ENERJİ BAKANLIĞI YANDAŞ BAKANLIĞI OLDU
Elektrik Mühendisleri Odası Başkanı Cengiz Göltaş AKP hükümetinin enerji politikasını topa tuttu
Bakanlık tam bir özel şirket mantığıyla yönetiliyor. Çok parçalı bir yapı oluştu. Enerji üretiminde söz sahibi olması gereken DSİ, MTA, Elektrik Üretim AŞ, Türkiye Kömür İşletmeleri gibi kuruluşlar kendi kaderlerine terk edildi.
Planlama kavramının olmadığı yerde enerji yatırımlarının hangi ölçütlere göre belirlendiği çok sağlıklı değildir. Geçmişteki yanlış yatırımların faturasını biz hâlâ pahalı elektrik olarak ödüyoruz.
SÖYLEŞİ
LEYLA TAVŞANOĞLU
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Göltaş’la çok tartışılan mini ölçekli hidroelektrik santralları (HES) konuşuyoruz. EMO olarak Türkiye’nin ciddi enerji ihtiyaçları olduğunu bildiklerini söyleyen Göltaş, ancak bu mini HES’lerin yarardan çok zarar vereceklerine işaret ediyor. Türkiye’nin enerji politikalarının doğru uygulanması durumunda sorunların büyük ölçüde aşılabileceğini vurgulayan Göltaş, enerji sektörünün tamamıyla özel sektörün, bir anlamda piyasa koşullarının eline bırakılmamasının gereğinin de altını çiziyor.
- Türkiye’nin istikrarlı enerji politikaları var mı? Son zamanlarda üzerinde çok tartışılan HES’lere sizin bakışınız nedir?
C.G.- Şöyle anlatayım: Biz geçmişte Türkiye için doğalgazı çok tartıştık. Kurumsal yapının parçalandığı süreçlerde, özellikle 1985’ten sonra özelleştirme adı altında enerji politikalarını çok tartıştık. Daha sonra nükleer santral meseleleri gündeme geldi. Bugün ise yine özelleştirme kapsamında küçük ölçekli HES’lerle ilgili özellikle Karadeniz Bölgesi’nde birçok proje ortaya çıkmaya başladı. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK) lisanslarına göre ortada 1600’ün üzerinde proje var. Bunların hepsi de belli bir bölgede yoğunlaşıyor. Bu projeler üzerinde ciddi toplumsal tepkiler var.
- Bildiğim kadarıyla bu HES’ler doğal ve kültürel mirasın yok edilmesi pahasına yapılıyor. Siz bunu nasıl karşılıyorsunuz? Bu HES’ler için başka bölgeler seçilemez miydi?
C.G.- Oralarda dediğiniz gibi yüzyıllardır devam eden bir insan yaşamı var. Ama o bölgedeki mevcut kaynakları doğru kullanma olanakları var mı yok mu? Bunun araştırılması lazım. Biz şöyle bir öngörüyle yaklaşıyoruz: Evet, Türkiye’de enerjiye ihtiyaç var. Enerjiye ihtiyaç olduğu yerde suyla elektrik üretimi yani HES’ler bir seçenek. Aslında bizim EMO olarak bu HES’lere doğrudan bir karşı çıkışımız yok. Biz yerli, yenilenebilir enerji olduğu için ve çevreye en az zarar veren bir enerji üretim modeli olması nedeniyle bu ülkede HES’lerin bir seçenek olduğunu düşünüyoruz.
Ancak şimdi yapılan projelerle ilgili şöyle çelişkilerle karşı karşıyayız: Çevresel etki değerlendirme raporları bu projelerin ülkenin enerji ihtiyacına uygun olarak mı planlanmış, yerleri doğru mu seçilmiş, o yörenin jeolojik yapısı, tarımsal dokusunu doğru mu tanımış, yapılan yatırımın gerçekten kamu yararını mı hedeflediği sorularını aklımıza getiriyor. Evet, bu HES’ler yapılmalı ama doğru yere, doğru planlamayla yapılmalı.
HES’ler piyasa refleksine terk edildi
- Yani bu HES’lerin yapılmasındaki amaç kamu yararı değil mi?
G.C.- Ne yazık ki bizim HES’lerimiz piyasanın refleksine terk edilmiş durumda. Yani Türkiye’de birçok alanda yapılan özelleştirmenin bir benzeri suyun ticarileştirilmesi olarak gündeme geliyor. Buralardaki dereler, su potansiyeli, su kullanım hakları 49 yıllığına özel şirketlere devrediliyor. Meselenin bir boyutu suyun ticarileşmesi. Buradaki yatırımların birkaç tane farklı özelliği var. Birincisi, büyük ölçekli, megavatları yüksek geçmişte Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından gündeme getirilmiş projeler. Bunların birçoğu zaten çoktan üretime geçmiş durumdadır. Bir kısmı yine DSİ’nin projesi olup daha sonra özel şirkete geçmiş yarım kalan ve devam eden projeler. Bunların da geriye dönüşleri imkânsız hale gelmiş. Çok büyük yatırımlar yapılmış. Biz EMO olarak yaklaşık 60 kişilik bir heyet oluşturduk. Ekim ayının sonunda o bölgeyi bütünüyle gezdik.
- Nereleri dolaştığınızı söyler misiniz?
