma biçimine dönüşmüş, şirketlerin suyu ticari meta haline getirmiş, yerlerinin doğru seçilip seçilmediği bile belli olmayan bu projelerin gündeme getirilmesini çok yanlış buluyoruz. Çünkü bu gibi enerji yatırımlarının geriye dönüşü zordur. Türkiye’nin geçen yıl 194 milyar kilovat saat toplam elektrik üretiminin yaklaşık 36 milyar kilovat saati HES’lerden karşılandı. DSİ’nin verilerine göre Türkiye’nin hidroelektrik potansiyeli 140 milyar kilovat saattir. Ama ortaya çıkan tablo bizim bu su kaynaklarımızın yaklaşık yüzde 30’unu enerjiye çevirebildiğimizi gösteriyor. Biz EMO olarak enerjinin kamu eliyle işletilmesinin gereğini ısrarla vurguladık.

Planlama kavramının olmadığı yerde enerji yatırımlarının hangi ölçütlere göre belirlendiği çok sağlıklı değildir. Geçmişteki yanlış yatırımların faturasını biz hâlâ pahalı elektrik olarak ödüyoruz. Bunda en önemli pay doğalgaza ait. Bugün yüzde 20’lere ulaşmış durumda.

- Peki, ya ithal kömürle çalışan termik santrallara ne diyeceksiniz?

C.G.- O da ayrı bir ağır fatura. Üstelik bu termik santrallar ciddi çevre sorunları da yaratıyor. Bunların yerine bizim yenilenebilir kaynaklar içinde halen kullanılması gereken rüzgâr, jeotermal, güneş enerjileri gündeme getirilmeli. Bakın, güneş enerjisi bizim için çok önemli. Bir Akdeniz ülkesi olarak büyük bir güneş enerjisi potansiyelimiz var.

İkizdere’nin SİT olması kararına engel

- Bir de son zamanlarda çok gündemde olan atık yağların dönüştürülmesi konusu var. Bu nasıl olacak? Şu anda bu atık yağları toplayabilecek bir merkez var mı?

C.G.- Böyle bir merkez yok. En önemlisi de Türkiye’nin yenilenebilir enerji yasasının bulunmaması. Bu teklif üç yıldır TBMM’de bekliyor. Trabzon’da Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun İkizdere Vadisi’ni SİT alanı olarak ilan eden kararının arkasından dolanmak için Çevre ve Orman Bakanlığı’na SİT alanlarını ilan etme yetkisi veren yasa jet hızıyla TBMM’den geçirilirken enerji yatırımlarına piyasanın önünü açmak için her formül bulunurken Türkiye’nin yıllardır yenilenebilir enerjiye yatırım konusunda sağlıklı hiçbir teşvik getirilmedi. Bunun yerine kolaycılığa kaçılmış. Doğalgaz anlaşmalarına yönelinmiş. Biz yıllardır doğalgaz anlaşmaları nedeniyle yurtdışına çok büyük paralar ödedik. 
Rusya’yla bir taraftan doğalgaz anlaşmaları sürerken şimdi de nükleer santral yapılması gündeme geldi. Enerjide yüzde 74’e varan dışa bağımlılığımız ülkemizin yerli kaynaklarının doğru biçimde planlanmamasından kaynaklanıyor.

Cumhuriyet

17 Kasım 2010 Çarşamba

ÇOK ÖZGÜRLEŞİNCE

‘ZULÜMHANEDE’ BAYRAM!


Günlerdir kurban kesiminde Müslümanlığın koşulları sıralanıyor.

Hayvana eziyet edilmeden kurban edilmesi İslamın başlıca koşullarından biri olarak yazılıyor. Din adamları TV’lerde konuşuyor.

Kurbanlık hasta ise bir boynuzu kırılmış bile olsa kesilmesini engelleyen duyarlı
açıklamalara; küçük ya da büyük baş hayvana kurban edilirken eziyet edilmemesini öneren açıklamalara katılmamak olanaksız.

Kurbanlıklara bu kadar insancıl davranan, bayram öncesi önerilerini, tavsiyelerini sürekli yineleyenler… bu içerikte bilgilere gazetelerde ekranlarda önemli ölçüde yer verenler… bizden birileri… her fırsatta mangalda kül bırakmayan hukukçular barolar... heyhat!

…Gözlerini, kalemlerini tek bir gün olsun Silivri’ye çevirmediler.

***
Kurban Bayramı’ndan dört gün önce cuma günü gecesi Silivri’de İkinci Ergenekon davasına bakan hâkimler heyeti aylardır, içeride yatan Mustafa Balbay’ın, Tuncay Özkan’ın tahliye talebini reddetti.

Duruşma iki ay sonraya ertelendi.

İki ay? Aylardır düşünmekten, okumaktan, kitap ve gazetesine on gün sonra yayımlanacak yazılar yazmaktan… hukuksal dayanaklardan artık yoksun olan davadaki tutarsızlıkları saptamaktan ve… belirli günler kısıtlı sürelerde kapı aralığında görüp kucakladığı kızı ile oğlunu, eşini özleyen özgürlüğe susamış olan bir yazara, gazeteciye, gazetecilere… iki ay daha: “Silivri Toplama Kampı - ZULÜMHANE.”

***
Kurban Bayramı Silivri zulümhanesi “sakinlerine” yasak!

Balbay’a, Tuncay’a, diğer gazetecilere, tutuklulara bayram “mahrem!”

İnfaz savcılığı kararı ile:

Kurban Bayramı’nda açık görüş yok! Tutuklu ailesiyle görüşemeyecek.

Kurban Bayramı’nda kantin kapalı! Tutuklu mapushane mutfağından çıkanla yetinecek!

Neden, neden, neden?

Silivri’deki görevlilerin pek çoğu bayramda izinli. Görevli sayısı az...

Tutukluya açık görüş, kantin yasak!

***
“Herkes dilediği gibi konuşmalı; yazmalı” diyen devleti temsilen Çankaya’da oturanın bayram söylemleri güldürüyor insanı...

Mustafa Balbay, düşüncelerini, duygularını, gerçekleri aklının öncülüğünde yazdı.

Suçu din üzerinden siyaset yapan AKP iktidarını eleştirmekti, iki yıla yakındır içeride!

Tuncay Özkan, aklının vicdanının sesini meydanlarda seslendirdi, halka konuştu.

Suçu din üzerinden siyaset yapan AKP iktidarını eleştirmekti. İki yılı aşkın süredir içeride!

***
Kurbanlık koyuna, büyük baş hayvana itina!

Silivri’de yatana zulüm!

Yaşadığımız memleket bizim ama ne memleket?

Özgürlüklerin özeti demokraside, insan haklarında, hukukun üstünlüğünde mesafeler kat ettiğini durmadan yineleyen, oysa başı geriye dönüklerin egemen olduğu memleket ama?


Cüneyt ARCAYÜREK
Cumhuriyet

7 Kasım 2010 Pazar

DÜŞÜNCEDEN DÜŞMEK


EDEP TAMAM DA İNSAF NE ZAMAN?


Luc Ferry, “aristokrat işçi” diye anılan dâhi bir araba tamircisinin, elleriyle yaptığı “tek örnek” birkaç yarış arabasına adını vermekle kalmayıp, kendisi de yarış pilotu olan Pierre Ferry’nin dört oğlundan biriydi.

Paris’in kuzeyinde, tarlaların ortasında, üstünü ev olarak kullandıkları “aile garajı”nda yaşıyorlardı. Baba Ferry, geçirdiği ağır bir yarış kazasından sonra oğullarını çok sevdiği Bugatti 1500’üyle okula götüremedi. Luc ve kardeşleri mektuplaşma yöntemine dayanan “açık öğretim”le sürdürdüler eğitimlerini.

Aile garajında V6 motorlarını söküp takmakta ustalaşan dört kardeş de “düşünür” ve Fransa’nın en saygın üniversitelerine felsefe profesörü oldular. Luc Ferry, bu tuhaf durumu; “Babamın mesleğinde felsefede olduğu gibi gerçeği aramak esastı. Bir motoru güçlendirmek, teknik bir sorunu çözmek, en verimli yöntemi bulmak, bir düşünce sistematiğidir: Daha zeki olmak için gelişmesi gerekir...” diye açıklar.

Otuzdan fazla kitabın yazarı Luc Ferry, Fransa’da “laik cumhuriyetçi” sağı temsil eden bir düşünür. Bu ülke sağcıları arasında Hüseyin Çelik, Nimet Çubukçu gibi imana dayalı eğitim cevherleri bulunamadığından mıdır nedir, halen iktidarda olan UMP hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. Bu bakanlık sırasında da “az teorisyen çok teknisyen” diye özetlenebilecek ara eğitim kurumları, “meslek liseleri”ne verdiği önem ve kazandırdığı artılarla tanındı. 2009 yılından beri ters düştüğü Cumhurbaşkanı Sarkozy tarafından hem danışman, hem “Etik Kurulu Başkanı” olarak atandı.

En yakın arkadaşı, rakip siyasal partinin ağır toplarından sosyalist Jean Luc Melanchon. İlk bakışta, “Luc” adı dışında hiçbir ortak yanları yok: Ferry yarış arabası tutkunu, Melanchon’un arabası bile yok, toplu taşıma araçlarını kullanıyor. Biri “Mayıs 68” düşmanı, öteki “68’li” olmakla övünüyor. Zaten biri sağcı, diğeri solcu, parlamentoda birbirlerinin gözünü oyuyorlar. Ama felsefe aşkını paylaşıyorlar bir, “meslek okulları” deyince akan sular duruyor, ikisi de eğitimde taş yontuculuğundan motor tamirciliğine, işini iyi bilen “ustalığa”, kalifiye elemana yatırımı savunuyorlar.

France 2 devlet televizyonu, geçenlerde iki milletvekilini bir tartışma programında ağırladı. Gerçi ağırlayan gazeteci Guillaume Durand başta basın epeyce hicvedildi, hatta hırpalandı program sırasında. Ama Fransızları ekrana yapıştırdı. Sağcılara “köylü” diye küçümsedikleri bir sosyalistin, solculara da “züppe” diye alay ettikleri bir liberalin ne kadar sıcak, zeki, donanımlı, eğlenceli ve zarif olduklarının dışında, siyasal rakipliğe rağmen aynı ilkelere gerçekten inandıklarını, dostluklarını kanıtladı.

Rastlantıya bakın ki, uyduların sınırları yok ettiği televizyon dünyasında, Fransa’da bu programın tekrarı yayımlanırken Türkiye ekranlarında da Başbakan Erdoğan boy gösteriyor ve “Bu gazetecilik zihniyetiyle mücadele etmem, savaşırım!” diye haykırıyordu. Ülkemiz basınında en güvenilir ve dürüst kalemlerden biri olan Oktay Ekşi, evet, gerçekten bir yanlış yapmış, kurmaması gereken bir tümce kurmuştu.

Savaş ilanını izleyen günlerde, tek yanlış tümceye ömrünü adadığı başyazarlığını feda ederek ödedi. Ama Başbakan’ın temelde haklı, binada ölçüsüz öfkesini dindirmeye, bir basın duayeni için en acı son olan bu ceza yetmedi. Basın Konseyi’nden de istifası istendi. Basın Konseyi direnip “uyarı”yla yetinince kendini imha ve ilga noktasına getirildi. Yine yetmedi. Başta Başbakan, pek çok bakanın açtığı her biri 100 binlik tazminat davalarıyla, Oktay Ekşi’nin basından ismi kadar, yeryüzünden cisminin de silinmek istendiği belli.

Bütün bunlar, 60 yıllık meslek yaşamında ölçüyü hemen hiç kaçırmamış bir yazara, uygunsuz “tek tümce” yüzünden reva görülüyor ve benim aklıma, daha radikal bir ceza getiriyor:

Oktay Ekşi, acaba kendini assa mı diner Başbakan’ın öfkesi, yoksa çekip beylik tabancasını kafasına sıksa mı? Uyku hapıyla falan yumuşak intihar, bu “savaşçı” ruhu, bu galeyanı kesmez gibi görünüyor, çünkü.

Oysa demokrasi, bir intikam rejimi değildir. Tam tersine, ezada hukuku, cezada ölçüyü gözetir. İntikam rejimi olmadığı için de ne yağlı ilmeğin, ne de namlunun ucunda gelebildi Türkiye’ye. Uyku hapıyla intiharların getireceğine de emin değilim.

Acaba “Edep yahu!” buyruğuyla kabaran intikam duyguları “İnsaf yahu!” diye dengelense, demokrasi bir yana, daha insanca olmaz mı?

‘G’ NOKTASI

Fransa Başbakanı François Fillon ile şimdiki Etik Kurulu Başkanı Luc Ferry’nin 1993 yılında henüz genç politikacılar olarak katıldıkları resmi bir yemekte, aralarına müthiş çekici, rüya gibi bir hatun oturur. Yemek sırasında, tanımadıkları güzeli etkilemek yarışına giren iki çapkın politikacı, başlarlar yarış arabaları, motorlar hakkındaki engin bilgileri ve katıldıkları yarışlarla övünmeye. Epeyce güzelliğinden, biraz da şaraptan başı dönen iki erkeğin desteksiz attığı havaları bir süre gülümseyerek dinleyen kadın, sonunda bir elini filozof Ferry’nin, bir elini ekonomist Fillon’un koluna koyar ve kendini tanıtır:

“Beyler, boşuna yorulmayın, ben Ayrton Senna’nın* eşiyim!”

*1994 yılında bir kazada ölen Brezilyalı efsane, dünya şampiyonu yarış pilotu.


“Gökyüzü cisimlerinin hareketlerini hesaplayabilirim, ama insanların çılgınlığını, bilemem.”
Sir İsaac NEWTON
(1642-1727)


Mine G. KIRIKKANAT
www.minekirikkanat.com


Cumhuriyet

HANİ İDAM CEZASI KALDIRILMIŞTI!

BİR CERRAHIN CERRAHİSİNİ ÖLDÜRMENİN BEDELİ…


Önce dünkü Cumhuriyet’te çıkan Alican Uludağ’ın haberinden olayı anımsayalım:

Ergenekon soruşturması kapsamında 17 Nisan 2009’da tutuklanan Mehmet Haberal, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi hâkimleri Rüstem Eryılmaz, Resul Çakır, Kemal Can, Yakup Hakan Günay, Mehmet Faik Saban; İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi hâkimleri Nurettin Ak, İdris Aslan ile İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi hâkimleri Vedat Yılmaz Abdurrahmanoğlu ve Ali Efendi Peksak hakkında Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nde tazminat davası açmıştı.

Haberal, 9 hâkimden “Rahatsızlığı nedeniyle ölüm riski taşıdığı, delilleri karartma ve kaçma şüphesi olmadığı halde” tahliye taleplerini reddettikleri gerekçesiyle, 20’şer bin TL tazminat talep etmişti.

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi de Haberal’ın “tutukluluk halinin devamına” ilişkin verilen kararların CMK’ye aykırı olduğunu kaydetmiş ve hâkimlerin her birinin Haberal’a 1500 TL manevi tazminat ödemesine karar vermişti.

Bunun üzerine hâkimler karara itiraz etmiş ve dosya Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelmişti.

Kurul, Prof. Haberal’ın açtığı tazminat davasında tahliye taleplerini reddeden 9 hâkimin tazminat ödemesine ilişkin kararı onadı ve böylece bir içtihat oluşturdu.

***
Hukukçular bu kararı nasıl yorumladı:

YARSAV Kurucu Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, kararın hukukun üstünlüğünün işler kılınması ve insan haklarının korunması yönünden çok önemli bir adım olduğunu kaydetti...

Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, CMK’ye göre tutuklamaların kuvvetli suç şüphesi, kaçma, delilleri yok etme ve değiştirilmesini önlemek için verilebileceğini vurgulayarak kararın Ergenekon sürecinde tutuklanan diğer üniversite rektörleri ve gazeteciler açısından da emsal niteliği taşıyacağını dile getirdi...

İstanbul Kültür Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Bahri Öztürk, “Tutuklamayla ilgili böyle bir karar verilmesi yargıçların tutuklama ve yakalama konusunda biraz daha dikkatli karar vermesi sonucunu ortaya çıkarıyor” görüşünü kaydetti.

***
Peki, dünyaca ünlü cerrah Münci Kalayoğlu, Mehmet Haberal için ne demişti (Cumhuriyet Gazetesi, Aydınlanma, 13 Haziran 2010):

“...Bir cerrah kolayca yetişmiyor…

Ve hele iyi cerrah çok çok zor.

Belki Muhammed Ali dünya şampiyonu olduktan on sene sonra tekrar boksa başlayabilir ve tekrar şampiyon olabilir. Micheal Jordan Chicago Bulls’un NBA şampiyonluğundan 5 sene sonra tekrar basketbola başlayabilir ve tekrar şampiyon olabilir...

Ama iyi bir cerrahı, hem de çok çok iyisini, bir sene bir odaya kapatırsanız, ameliyathaneden uzak bırakırsanız, ona ancak rüyalarında ameliyat yapabilme şansını bırakırsanız, o cerrah hiçbir zaman geri gelemez. Belki fizik olarak ölmez ama cerrahisi ölür.

Yazık olur...

Ben iyi cerrahı tanırım. Benim için onların ameliyatlarını seyretmek Beethoven’in 5’inci senfonisini dinlemek kadar veya Leonardo Da Vinci’nin ‘la Jaconde’unu seyrettiğim zaman aldığım zevk kadar bana zevk verir.

Ben Prof. Dr. Mehmet Haberal’ı 1967 yılından beri tanırım. Birlikte birçok ameliyata girdik.

Mehmet Haberal iyi hem de çok iyi cerrahtır.

Hacettepe’de ve Başkent Hastanesi’nde beraberce birçok hastanın hayatını kurtarmak için uğraş verdik. Asla şüphem yok, o çok iyi cerrah.

Anayasaya göre idam cezası, yani öldürmek yasak.

İyi bir cerrahın cerrahisini öldürürseniz geriye ne kalır ki?..”

***
Biliyoruz ki hiçbir parasal tazminat, dört duvar arasında geçirilen tutukluluk günlerinin bedeli olamaz...

Peki bir cerrahın cerrahisini öldürmenin bedeli nedir?

Onu biliyor muyuz?

Hayırlı pazarlar!


Emre KONGAR
www.kongar.org


Cumhuriyet