C.G.- Artvin, Rize, Trabzon, Senoz Vadisi, İkizdere... Gördüğümüz şu oldu: Bir kere büyük, işletmeye alınmış projeler, yarım kalmış ve bitmek üzere olanlar, bir de esas tartışma konusu olan çok küçük ölçekli, nehir tipi dediğimiz nehirler üzerine kurulan, borularla taşınan hidroelektrik santrallar var. Bu nehir tipi santrallar doğaya çok ciddi biçimde zarar veriyorlar. Bizzat şahit olduk. Bunlar o bölgedeki ağaçlara, bitkisel örtüye, tarımsal alanlara, yüzyıllardır suyla iç içe yaşamaya alışmış insanlara zarar veriyorlar. Bugün siz o insanların suyunu borulara alıyorsunuz. Bir mesafede düşü yaratıyorsunuz. Oradaki düşüden motorlarla enerji elde ediyorsunuz. Oradaki suyu tekrar bir boruya alıyorsunuz. Bazı yerlerde yedi-sekiz kilometrelik bir alanda suyu borularla insanların yaşamından uzaklaştırmış oluyorsunuz. Sorunun başka bir açısı da Doğu Karadeniz gibi doğa ve turizm harikası bir bölge bir inşaat şantiyesi haline getirilmiş. Düşünebiliyor musunuz? Bir derenin üzerinde beş-altı tane HES yapılıyor. Deniyor ki: Biz oraya can suyu bırakıyoruz. Bir kere bunun kriterlerinin neye göre belirlendiği belli değil. Bir kere o suyun yeniden o bölgedeki canlı dokuyla buluşup buluşmayacağı meçhul. Hem derelerdeki balık yatakları, doğa, ağaçlar, bitki örtüsü büyük zarar görüyor. Enerji nakil hatlarının geçirilebilmesi için ağaçlar kesiliyor.
- Tamam da, siz EMO olarak Türkiye’nin enerji ihtiyacının bu şekilde karşılanmasına karşı mı çıkıyorsunuz?
C.G.- Biz EMO olarak tabii ki Türkiye’nin enerji ihtiyacı gerçeğini görüyoruz. HES’ler de bu enerji ihtiyacının karşılanmasında kaynak çeşitliliği açısından bir seçenek. Ancak böylesine yağma biçimine dönüşmüş, şirketlerin suyu ticari meta haline getirmiş, yerlerinin doğru seçilip seçilmediği bile belli olmayan bu projelerin gündeme getirilmesini çok yanlış buluyoruz. Çünkü bu gibi enerji yatırımlarının geriye dönüşü zordur. Türkiye’nin geçen yıl 194 milyar kilovat saat toplam elektrik üretiminin yaklaşık 36 milyar kilovat saati HES’lerden karşılandı. DSİ’nin verilerine göre Türkiye’nin hidroelektrik potansiyeli 140 milyar kilovat saattir. Ama ortaya çıkan tablo bizim bu su kaynaklarımızın yaklaşık yüzde 30’unu enerjiye çevirebildiğimizi gösteriyor. Biz EMO olarak enerjinin kamu eliyle işletilmesinin gereğini ısrarla vurguladık.
Planlama kavramının olmadığı yerde enerji yatırımlarının hangi ölçütlere göre belirlendiği çok sağlıklı değildir. Geçmişteki yanlış yatırımların faturasını biz hâlâ pahalı elektrik olarak ödüyoruz. Bunda en önemli pay doğalgaza ait. Bugün yüzde 20’lere ulaşmış durumda.
- Peki, ya ithal kömürle çalışan termik santrallara ne diyeceksiniz?
C.G.- O da ayrı bir ağır fatura. Üstelik bu termik santrallar ciddi çevre sorunları da yaratıyor. Bunların yerine bizim yenilenebilir kaynaklar içinde halen kullanılması gereken rüzgâr, jeotermal, güneş enerjileri gündeme getirilmeli. Bakın, güneş enerjisi bizim için çok önemli. Bir Akdeniz ülkesi olarak büyük bir güneş enerjisi potansiyelimiz var.
İkizdere’nin SİT olması kararına engel
- Bir de son zamanlarda çok gündemde olan atık yağların dönüştürülmesi konusu var. Bu nasıl olacak? Şu anda bu atık yağları toplayabilecek bir merkez var mı?
C.G.- Böyle bir merkez yok. En önemlisi de Türkiye’nin yenilenebilir enerji yasasının bulunmaması. Bu teklif üç yıldır TBMM’de bekliyor. Trabzon’da Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun İkizdere Vadisi’ni SİT alanı olarak ilan eden kararının arkasından dolanmak için Çevre ve Orman Bakanlığı’na SİT alanlarını ilan etme yetkisi veren yasa jet hızıyla TBMM’den geçirilirken enerji yatırımlarına piyasanın önünü açmak için her formül bulunurken Türkiye’nin yıllardır yenilenebilir enerjiye yatırım konusunda sağlıklı hiçbir teşvik getirilmedi. Bunun yerine kolaycılığa kaçılmış. Doğalgaz anlaşmalarına yönelinmiş. Biz yıllardır doğalgaz anlaşmaları nedeniyle yurtdışına çok büyük paralar ödedik.
Rusya’yla bir taraftan doğalgaz anlaşmaları sürerken şimdi de nükleer santral yapılması gündeme geldi. Enerjide yüzde 74’e varan dışa bağımlılığımız ülkemizin yerli kaynaklarının doğru biçimde planlanmamasından kaynaklanıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder