31 Aralık 2010 Cuma

SORUNU ÇÖZMEYİP KULLANABİLDİĞİNCE KULLANMAK


SORUNLARI DİRİ TUTMAK


Demokrasi, bireylerin ufku kadar büyür, gelişir. O nedenle demokrasiyi amaç değil de araç olarak görenler o ufku olabildiğince dar ve ellerinde tutmayı yeğlerler.

Bunun yöntemleri ülkelere göre değişir. Elbette ufkun derinliği de...

Mısır gezim sırasında Kahire’de görmeyi planladığım yerlerden biri “Ölüler kenti” diye bilinen 5 bin yıllık mezarlıktı.

Eski Mısır’da ölümden sonra hayat olduğuna inanılıyordu. Bu yüzden de mezarlar oda şeklindeydi. O mezarlıklardan birinde iki bine yakın insan yaşıyor. Yoksul ve evsiz Mısırlılar oda mezarları mesken tutmuşlar. Adı da oradan geliyor.

Kahire rehberinde burası anlatılıyor ama, gidilmesi tavsiye edilmiyor. Tehlikeli... Kaldığım pansiyondaki Mısırlı çalışanlara sordum. “Gitme” dediler, “hele tek başına”...

Israr edince, yöntemini söylediler.

Tanıdıkları bir taksiyle gideceğim. Taksi şoförleri prensip olarak mezarlığın dış kapısından içeri girmiyor. Beni orada bekleyecek. Girişteki delikanlılığa yürüyen çocuklara iki ekmek alabilecekleri kadar Mısır Lirası vereceğim. Onlar bana rehberlik edecek. İç kesimlerde odalarda fotoğraf çekmek istediğimde yine 2-3 ekmek bedeline karşılık para vereceğim. O insanlar için 100 doların bir kıymeti yok, ama 2 ekmek parası çok büyük. Bu yöntemle 10-15 dolar karşılığı Mısır Lirası harcayıp birkaç saat “Ölüler kenti”nde dolaştım, fotoğraflar çektim, 14-15 yaş grubundan arkadaşlar edindim.

Dönüşte taksi şoförünün ilk sorusu şu oldu:

“Her şeyini kontrol ettin mi? Çalınan bir şey var mı?”

Takıldım:

“Çantam... Her şey yanımda da, galiba aklım orada kaldı.”

Mısır’da pirince yüzde 10 zam gelsin, halk ayaklanır. Eldeki hakları da götüren bir dizi yasa çıksın, pirinç tanesi kadar hükmü olmaz.

Taksi şoförünün anlatımı buydu.

***

2011 seçim yılı...

YSK 12 Haziran’da seçimlerin yapılmasına göre kendi hazırlıklarını sürdürüyor. Başta iktidar olmak üzere siyasi partiler seçim havasına girdi.

Mısır örneğinden de yola çıkarak bizdeki demokrasi ufuklarını şöyle sıralayamaz mıyız:

- Elektrik, su gibi düzenli borçların silinmesi.

- Vergi affı getirilmesi.

- Kimi kamu görevlilerinin disiplin ve benzer suçlarının ortadan kaldırılması.

- Evlere makarna, pirinç, kömür gibi temel gereksinimlerin devletin değil de iktidar partisinin yardımıymış gibi dağıtılması.

- Aynı yöntemle belli bölgelerde okula giden çocuk başına annesine ayda 50 lira verilmesi...

Alın size ileri demokrasi...

Alın size demokrasinin tabana yayılması...

Alın size halk iradesinin bağımsız, hür tercihle tecellisi...

Bugün Türkiye’nin geldiği noktada yukarıda sıraladıklarımıza karşı çıkarak siyaset yapmak neredeyse olanaksız. İş, bu noktaya getirildi.

Bu kış kıyamette dar gelirli bir yurttaşımız için bir ton kömürün maddi karşılığı ölçülemez. O yurttaşımız, “Ben neden bir ton kömüre muhtaç hale geldim” diye sormuyor, “Kömürümüz oldu, Allah hükümete zeval vermesin” diyor.

Demokrasimizin ulaştığı aşama bu...

***

Seçime giderken hükümetin uyguladığı bir başka yöntem şu:

Sorunları diri tutmak; çözmek yerine kullanmak.

Seçim meydanında üç “sorunu” seçim fırsatına çevirmeyi planlıyorlar.

Türban yasağı, Kürt sorunu, darbe iddiaları.

Türbanda CHP’nin konuya el atmasına, olayı büyütme girişimleriyle karşılık verdiler.

Kürt sorununda bütün somut umutları 13 Haziran sabahına takvimlediler. Darbe iddialarını derinlemesine ve hızlı sorgulamak yerine taksit taksit, gerektikçe “deşiyorlar”. Olmuş hiçbir darbe, verilmiş hiçbir muhtıra soruşturulmuyor ama, “hazırlık hareketi”, “eksik teşebbüs” deyip bir dizi ucu açık dava oluşturuluyor.

2011 seçimleri demokrasiyi ileri-geri götürmesin, rayına oturtsun yeter.


Mustafa Balbay

Cumhuriyet
ankcum@cumhuriyet.com.tr

25 Aralık 2010 Cumartesi

“BENİM DEMOKRASİM” DEMOKRASİSİ


TORBALI DEMOKRASİ…


Bizim dünya demokrasi ve hukuk tarihine yaptığımız katkılar toplansa, kaç cilt tutar bilinmez.

Son örneği torba yasa.

Avrupa ülkelerinden geçtik, demokrasisi rayına oturmuş herhangi bir ülkenin parlamento temsilcilerine sorsak:

- Yılda kaç kez torba yasa çıkarırsınız?

“Affedersiniz, biz torba ile ilgili sık sık yasa çıkarmayız...”

- Yok canım, olur mu öyle şey. Sizin iktidarın elini kolunu, midesini, beynini, gözünü, kulağını rahatlatacak önemli yasa değişikliklerini bir torbaya koyup çıkarmıyor musunuz?

“Tam anlamadım ne demek istediğinizi. Biz yasaları torbaya koymayız. Parlamentoda tartışırız, toplumun ilgili birimlerinin görüşünü alırız, ona göre çıkarırız. Torba ile ilgili yasa da ambalaj yasasını ilgilendirir. Yasanın öngördüğü standartta torba üretilir!”

- Anlaşıldı, sizin demokrasi daha gelişmemiş. Torba torba ekmek yemeniz lazım!

***
Meclis’in aralık ayındaki “önemli” işlerinden biri olan “bazı kanunlardaki değişiklik teklifi”nde yani siyasette bilinen adıyla “torba yasa”da şu değişiklikler yan yana:

- Sayıştay’ın bazı büyük kamu yatırımlarını denetlememesi. (Denetleme olmayınca, yolsuzluk yapılıp yapılmadığı da belli olmayacak. Böylece yolsuzluklar önlenmiş olacak!)

- Kamu görevlileri hakkında açılan tazminat davaları kaybedilirse, devlet ödeyecek. Devlet kimi hallerde bunu kamu görevlisinden alacak. (Kamuoyunun Haberal yasası diye bildiği bu değişiklikle Ergenekon hâkimleri tazminat ödemekten kurtulacak ama, ola ki AKP’nin istemediği bir kamu görevlisi mahkûm olursa kendisinden kesilmesinin kapısı da açık kalacak. Bu yasayı AKP getirmişti, AKP değiştiriyor. Şimdi de torbadan çıkardılar, Hukuk Muhakemeleri Yasa Tasarısı’yla yeniden gündeme getirecekler.)

- 100 bine yakın çalışanın devlet içinde bağlı olduğu kurumunun değiştirilmesi hakkındaki kanun. (İşçi statüsünde çalışan bu kişiler sendikalıydı. Böylece 2 büyük sendika küçültülecek.)
- Görevi kötüye kullanma suçlarını değiştiren kanun. (Özetle görevi kötüye kullanma diye bilinen, tanımlanan suçlar, görevi iyiye kullanma sayılacak.)

- Polisin terfi yasasında değişiklik. (Yürürlükteki düzenlemeye göre işkenceden ceza alan, yargılanan polis terfi edemiyordu. Değişiklikle edecek.)

Torbanın içindekilerden bir demet sunduk.

Bu yasalar arasında ortak bir yön bulana kocaman bir yılbaşı hediyesi!

***
Torbanın büyüğü bambaşka...

Artık biliyorsunuz; kevgire dönen vergi yasalarındaki değişiklik“af” olarak sunulmuyor. Hem sözcük hoş değil, hem de sanki bir suç işlenmiş gibi... O nedenle buna “vergi barışı” diyoruz.

Elbet bu durumda sorabilirsiniz:

- Vergi bir savaş mı ki barışı olsun?

Savaş değil ama, barış sözcüğü her kapıyı açtığı için sempatik geliyor.

Vergi barışı ile birlikte şöyle bir özdeyiş de üretebiliriz:

Vergi veren enayi, vermeyen en iyi!

Bir tane daha:

Vergiyi vereni mahvet vermeyeni affet!

Daha ileri gitmeyelim, barışı bozmayalım.

Başta verdiğimiz örnekte olduğu gibi, demokrasinin bizim kadar ileri değil de normal olduğu ülkelerde vergi sistemleri kolay kolay değişmez. Bizde ise ilk başvurulan yöntemlerden biri.

Bugünkü evrensel parlamanter sistemin kökenlerinde halkın kendi kendini yönetmesinden çok, verdiği vergilerden oluşan bütçenin nereye harcandığını denetleme, bilme istemi yatmaktadır.

Ekonomiden sonra demokrasimiz de hızla kayıt dışına çıkıyor!


Mustafa BALBAY
ankcum@cumhuriyet.com.tr



22 Aralık 2010 Çarşamba

YOKLUĞUN PAYLAŞILDIĞI GÜNLERDE

CHP’DE KOŞMAK ZAMANI

1943’ten 1945’e, Sapanca. Türk ordusunun ilk motorize bölüğüne komuta ediyor Yüzbaşı Ali Kazım. Bölüğün kamyonu var, lastiği yok. Lastiği var, benzini yok. Zaten ekmek de “karne”ye bağlı.

Zamanın deyişiyle “neferler”in büyük bölümü Doğulu, çoğu da Kürt. Düpedüz Kürt demek yasak değil, olmak da, henüz... “Netekim”, karda yürürken kırt kırt sesi bile çıkaramıyorlar: Postalları yok. 
Paramparça çarıklarını iplerle tutturuyorlar. Yünlü çorapları, üniformaları yamalı.

Çoğu, üç dört yıldır asker. İkinci Dünya Savaşı’nın başından beri ordu teyakkuzda.

Yüzbaşı Ali Kazım, Almanlar Paris’e girerken geri çağrıldığı Ecole Polytechnique’te okuduğu “moteur a reaction” mühendisliğini, Sapanca’da lastiklere yama, delik karbüratörlere kaynak, bozuk motorları tamirde kullanıyor. Terhis olamayan askerler gibi yorgun kamyonlar, bitkin cipler de emekliye ayrılamıyor ordudan. Öylesine bir yokluk, yoksunluk yılları.

Varlıkta dayanışmayan insan, yokluğu paylaşıyor. Subayların durumu da erlerden farklı değil.

***

Komutanla Kürt askerler arasında, Dersim isyanı sırasında Ali Kazım’ın hayatını kurtaran Kürt “nefer”in hatırasından doğan bir aşk hikâyesi var. Komutan Kürt askerleri, Kürt askerler komutanı seviyor. Hiçbiri Türkçe bilmiyor. Onlara Türkçe, okuma yazma öğretiyor, öğrettiriyor. Onları da işe koşuyor, hem de nasıl! Ağaç oluklar oydurup dağlardan akar su getirtiyor, duşlar, tuvaletler yaptırıyor. 
Göğüs göğüse çarpışılan düşman, bitlere karşı savaş, kazınan kafaları gazla yıkama ve temizlikle kazanılıyor...

Ama ayaklarında hâlâ çarıklar. Yok çünkü, postal yok.

Sonunda tayini çıkıyor Yüzbaşı Ali Kazım’ın. İstanbul’da bir hafta izinden sonra, yeni görev yeri Merzifon. Ama izne çıkmadan önce yapacağı bir iş var babamın: Amerikan gemileri, Mersin’e askeri yardım yığmış... Atlıyor külüstür bir Dodge’a, ver elini Mersin. Motorlu araçlara yedek parça, özellikle de gıcır gıcır postallarla tıka basa dolduruyor kamyonu, doğru Sapanca. Yolda bozulan Dodge’u tamir için altına girdiğinde ne hale geldiyse, dönüşte bölüğün ortasında teğmenleri törenle yakıyorlar komutanın çamurdan taşlaşmış eski kaputunu.

Ali Kazım, erlere yepyeni Amerikan postalları dağıtıyor. İstiyor ki yıllarca askerlik yapan yoksul Anadolu çocukları, memleketlerine hiç olmazsa, yıllarca giyebilecekleri sağlam bir çift papuçla dönsün.

***

Ayrılık günü gelip çatıyor. İstanbul’a kalkan tren, bir sonraki istasyonda -galiba Harmandere- durduğunda, vakit gece. Peronda on, on beş asker, bölükten gizlice ayrılıp Yüzbaşılarına veda etmeye gelmişler. Pencereyi indiren babam onlarla helalleşirken bakıyor, ayaklarında yine iplerle bağladıkları yırtık çarıklar...

Devir teslim yaptığı yeni komutan, babamın hemen ardından, askere dağıtılan yeni postalları -kimbilir neden?- toplatmış.

Öksüzler ve yetimler kolay ağlamaz. Benim babam da bir Trablusgarp şehidinin oğluydu. Bizlere Kırıkkanat soyadını veren şehit pilot kardeşi Nazım da cabası... Dolayısıyla kolay ağlamazdı.

Ama o geceyi, ablam Suna anlatır: Askerlerinin görüntüsü karanlığa karışırken trenin ardında, pencereyi kapayıp hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamış Yüzbaşı Ali Kazım, postalla değiştiremediği makus çarıklara.

***

Kemal Kılıçdaroğlu’nu babama benzetiyorum.

Oysa fiziki anlamda hiç benzemiyorlar, üstelik devletten analık, liderden babalık bekleyen bir kul değil, tam tersine, hesap soran bir yurttaşım ben. Ama, işte nedense, aynı yaşlarda olmamıza karşın, Kılıçdaroğlu’nu dinlerken, babamı dinler gibi oluyorum. Onun inançlı dürüstlüğünü, inatçı iyiliğini, ilkelerini ve ülkülerini buluyorum sanki, ilk kez bir politikacıda.

Bülent Ecevit dahil, gelmiş geçmiş hiçbir lidere böyle duygular beslememiştim. Kemal Kılıçdaroğlu, bizden biri, ancak yüce yüreklerin olabildiğince alçakgönüllü, ulaşılır ve eşit bir dost, gibi.

Bu ülkede geleceğe kalkan trenlerin ardından hâlâ tabanı delik, üstü yırtık lastik çarıklarla koşan çocuklara gıcır gıcır, sağlam postallar vermek istediği, o kadar belli ki...

‘G’ NOKTASI

İlk kez bir CHP Kurultayı’ndan yeni yüzler, yeni adlar, gençler çıktı. Salt kendi boylarını aşmasın diye bu partiyi halktan koparan, oydukları içine çöreklenen ve Türkiye’yi AKP iktidarına mahkûm edenler, tahliye edilmekten elbette hoşnut değil. PM’ye seçilenleri partilinin tanımamasından yakınıyor, yok yargıydı, yok YSK’ydi, dirilen CHP’yi yeniden gömmeye, yeni yönetimi sallamaya çalışıyorlar.

Oysa CHP seçmeni, asıl onlardan, fazlasıyla tanıdığı yüzlerinden de, sözlerinden de bıktı, usandı, gına getirdi. Öylesine sıkıldı ki, suratlarını görünce kulaklarını tıkıyor, dinlemiyor artık. Konuştuklarında, ne söyleyeceklerini ezbere biliyoruz. Yıllardır bu partinin pencerelerini kapayıp temiz havayı içeri sokmadıklarını, gençliğe kuşkuyla, yeniliğe, dünyaya korkuyla baktıklarını da... Korktular da neyi kurtardılar? Türkiye’yi mi, sosyal demokrasiyi mi?

CHP’yi artık siz kurtarmayın beyler, hanımlar. CHP sizden kurtulsun, yeter.

.....

“İskarpinlerim yeteneklidir.”

FRED ASTAIRE



Mine G. Kırıkkanat

www.minekirikkanat.com
Cumhuriyet

BİLGE DER Kİ “KULAKTAN İÇİLİR RAKI”

DÜNYA RAKI GÜNÜ…


Geçenlerde sordular; “Dünya Rakı Günü’nü kutladınız mı?”

Utancımdan yüzüm kızarmasa da sesim soluğum kesildi… “Merak etme” dediler ve eklediler: 
“Aralık ayının ikinci cumartesisi olsa bile yılbaşına kadar yaydılar; denebilir ki aralık artık Dünya Rakı Ayı.”

Demek ki 10 gün kaldı bu “milli” günü kutlamaya... Öyle ya, rakı resmen milli içkimiz ilan edildiğine göre, kutlaması da aynı tanıma yakışır duygular içinde olmalı...

Yavuz Akalın, bu anlamlı gün için neden aralık ayının seçildiğini özetle şöyle açıklamıştı: “Balığı bol, mevsimi soğuk, geceleri uzun ve harflerinden ‘rakı’ yazılabilen yegâne ay aralık... Bir kayda rastlanmamakla beraber Bekri Mustafa’nın da aralık ayının ikinci cumartesi gecesi doğduğu rivayet edilir...”

Biliyorsunuz Bekri Mustafa, Osmanlı döneminin halk kahramanlarından… Rakının doğuşu ve millileşmesi de Osmanlı döneminden… Hangi ansiklopediyi açarsanız açın, rakının Türk içkisi olduğunu yazar. Sakız rakısı Mastika’nın bile ilk kez Türkiye’de üretildiği biliniyor. Bu nedenle “Oy oy mastika mastika, sigarası malbora” türkümüzün tarihsel kökeninde de bu gerçek yatıyor.

Araştırmacılar rakının ülkemizdeki serüveninin 300 yıla uzandığını belirtiyor. Yunan belgelerinde de “uzo” denen Yunan içkisinin Kirios Stavrakis adlı bir Osmanlı doktoru tarafından bulunduğu yazılıdır...

Anadolu’da bugün de evlerde üretilen “boğma rakı”nın yüzlerce yıllık geleneğe dayandığını biliyoruz… Ne var ki bu üretim tarzı, ölçüsü kaçırılan alkol oranına bağlı hastalıklara neden olduğundan, Cumhuriyet hükümeti 1926’da rakıyı devlet tekeline almış... Yani bugünkü sağlıklı rakı üretimini de Cumhuriyet Devrimi’ne borçluyuz.

İşte böylesine, hem milli hem de Cumhuriyetin armağanı olan rakımızı kutlamak için aralık ayı bitmeden gereğini yapmak gerekiyor... Eş, dost, ahbap ve herkes haydi meyhanelere… ‘Dünya Rakı Günü’ için kadeh kaldırmaya... Hem de o, içine buz koymadan sürekli soğuk kalmasını sağlayan Türk icadı “ehlikeyf”lerin sıralandığı masaların çevresinde toplanarak...

İnsanlık adına

Peki, rakı sadece bizim içkimiz olduğu halde, neden “Dünya Rakı Günü” diyoruz?

Bunun anlamı hem evrensel hem de insanidir. Hemen tüm milletlerin milli içkileri var. Japonlar pirinçten yaptıkları “sake”yi, İngilizler “cin”i, Arjantinliler ve Fransızlar “şarap”ı, Meksikalılar “tekila”yı, Yunanlılar “uzo”yu, Amerikalıların çoğu “viski”yi, Almanlar “bira”yı, İtalyanlar “grappa”yı Ruslar “votka”yı, hatta Orta Asya Türkleri de yüzde 3 alkol bulunan “kımız”ı milli içkileri sayarak şenlikler bile düzenliyorlar...

Bizim de rakı için ‘dünya günü’ düzenlememizin anlamı, diğer milletlerin milli içkilerini de kutlayarak, tüm insanlığın en keyifli ve en insancıl hallerini yaşadıkları o içten ve “hesapsız-kitapsız anlar”ını kutlamak...

Bir anlamda barışın, sevginin ve birlikteliğin milli kaynaklarını anımsayarak ve anımsatarak dünyanın “savaş ve kavgalar”la değil, “hoş duygular”la yaşanmasına katkıda bulunmak.

Rakı masaları nasıl ki “muhabbetin masası”ysa, diğer milletlerin milli içkilerinin masaları da sohbetin, sevginin, insancıllığın masası değil midir?

Sevgili İlhan Selçuk’un pek sevdiği Bektaşilerden biri demiş ki;

“Rakı ağızdan değil, kulaktan içilir,

Biz ona içki değil, dem deriz!”

Rakı denilince akla ilk gelen bilgelerimizden Aydın Boysan ise bakın neler söylüyor:

“Gönül verip gönül geçme..

Ekmediğin yeri biçme..

Benden sana bir nasihat..

Tek başına rakı içme..”

Dünya Rakı Günü, milli içkileri olan tüm dünya milletlerine kutlu olsun...


Oktay Ekinci

Cumhuriyet

15 Aralık 2010 Çarşamba

DÖVENBAHÇE

PEKİ ‘EY TÜRK GENÇLİĞİ’ KİM?..


Belki de Atatürk “Ey Türk Gençliği...” derken Burhan Kuzu’yu kastetti...

Ya da Bülent Arınç, Beşir Atalay, vs...

Bunlara “Birinci vazifen...” demiş olabilir mi?..

Ki gençler gözükünce “Siz de nereden çıktınız?” diye kızdılar...

*

O 1927’nin bir temmuz gecesi...

Atatürk çok heyecanlıydı o gece… 15.12.2010 12:51

Herkesin masaya oturmasını istedi ve o günlerde yazıp bitirdiği 600 sayfalık Nutuk’un son sayfasını ilk kez orada bulunanlara okudu.

Şöyle başlıyordu o sayfa:

“Ey Türk Gençliği...”

Gençliğe Hitabesini, Nutuk’un sonuna koymuştu.

Profesör Dr. Afet İnan, o anı dolu gözlerle anlattı bizim kuşaklara:

“Gazi Gençliğe Hitabe’sini okuyup bitirdiğinde bir sessizlik çöktü... Herkesin boğazı düğümlenmişti… Kimse konuşamadı… Ve Mustafa Kemal iki damla gözyaşını bizden gizlemedi...”

*

Atatürk’ü ağlatan o gece Dolmabahçe’de yaşandı...

Seslerini duyurmak isteyen gençliğin, coplarla dövülüp tekmelendiği, gözlerine biber gazlarının sıkıldığı, kızların saçlarından tutulup yerlerde sürüklendiği Dolmabahçe...

“Ey Türk Gençliği”nin yazıldığı yer...

*

Her şey bu kadar değişti mi?..

Sesini duyurmak isteyen gençliği “eşkıya”, “terörist”, “sabıkalı” olarak nitelendiren Dolmabahçe’nin yeni sakinlerine ve onların yalaka takımına sormamalı mı?..

Peki, Atatürk “Ey Türk Gençliği” diyerek kime seslendi:

“...Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler (.........) İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen...”

Kime bu sesleniş?..

Ve altını iki damla gözyaşı ile imzalayarak...


Bekir COŞKUN

Cumhuriyet

12 Aralık 2010 Pazar

GÜCÜN HUKUKU

SİLİVRİ’DEN YÜKSELEN ÇIĞLIK


Kurban Bayramı hüznünü atlattık. Sıra yılbaşında. O daha kolay, bir gecelik bir şey. Köşe yazılarıyla, mikrofonlarıyla ve mektuplarıyla Silivri’dekilerin de bayramını kutlayanlara teşekkür edelim, biz de karşılığını yeni yılla verelim.

Kimsenin haksızlığa, iftiraya uğramadığı, özgürlüğünden olmadığı mutlu bir yıl dileyelim.

“Hukuk gücü” kavramının giderek “gücün hukukuna” dönüştüğü bir ülkede yaşıyoruz.

Bundan daha kötü olan, bu duruma alışmak. Daha da kötü olan, bu acı gerçeği saptırmak ve “demokratik” bir adımmış gibi sunmak.

32 kısım tekmili birden bunların tümünü yaşıyoruz.

Böylesi dönemlerde aydınların ayrı bir sorumluluğu var. Gerçek aydın ülkesindeki mevcut yapının haracını yemez, ülkesinin geleceğine harç taşır. Tarihe baktığımızda haraç yiyenler değil, harç taşıyanlar ülkelerini, insanlığı ileri götürmüştür. Bu tavırlarıyla karanlığı yırtmış, toplumun önünü açmışlardır.

En çok da hukukun iktidar gücü tarafından kullanımına karşı çıkmışlar, kendilerinin de yargılanması pahasına gidişe “hayır” demişlerdir.

***
Ergenekon davalarının kendi içinde bile “örgütsel bir bağ”, “tutarlılık” yok ama, serileri devam ediyor.

Davalar iki haneli rakamlara ulaştı. 2010 Mart’ında ondan fazla Ergenekon sanığının avukatı olan Yusuf Erikel mayısta “şüpheli” oldu, kasımda sanık. 10. Ergenekon iddianamesinin bir numaralı sanığı. 11. iddianameyle ilgili de gelişmeler karışık.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Çağdaş Eğitim Vakfı (ÇEV) ile ilgili “parçalı” karar verilmiş görünüyor. Bir bölüm şüpheli ile ilgili takipsizlik kararı, bir bölümüyle ilgili “soruşturma sürüyor”!..

Operasyon yapılalı 19 ay olmuş. Operasyon pazarlığının ne zaman başladığı çok net değil. Gelinen noktada alınan kararın özeti şu:

Bu işlerin ucu açıktır. Her an yeni bir soruşturma kararı çıkabilir. Mevcut durum üzerinden de dava açılabilir!

Gelinen noktayı şöyle bir benzetme ile tarif edebiliriz:

Memleketimin kimi caddelerine, sokaklarına ucu açık elektrik telleri savrulmuş, rüzgâr estikçe birilerine çarpıyor. Her an herkesi çarpabilir.

Böyle bir ülkede özgürlüklerin güvence altında olduğu söylenebilir mi?..

***
AKP çizgisinden olmayan ama AKP’nin mevcut statükoyu ortadan kaldırıp yerine daha özgürlükçü bir yapı getireceğine inanan yazarlar, Ergenekon davalarına da aynı pencereden baktılar.

Ancak zaman içinde, olaylar geliştikçe pek çoğu vicdanının sesini dinledi, davanın seyrini eleştirmeye başladı.

Hürriyet’te Hadi Uluengin 16 Kasım’daki “Silivri’de Bayram” başlıklı yazısında, 2008’de ivme kazanan Ergenekon soruşturmalarından beklentisini şöyle sıralıyor:

- Sivil demokrasinin güçlenmesi.

- Açık toplumun pekişmesi.

- Zinde güçlere bel bağlayan zihniyetin tırpanlanması.

Bunlara ben de varım. Ancak bu dava öyle bir hedefe dönük değil. Uluengin bir gününü Silivri’deki duruşmalara ayırsa bence bu gerçeği çok rahat görür.

Yazının devamında da “bu hedefe” giderken hukuksuzlukların olmaması gerektiğini baştan beri vurguladığını söylüyor, sözü tutukluluklara getirip şöyle diyor:

“Suç işledikleri çok sarih olanlar hariç, hiçbir adli mekanizma, hiçbir hukuki anlayış ve bilhassa hiçbir insani vicdan bu tür bir c-e-z-a-i infazı kabullenemez... Silivri zanlılarının çoğu kamusal bir kimliğe sahiptir. Herkes biliyor ki, tutuksuz yargılama durumunda onlar hak ile yeksana karışmayacak ve duruşmalarda temsil edileceklerdir. O halde ‘katalog suç’ gibi sonsuz elastiki ve sonsuz izafi bir kavrama dayandırılarak, bütün insanların en tartışmasız hakkı olan özgürlük böylesine keyfi biçimde gaspedilemez.”

Öyle sanıyorum ki, bu satırlar, siyasi görüşü, Türkiye’nin sorunlarına bakışı ne olursa olsun “insanım” diyen herkesin üzerinde birleşeceği bir değerlendirme...

Aydınları, köşe yazarlarını, siyasetçileri, sivil toplum kuruluşlarını, “demokratım” diyen herkesi bir kez daha Silivri’deki özgürlük kıyımına dur demeye çağırıyorum.

En azından “Silivri’den yükselen çığlıkları duydum” demeye çağırıyorum.


Mustafa BALBAY

ankcum@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet

10 Aralık 2010 Cuma

AKILLA BESLENMEYENİN BEDELİ


HOCALARIN HOCASINDAN "HOCA"YA DERS


Türk ulusuna yapılan en büyük saldırı, Onu, Atatürk’ün sağladığı çok yönlü kazanımlarından yoksun kılmaya yönelik dış ve iç sömürgeci saldırıdır.

Şimdi de bir “Yeni Osmanlı Milletler Topluluğu” diye, cahil bırakılmış kesimleri uyutmaya yönelik eski bir aldatma yeniden ısıtılmış gidiyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası politikası, bu cehalet sömürüsünün boyunduruğuna sokulup, ulus ve devlet olarak aynı zamanda hem içerde, hem de dışarıda korkunç tehlikelere sürüklenmemize çalışılıyor.

“Gazze’ye yardım” adı altında ulus ve devletimize yaşatılan “Mavi Marmara gemisi faciası”, gören gözler için, bunun açık bir göstergesidir.

Oysa Atatürk, Osmanlı’nın yıkılışını kolaylaştırmaktan başka işe yaramamış olan ve Alman sömürgeciliğinin hizmetinde Enver Paşaların da birinci sırada rol aldığı gerek Turancılık, gerekse İslamcılık biçimindeki bu aldatmacanın gerçek niteliğini, daha Kurtuluş Savaşı sırasında, ortaya koymuştu.

Yabancısı ve yerlisiyle sömürgecinin Atatürk’e saldırmasının asıl nedenlerinden birisi, onların maskesini indirerek örtülü saldırılarını da boşa çıkarabilmiş olmasıdır.

Şimdi Türk ulusunun eğitimsiz, bilinçsiz bıraktırdıkları kesimlerini ayran budalası yerine koymaktan başka anlam taşımayan, I. Dünya Savaşı öncesinde de Çarlık Rusyası da içinde olmak üzere, tüm sömürgeci devletlerin hem kışkırttıkları, ama hem de Türk ulusuna saldırmak için gerekçe olarak kullandıkları bu “Osmanlı Milletler Topluluğu” aldatmasının maskesini Atatürk’ün daha 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde nasıl indirip çürüttüğünü okuyalım:

"Efendiler, yurttaşlarımızdan, dindaşlarımızdan, hemşehrilerimizden her biri kafasında yüce bir ülkü besleyebilir.

Özgürdür, özerktir. Buna kimse karışmaz.

Ama buna ilişkin olarak şunu derim ki, büyük hayaller arkasından koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar görünen yalancı insanlardan değiliz...

Efendiler, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kızgınlığını ve kinini bu ülkenin, bu ulusun üzerine çektik.

Biz panislamizm yapmadık. Belki "Yapıyoruz!", "Yapacağız!" dedik, düşmanlar da "Yaptırmamak için bir an önce öldürelim!" dediler.

Panturanizm yapmadık, "Yaparız, yapıyoruz!" dedik, "Yapacağız'" dedik ve yine "Öldürelim!" dediler.

Bütün dâvâ bundan ibarettir.

Efendiler bütün dünyaya korku ve telaş veren kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskıları arttırmaya çalışmaktan ise, doğal sınıra, meşru sınıra çekilelim, haddimizi bilelim. Demek ki efendiler, biz yaşamak ve bağımsızlık isteyen bir ulusuz. Ve yalnız ve ancak bunun için yaşamımızı harcarız."

"Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulus ve ülkenin gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak. Gelişi güzel sınırsız istekler ardında ulusu uğraştırıp zarara sokmamak.. Uygar dünyadan uygar ve insancıl işlem ve karşılıklı dostluk beklemektir."

Yemen'de kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz?

Afrika'da tutunabilmek için, Mısır'da barınabilmek için, Suriye ve Irak'ı elde tutabilmek için ne kadar çok Anadolu çocuğu yok oldu, biliyor musunuz?

Peki sonuç ne oldu, görüyor musunuz?

"Görülüyor ki bir hava ve heves için, bir kuruntu ve düş için bütün Anadolu halkını yok etmek istiyorlardı."

Cumhuriyet bu anlayışla Türk yurdunu şöyle tanımlar:

"Türk ulusu Asya'nın batısında, Avrupa'nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırtedilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına Türk eli, Türk yurdu derler. Türk yurdu daha çok büyüktü. Türke yurtluk etmemiş bir kıt'a yoktur. .. Ama bugünkü Türk ulusu varlığı için bugünkü yurdundan memnundur. Çünkü derin ve şanlı geçmişin, büyük, güçlü atalarının kutsal kalıtlarını bu yurtta da koruyabileceğine, o kalıtları şimdiye değin olduğundan çok daha büyük ölçüde zenginleştirebileceğine güvenmektedir."

Türkiye Cumhuriyeti, AKP’nin diplomasimizin başına getirdiği Davutoğlu'nda kendini açıkça belli eden "Osmanlıcı" kafa yapısı ile, Osmanlı'nın uğratıldığı yıkımdan başka bir şey elde edemez!


Prof. Dr. Özer Ozankaya
www.odatv.com

8 Aralık 2010 Çarşamba

CEHALETLE ŞAHLANDI ŞANLI OMT, BAKALIM NASIL DEĞECEK AYAKLAR YERE


İMPARATORLUĞUN ZIR CAHİL ÇOCUKLARI


Türkiye, haftanın ilk günü AKP amigolarının gizlemeye gerek duymadıkları bir gurur gösterisine sahne oldu. İş dünyasının önemli gazetesi ve bizim İngiltürk’lerin sevecenlikle WSJ diye andıkları Wall Street Journal, İstanbul’a ilişkin bir makaleye “İmparatorluk Geri Dönüyor” başlığını atmış ve... 
“Türkiye’nin güçlü ekonomisi ve cesur Başbakanı’yla, bölgesel güç olma yolunda güvenle ilerlediğini” yazmıştı.

Biliyorlardı, biliyorlardı, bizim amigolar imparatorluğun AKP iktidarıyla geri döndüğünü, kendilerinin de yeni Osmanlı olduklarını zaten biliyorlardı da... Bildiklerini Wall Street Journal’da -gezi ekinde olsa bile- okuyunca, doğruluğuna inandılar.

Pazartesi günü iktidar medyası “İmparatorluk geri dönüyor” haberini yere göğe koyamadı. Televizyon kanalları üst haber, alt haber, defalarca geçti. Yiğit Bulut, Habertürk’teki sansürsüz jöleli programında Wall Street Journal’ın makalesini “imparatorluk geri mi dönüyor, Türkiye bölgesel güç oluyor mu” diye sorguladı.

Üşenmeyin, internete girin, Google’a “imparatorluk geri dönüyor” diye yazın, bakın kaç yüz haber sitesine manşet olmuş WSJ’deki makale, ben saya saya bitiremedim...

***

İster istemez, memlekette bunca heyecana yol açan, AKP amigolarının koltuklarını kabartıp “Yeni Osmanlı” kibirlerini katlayan olayın aslını merak ettim.

Bir de ne göreyim?

Wall Street Journal’ın hafta sonu gezi ekindeki makalenin manşeti “The Empire Strikes Back”, küresel sinemanın kült filmi Star Wars’un 5. bölüm başlığından başka bir şey değil!

Zaten Türkçeye doğru çevirisi de “İmparatorluk geri dönüyor” değil, “İmparatorluk karşı saldırıya geçiyor”...

Makalenin yazarı Suzy Hansen, belli ki çoluk çocuk tüm dünyanın 1980’den beri döne döne seyrettiği filmi anımsatarak, ya espri yapmış ya da düpedüz alay etmiş bizim yeni Osmanlı’yla...

Bizimki dahil, dünyanın herhangi bir ülkesinde, kime “The Empire Strikes Back...” deseniz, “Star Wars” karşılığını alırsınız. Hatta çocuklar, “Episode V” diye bölümünü de ekler.

Ama Türkiye’deki libero amigolar öylesine gurura aç ve böbürlenmeye susuzlar ki, “imparatorluk” lafını duyunca Osmanlı’nın hamam tasını kapıp koşmuşlar. Yazarın makaleye attığı Star Wars başlığındaki hicvi daha ilk tümcesinde ele veren “Türkiye on yıllardır yitik imparatorluğun aşağılık kompleksinden mustaripti” saptamasını görmezden gelmişler.

Üstelik, “Wall Street Journal’da tam sayfa” diye gözümüzde büyüttükleri makalenin sadece ilk üç satırını oluşturan üç tümceyi, onlarca gazete ve televizyon kanalı, yüzlerce internet sitesinde “haber” yapmakla, mustarip oldukları “aşağılık kompleksi”ni de birinci elden doğrulamış bulunuyorlar.

Çünkü imparatorluk çocukları olaraktan dış basında zafer kazanmış gibi ayyuka çıkardıkları “tam sayfa” makalenin bu üç satırdan geriye kalanı, turistik İstanbul rehberi. Bir modacı, bir zücaciyeci, bir de yazardan sorulan nerede yenilir, nerede içilir vb. muhabbeti. Bu muhabbet bile “Aşşk Kafe”yi modacı Hüseyin Çağlayan değil de yazar Elif Şafak önermiş olsa, ilginç sayılırdı!

***

Sevgili okurlarım, bendeniz, bir büyüklüğe yamanmak özlemiyle gözleri kararan AKP amigolarının “İmparatorluk geri dönüyor” diye yazıp Osmanlı geri dönüyor, diye okudukları makale başlığının Star Wars’tan alıntı olduğunu Paris’te fark ettim. Üç satırlık övgü üzerine üç cilt haber yapmalarını Paris’ten izledim. Üstelik İngilizcem gayet kötüdür. Ama ararım tararım, daha da önemlisi üstüne üç cilt de düzülse hiçbir habere peşinen inanmam, kaynağına bakarım. Dünya öylesine küçüldü ki, elimizin altında internet, araştıran doğruyu buluyor artık.

Ve yukarıdaki konuya ilişkin araştırmalarım ışığında: WJS magazin yazarı Suzy Hansen’in Star Wars’tan alıntı “The Empire Strikes Back” başlığının Türkiye’ye çok yakıştığına. Yeni Osmanlı’nın Sith İmparatorluğu’na epeyce yaklaştığına. AKP padişahının Emperor Palpatine’le aşık atabileceğine. Ve zır cahil imparatorluk çocuklarının da Sith tebasına pek benzediğine karar verdim.

Zaten Türkiye de yemyeşil bir diyarken, Jedi’lerle Sith’lerin ölümcül savaşında çölleşen MUSTAFAR’ı yer yer andırıyor, artık...

Geriye kalıyor, Darth Vader’in kim, Luke Skywalker’ın kim olduğuna. İşte size ipucu: Biri uzun, biri kısa. Biri yapılı, öteki çelimsiz.
Umarım İmparatorluk Sith’leriyle Cumhuriyet Jedi’leri arasındaki savaşın sonu da filmdekine benzer.


‘G’ NOKTASI

Geçen haftalarda, Kadir Topbaş’ın UCLG’ye başkan seçilmesini “İstanbul Belediyesi’nde öyle başarılı oldu ki...” sezdirmesine bağlayıp Türkiye’ye büyük zafermiş gibi yutturan bir haberi araştırmıştım.

Birleşik Kentler ve Yerel Yönetimler Birliği UCLG’ye katılmak isteyen belediyeler, nüfus başına yıllık bir aidat ödüyor. Kadir Topbaş’tan önceki ilk ve tek UCLG Başkanı Bertrand Delanoe, Paris için yılda yaklaşık 1 milyon Avro ödüyordu.

Büyük bir sessizlikle karşılanan sorumu, tekrar soruyorum: Kadir Topbaş’ın başkan seçildiği UCLG’ye İstanbul’a hangi nüfus sayımı üzerinden kaç para ödeniyor?

……….

“Kötü bir durumdaysanız, merak etmeyin, geçer. İyi bir durumdaysanız, merak etmeyin, geçer.”
JOHN A. SİMONE


Mine G. KIRIKKANAT

www.minekirikkanat.com
Cumhuriyet



6 Aralık 2010 Pazartesi

KULAĞINIZA KÜPE OLSUN



BABANIZA DEĞİL BAKAN OĞLUNUZA GÜVENİN


BİR banka şubesinde Ali Babacan'ın babasına ait hesap, banka çalışanlarınca "iç edilmişti" ve bu da haber olmuştu.

Banka parayı kısa sürede ödemiş.

Babacan'ın babasının 59 bin liralık parası banka tarafından iade edilmiş.

Haberi okuyunca güldüm ve düşündüm, "Niye benim bakan olmuş bir evladım yok" diye.

Yıllar önce, hemen hemen 7 yıl, ben de bir banka şubesinde şube müdürü tarafından soyuldum.

Şube müdürünün hesapları boşalttığı haberi geldi.

Şubeyi aradım. Hesabımı kontrol ettim.

Benim hesabım da boşaltılmıştı.

Önemsemedim. Elimde tüm belgeler vardı. Yatırdığım paraların dekontları, imzalı kâğıtlar, her şey.

"Nasılsa banka öder" dedim.

Ancak banka ödemedi.

Bütün evrakı, belgeleri götürdük. Bankanın yanıtı, "Bu evraklar banka sisteminde kayıtlı görülmüyor. Bizim bilgi işlem sistemimizde üretilmemiş" oldu.

"Ben ne bileyim sizin nerenizde üretildi. Bunlar sonuç olarak bu şubeden verildi" dedik.

Dinlemediler.

Ben ve hesapları boşaltılan diğer müşteriler dava açtık.

Bu arada banka da şube müdürüne dava açtı.

İlginçti.

Banka bizim paraların yürütülmediğini söylüyordu ama şube müdürüne dava açıyordu.

Paralar yürütülmediyse bu dava niye açılmıştı onu anlamadık.

Neyse bankanın şube müdürü hakkında açtığı dava hızla sonuçlandı. Müdür yanlış hatırlamıyorsam 11 yıla mahkûm oldu. Hapse girdi.

Bizim dava ise bilirkişiye gitti.

Bilirkişi, bizim belgeleri inceledi ve haklılığımıza karar verdi. Tabii bu yıllar sürdü.

Dosya Yargıtay'a gitti. Bir eksiklikten bozuldu. Bir daha geldi. Bir daha gitti.

Bu arada bizim paraları iç eden şube müdürü cezasını çekti. Çıktı. Biz ise aradan geçen 7 yılda hâlâ paramızı alamadık.

O yüzden dedim, "Keşke bakan babası olsaydım" diye.

Ha bunu niye yazdım?

Bankalarla iş yaparken dikkatli olun.

Tüm evrakınızı dikkatli tutun.

İnternet üzerinden işlem yapıyorsanız sık sık internet sayfasının bir çıktısını alıp dosyalayın.
"Bankalar güven kuruluşudur" derler.

Emin değilim.

Babanıza bile güvenmeyin.

Ama oğlunuza güvenebilirsiniz.

Tabii bakansa!


Büyükelçilik yanlış insanlarla konuşmuş

WIKILEAKS raporları ortalığa döküldükten sonra ABD Büyükelçiliği'ne Türkiye'de olan bitenleri dedikodu halinde verenlerle ilgili olarak özellikle AKP'den ciddi bir tepki var.

Gerçi bu dedikoduları verenler arasında Adalet ve Kalkınma Partisi'nden bakanlar ve danışmanlar da var ama başkaları da olduğu belli.

Ancak Wikileaks aracılığıyla ortaya dökülen bu dedikodular, vatandaşlarda bizde yarattığı tepkiyi yaratmıyor anlaşılan.

Bana gelen e-mail'leri okuduğum zaman şunu gördüm:

Okurlar, Türk vatandaşlarının oraya gidip dedikodu yapmasına kızmamışlar.

"Daha fazlasını yapmamalarına" kızmışlar.

Pek çok vatandaş, "Fatih Bey şu Amerikalı diplomatlara söyleyin. Asıl gelip bizimle konuşsunlar. Dedikodunun da, bilginin de hası bizde. Büyükelçiliğe gidip ötenler kendi meşrep ve çıkarlarına göre konuşmuşlar. Asıl gerçekleri, en baba dedikoduları biz anlatırız" diyor.

ABD Büyükelçiliği'ne duyurulur.


'Preemptive' demokrasi

REFERANDUMDA "Evet" deyip "ileri demokrasiye" geçtik ya. Her gün çeşitli emarelerini görüyoruz.

Yeni Anayasa özgürlükleri genişlettiği için, bir grup protestocu genç geçtiğimiz günlerde "protesto" suçundan birer buçuk yıl hapse mahkûm oldu. Bir başka grup öğrenci yine "ileri demokrasi" gereği birkaç gün önce "sopalandı".

Dün de bir protesto için Ankara'dan İstanbul'a gelen öğrencilerin otobüsü, ileri demokrasinin önemli unsurlarından bir olan "Preemptive demokrasi" gereği daha protesto için İstanbul'a varmadan yolda durdurulup "ileri demokratik" bir şekilde dövülüp geri yollandılar. Ama ileri demokrasi gereği kendilerine ikramda bulunuldu ve "biber gazı" verildi.

Zaten referandumdan sonra durumumuz gayet iyi.

Bizim muhabirlerin büyük bölümü, Kenan Evren'in yargılandığı duruşmaları izliyorlar.

Durumumuz iyi yani. Özellikle gençlerin.


NE ZAMAN ADAM OLURUZ ?
"Şeytan, insanlardan korkmadığı zaman."

Fatih ALTAYLI
fatihaltayli@haberturk.com

26 Kasım 2010 Cuma

ESKİ KÖYE YENİ ADET KAÇINILMAZ


YAYIN DÜNYASININ  MP3’Ü: E-KİTAP

Hemen hemen kitap boyutundaki cihazı çantanıza koyup istediğiniz yerde, istediğiniz anda kitabınızı okuyorsunuz. Altını çizmek istediğiniz satırları belirliyor, sayfaların yanına notlar alıyor, kaldığınız yeri işaretleyip daha sonra devam etmek üzere tekrar çantanıza koyuyorsunuz. Bunları yaparken aynı cihazdan bir yandan müzik dinleyebiliyor, internete bağlanıp yeni bir kitabı birkaç saniye içinde cihazınıza yükleyip okumaya başlıyorsunuz. Eski köye yeni adet geliyor. Artık e-kitap dönemi Türkiye’de de başlıyor.


H erkes adım adım kendini bu yeni duruma alıştırmaya, uymaya hazırlıyor. Direnenler, yadırgayanlar, kaygılananlar... Mürekkep kokulu kitaplara veda mı ediyoruz kaygısı taşıyanlar.. Doğan Hızlan, “...birçoğu da dokunmanın zevkinden yoksun kalmaya, kitabın kokusunu duymamaya tahammül edemezler. İçerik kadar kitabın biçimi, kâğıdın cinsi de beni etkiler doğrusu. Bakmayın bunları yazdığıma, kısa süre sonra ben de bu aletten alacağım ve bazı kitapları da buradan okumaya başlayacağım. Ama baştan belirtmeliyim ki, teknolojiye olan merakımdan bunu yapacağım, yoksa basılı kitaba ihanetten değil” diyor.

E-kitap’a giren yayınevlerinin sayısı şimdilik 30, kısa sürede beklenen sayı ise 50... E-kitapların yaygınlaşmaya başlamasıyla e-kitap okuyucular da mağazalarda boy göstermeye başladı. Reeder şirketinin Türkiye dağıtımcısı Uygar Saral’la, Türkiye’yi de etkisi altına alan e-kitap dalgasını konuştuk.

Nedir bu e-kitap?

Uygar Saral - E- kitap kitabın elektronik hali... Aslında e kitap sürecini Google başlattı. Google bütün bilgiyi araştırılabilir ve bulunabilir hale getirme güdüsüyle araştırma motoru geliştirdi. Başlangıçta bu çok da eleştiri aldı. Kitaptan bilgi almanın çok değerli olduğunu düşünen insanlar Google aranarak elde edilen bilginin çok yüzeysel olduğunu, insanları çok daha basit yöntemle bir şeyleri çözümlemeye yönelttiğini düşündü.

Google da “O zaman ben kitapları sanal ortama taşıyıp araştırılabilir hale getireyim anlayışıyla yola çıktı. Hatta Fransa’daki arşivleri sanal ortama taşımak istediğinde Sarkozy, “Ben arşivlerimi öyle herkese açmam” tartışmasını da yarattı. Bana göre her şey bilgi... Televizyonda seyrettiğiniz reklam bile... Ama o bilgiyi bir kitabın içinden almak çok daha değerli. Bilgi insanların kullanıma yüzde yüz açık, tamamen şeffaf olmalı. İnsan ilişkiyi kitapla değil, bilgiyle kurmalı... Kitaptan çıkardığı sonuçtur önemli olan.

E-kitap bilgisayardan okunabiliyor. Ama e-okuyucular yani bu iş için tasarlanmış özel elektronik aygıtlarda yaygınlaşıyor. Şu e-okuyucu cihazı anlatır mısınız?

Uygar Saral – E-kitabı bilgisayardan okuyabilirsiniz. Tablet PC’ler, I-Pad’ler çok sayıda bu amaca uygun cihaz var. Bir de e-kitap okuyucu var. E-kitap okuyucu ile diğerleri arasında şöyle bir fark var. Bilgisayar plastik klavyesi ve ekranı olan, tablet klavyesi ekranın üzerinde dokunmatik olan cihaz. E-kitap okuyucu ise yine bir bilgisayar ama farkı ekranı e-ink yani e-mürekkep... Bir bilgisayardan bir tabletten bir kitabı okumak zor.

E-mürekkepli cihazlarla manyetik bir filmin içerisinde çok küçük toplar, mikrokapsüller var. Bu mikro kapsülün içerisinde beyaz ve siyah mürekkepler var. Manyetik alan geçirilerek siyah mikrokapsüller yukarı beyaz mikrokapsüller aşağı düştüğünde ekrandaki görüntü oluşuyor. O görüntü oluştuktan sonra, sabit olarak o görüntü ekranda kalıyor ve burada hiçbir şekilde ekran bir ışık üretmiyor. Sadece ortamın ışığını alıyor. Dolayısıyla açık havaya çıktığınızda daha ışıklı bir ortamda görmüş oluyorsunuz. Bu da kağıt etkisi yaratıyor. Gözü yormuyor. Fontunu büyütebiliyorsunuz. İnternete girip, kitap okurken fonda müzik de dinleyebiliyorsunuz.

Kitap okumanın bir ritüeli var. Notlar alınır, ayraçlar konur, satır altları çizilir. E-kitap bu ritüeli bozacak mı? Okur ile kitap arasına bir soğukluk mu girecek bu anlamda?

Uygar Saral – Hayır. Bu ritüel bozulmuyor. Yine notlar alınıyor, yine ayraçlar konuluyor, yine satır altları çiziliyor. Ayrıca bilgisayar kullanmanın getirdiği kolaylık da cabası... Sizin kitap bazında, sayfa bazında aldığınız notlar düzenlenebiliyor, dışa aktarılabiliyor. Teknolojinin şu anda getirdikleriyle belki de biraz daha becerikli bir kullanıcı olmanız gerek. Ama çok yakın zamanda gerçekten doğru bilgiye hem hızla ulaşıp hem de ondan hızlı alabileceğinizi almak şansını verecek.

E-kitap gecikti mi?

Uygar Saral – Kesinlikle gecikti. Bence insanlığın gelişiminde olması gereken adımlardan biri... Hatta şunu bile düşünmek gerek. Neden hayatımıza önce mp3 girdi de, e-kitap girmedi? Şu anda belki 20 yıl daha ileride olurduk. Mp3 oluşturabilen sistem e-kitabı da çok rahat oluşturmalıydı. Bunun nedeni ekranların okumaya elverişli olmaması olabilir, ama e-ink yani elektronik mürekkep teknolojisinin yeni çıkmış olması olabilir. Elektronik mürekkep teknolojisi 1997 yılında çıktı. E kitap okuyucular 1997 yılında yaygınlaşabilirdi. O zaman mp3 anlatıldı. CD’leri attık, mp3’e geçtik.

Bugün kimilerince e-kitaba ve elektronik kitap okuyucularına karşı kimilerince tutucu bir yaklaşım gösteriliyor. Bu bir zamanlar mp3 için de geçerliydi. Şimdi benzer bir süreç mi yaşanıyor?

Uygar Saral – Evet... O zamana mp3’e karşı da bir bağnazlık vardı. Şimdi bu e-kitap için de olacak. Sonuçta insanların ulaşabileceği, seçenekleri çoğaltıp zenginleştirebilecek ve o ulaşımı kolaylaştırabilecek bir süreç... Bir yazarın elinden kitabın çıkıp, onun basılması, basarken yaşanan süreçleri, matbaada beklemesi, sonra onun stoklara girmesi, mağazalara dağılması, mağazanın alıp satmayı kabul etmesi vesaire.. Bütün bu adımları ortadan kaldırıyor e-kitap. Yazar kitabını bitirdiğinde, kitap birkaç dakika içinde okuyucuya ulaşabilir.

Teknolojinin hayatı kolaylaştırdığı bir gerçek. Bu anlamda e-kitap da kitap okumayı kolaylaştıracak, yaygınlaştıracak bir şey mi?

Uygar Saral – Kesinlikle... Evden çıkarken yanımıza kaç tane kitap alabiliriz ki!.. İki ya da üç... Bir tanesi zaten okuduğumuz kitaptır. O bittiğinde ikinciye geçeriz, ama o kitabı o an okumak istemiyoruzdur. Üçüncü dördüncü olsun isteriz. Bu da olanaklı olmayabilir. Ayırca hareket halindeyken kitabı taşımanın da zorluğu var. Ama e-okuyucuyla isteğimiz sayıda kitabımız her an yanımızdadır. Çevreye de bir etkisi var. Sonuçta uçağa binerken yanında 10 kilo ağırlık taşımakla bir kilo ağırlık taşımak arasında yarattığı karbon emisyonu farkı da var.

Peki nereye gidecek bu iş?

Uygar Saral –Bence insan beyninin çok az bir kısmı kullanılıyor. O yüzden bence e-kitaplar insanlığın beyninin o çok az kullanılan kısımını büyütecek. Yazarların, entelektüellerin taşıdığı o bilgi cevherini daha fazla açacak bir şey. İnsanlar okudukları kitapları tartışabilecekleri ortama sahip olmalı. Bu ortamlar oluşunca kafalar açılacak. En son hayal edebileceğim nokta kitapların, bilginin insanların ulaşabileceği yerde ve tartışabileceği platformlarda var olması...

Şu anda Türkiye e-kitap konusunda nerede?

Uygar Saral – Şu anda Türkiye’de kitapları yaymak üzere belirli kuruluşların ciddi çalışmaları var. Yayınevleri e-kitap yapmıyor ama e-kitaba destek veriyor. Bu işin arkasında duran kuruluşlar var. Örneğin İdefix, Teknosa’daki çalışmasıyla Sabancı Holding, Doğan Holding... Özellikle belirli yazarlar arkasında duruyor. E-kitap dünyada da şu anda çok gelişmiş değil. ABD’de 13 yıldır her kitap önce e-kitap olarak çıkıyor. Milyonlarca e-kitap yayınlanıyor. Buna karşın Amerika’da bile üniversite öğrencilerini bir kısmı e-kitap konusunda bilgisiz. Bence Türkiye bu işe bir hayli hızlı girdi. Türkiye Avrupa’nın bile ilerisindedir e-kitap konusunda. Çünkü çok ciddi ürünler de satılıyor Türkiye’de. Bu ortam hazırlandı. İnsanlarımız yeniliği, teknolojiyi seviyor.

Okur e-kitabı daha ucuza mı alacak?

Uygar Saral – Okur e-kitabı daha ucuza alabilmeli. Şimdiki durumda e-kitap Türkiye’de daha ucuza satılıyor. Bence daha da ucuza satılmamalı... Çünkü kitap dediğiniz şey cam bardak değil Burada maliyet hesabı yapamazsınız. Sonuçta kitap yaratıcı bir zekanın ürünü. Bir takım maliyet kalemleri ortadan kalkıyor olmasına karşın. E-kitap ucuz olmalı diye bir beklenti olduğu doğru. Ama neden ucuz olsun ki? Ortadan kalkan maliyet kalemlerinden kalan gelir, yazara gitmeli.


Metin HAKYERİ
Cumhuriyet Bilim Teknik

NAZIM’IN ÜLKESİNİN DİLİ


NAZIM VE SANIK SANDALYESİNDEKİLER


1997 yılı “gezelim, inceleyelim, yazalım” programımda, Balkanlar vardı. O güzelim gezinin Selanik bölümünde kenti enine boyuna dolaşmadan önce bir kitapçıya uğradım. Gözüm, adını Büyük
İskender’in kız kardeşinden alan Selanik’le ilgili kitaplara kaydı. Pek çoğunun kapağında Mimar Sinan’ın inşa ettiği, kentin sembolü haline gelen Beyaz Kale var.

Tanıtım kitaplarından birinde “Selanik’te doğan, dünya çapındaki ünlüler” bölümü dikkatimi çekti.
20 kadar isim... İşte ikisi:

Mustafa Kemal, Nâzım Hikmet...

Dünyanın neresine gitsem, mutlaka karşıma çıkan iki büyük isim...

Sözüm sıradan bir aktarma değil. Bu konuda bir çırpıda 30’a yakın köşe yazısı kaleme alabilirim...

10 Kasım Atatürk’ü kaybedişimizin yıldönümü. Doğum tarihi bilinmiyor. Kimileri 19 Mayıs’ı sembolik olarak benimsiyor. Atatürk 1915’teki Çanakkale Savaşları’nı anlatırken 25 Nisan günü yaşananlar için, “Kazandığımız an, o andır” diyor. Sanki 25 Nisan “doğum” için daha sembolik.

Nâzım Hikmet’in doğum günü için Asım Bezirci 15 Ocak diyor. Nâzım’ın bütün şiirlerini 2081 sayfada toplayıp güzel bir basım yapan Yapı Kredi Yayınları’nda ise 20 Kasım. Nâzım Hikmet Vakfı da 15 Ocak 1902 olarak kayda geçmiş.

Ölümsüz insanların doğumu da istenildiği kadar geriye götürülebilir. İşte örnek, Nasrettin Hoca.

***
Atatürk’ü andığımız 10 Kasım’ın ardından hemşerisi Nâzım Hikmet’le ilgili güzel bir anımı paylaşmak içindi bu peşrev.

Latin Amerika gezimin Şili’nin başkenti Santiago durağında, bu ülkenin Nobel ödüllü şairi Pablo Neruda’nın müze-evini görmemek olmazdı.

Bir müze nasıl gezilir? Gidersin kapısına, ödersin bedelini, kuyruk varsa girersin, sıran gelince gezersin.

Neruda’nın evi öyle değil. Telefonla randevu alıyorsun, grup oluşturuluyor, bir rehber eşliğinde öğrenerek dolaşıyorsun.

En erken üç gün sonraya randevu verebileceklerini söyleyince “Eyvah” dedim. Büyükelçiliğimizin yardımıyla bir gruba dahil oldum. Fransız ve Amerikalı 5 kişi. Rehber beni onlara “Türk misafir” olarak tanıttı...

Evin üst katında Neruda’nın kütüphanesi ve arşivi bölümüne geldiğimizde rehber, sesini yükselterek adeta çağırır gibi bağırdı:

“Nazim Hikmeeeet...”

Heyecanlandım. Yüzümde bir gülümseme donuklaştı. Artık rehberin dilinde Nâzım Hikmet vardı. Öteki konuklara ayrıntılı bilgi veriyordu:

“Pablo Neruda, Nâzım Hikmet’e hayrandır. Neruda sürgündeyken Moskova’da Nâzım Hikmet’le karşılaşmış. Neruda ondan ‘efsaneleşmiş edebiyatçı’ diye söz eder. Çok iyi dost olmuşlar.”

Rehber, Nâzım’la Neruda’nın onlarca fotoğrafını çıkarıp gösterdi. Ben artık grubun en önemli konuğuydum.

Kitap raflarının arasında bir Nâzım Hikmet nidası daha... Burası, Neruda’nın başka dillere çevrilmiş kitaplarıyla dolu. Rehber, bir kitap çıkarıp elime tutuşturdu. Ahmet Arpad’ın Türkçeye çevirdiği, Neruda’nın anılarını topladığı “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”.

Rehber, kitabı verdikten sonra şunu söyledi:

“Nâzım Hikmet’in dili nasıldır, okur musunuz?”

Rehber için Türkçenin adı buydu; Nâzım Hikmet’in dili. Bir paragraf okudum, “güzel dil, şiir gibi” dedi.

Rehberin belleğinde Türkiye’nin adı da Nâzım Hikmet’in dilinin konuşulduğu ülkeydi.

***
Neruda, ülkesinin topraklarında yatıyor. Nâzım ile Moskova’da pek çok ünlünün mezarının bulunduğu Novodeviçye Manastırı’nda.

Mezara, Nâzım’a yakışır şekilde Rusya’ya işçi olarak gelmiş Fahrettin’le gittim. Koyu renk kayaya işlenmiş siluetinin dibinde taze çiçekler vardı. Hep olurmuş. Diplerinde de şiir kâğıtları.

Türkiye’den ziyarete gidenler bir kâğıda Nâzım’ın ya da sevdikleri bir şairin şiirlerini yazıp bırakırlarmış. Tüm mezarların bakımına özen gösterildiği için de belli aralıklarla temizleniyormuş. O gün “temizliği” ben yapmış, anı olarak şiirleri de saklamıştım.

Nâzım’ı “ihtilal kışkırtıcılığı”ndan 28 yıl hapse mahkûm edenler, “Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz” demişlerdi.

Bugün tarih mahkemesinde sanık sandalyesindeki kim?

Nâzım Hikmet mi, onu yargılayanlar mı?


Musatafa BALBAY
Cumhuriyet

25 Kasım 2010 Perşembe

İLERİ DEMOKRASİ İLERİ HUKUK

İKİ DAVA VE HUKUK

Ergenekon davaları hukuk sistemimize kötü bir örneğin yerleşmesine neden oluyor. Diyarbakır’da ekim ayında başlayan KCK davası da gösteriyor ki, artık içinden çıkılmaz iddianameler hazırlamak, lehte-aleyhte olanları belirsiz binlerce sayfalık dokümanı iddianame ekine yığmak, davanın ve soruşturmanın ucunu açık bırakmak yeni bir “hukuksal” ve “siyasal” anlayış!

Üç Ergenekon davasının iddianamesi 9 bin sayfa, KCK iddianamesi de 7 bin sayfanın üzerinde. Dünya görüşleri bir yana iki davanın sanıklarının hukuksal kaderi aynı...

Ancak davalar karşılaştırıldığında ilginç ayrıntılar dikkati çekiyor.

İddianamelere göre Ergenekon tarifsiz, ötekilerden farklı, benzersiz bir “terör örgütü”. Bir kusuru var; varlığı henüz saptanamadı.

KCK ise yargılanan kişilerce de varlığı inkâr edilmeyen bir yapı...

***
Medyada yer alan haberlerden edindiğimiz bilgiler ışığında bir karşılaştırma yapalım.

Ergenekon’un ne zaman kurulduğu belli değil. Yukarıda aktardığımız gibi henüz varlığı dahi saptanamadı.

KCK, Koma Civaken Kürdistan yani Kürdistan Topluluklar Birliği adı altında 2007’de kuruldu.
KCK üyeleri, terör örgütü olmadıklarını, siyasal ve toplumsal bir organizasyon olduklarını iddia ediyorlar. Ancak örgütün varlığını yadsımıyorlar.

Ergenekon davalarında bugüne kadar bir tek sanık bile çıkıp, “Evet ben böyle bir örgütün üyesiyim” demedi. Çok farklı kesimlerden insanlar bir araya getirilip bir çuvala kondu.

KCK davasında tüm sanıklar örgütün varlığını ve üyesi olduklarını kabul ediyor. Hatta kimi sanıklar “İşiniz ne” sorusuna, “KCK üyeliği” karşılığını verdiler.

Ergenekon’da savcıların varlığını iddia ettikleri örgütün yapısına, hiyerarşisine ilişkin somut bir bilgi-belge yok. Nerede, ne bulunduysa “örgüt yapısı böyle bir şey olabilir” denip iddianameye eklenmiş. 
Bu nedenle birbirine benzemeyen 3 ayrı örgüt yapısı iddianameye konmuş.

KCK’nin bütün organları belli. 30 kişilik bir yürütme konseyi ve konsey başkanı var. Bunun altında 11 komite bulunuyor.

Ergenekon’un amacı, savcılara göre, bir yandan mafyayı yönlendirmek bir yandan darbe planlamak. 


Bir yandan silahlar gizlemek bir yandan TSK’yi ele geçirmek. Bir yandan suikast planı yapmak bir yandan medyayı ele geçirmek... Hangi sanık için ne tutturulabilirse, ona göre suç var.

KCK ise amacını ilanen söylüyor: “Oligarşik bir yapıya dönüşen devleti demokratik cumhuriyet haline getirmek.”

***
Bu karşılaştırmayı şu nedenle yaptık:

Kamuoyunun “örgüt davası nedir” tam olarak bilmesi için!

Ergenekon davasında 4-5 sanığın bir araya gelip aynı yönde aktif bir harekette bulunduğu neredeyse hiç olmamıştır. KCK davasında ise bir kişi “mahkemede anadilinden başka dil konuşmayacağım” diyor; herkes ona uyuyor.

Ergenekon davası sanıkları öyle bir çaresizlik içinde ki, olmayan örgüte üye olmadıklarını, yapılmamış, sadece planlarının bulunduğu iddia edilen bir suikast ya da eyleme karışmadıklarını, hiç tanımadıkları kişileri tanımadıklarını ispat etmek zorundalar.

Mahkeme heyeti, “tutukluluğun devamına” ilişkin karar verirken, gerekçe açıklamıyor. Standart bir metin var, her seferinde o okunuyor. Onun özü de şu:

Kuvvetli şüphe, delil durumu, üzerlerine atılı suçun vasfı.

Kuvvetli şüphe ne? Belli değil.

Delil durumu? Belli değil.

Sadece suçlamanın ağırlığı var.

Bütün bunların yanında Ergenekon soruşturmasının bir özelliği daha var:

İleride meydana gelecek olaylardan da sorumlu.

Yeni gizli tanıklar bulup şu yönde ifade verdirirlerse şaşmamak gerekir.

“Bunlar gelecekte suç işlemişlerdi!”


Musatafa BALBAY
Cumhuriyet

22 Kasım 2010 Pazartesi

BAŞGÜDÜCÜ KAFAYA TAKTIYSA DÜMDÜZ EDER, NEREDE GÖRÜLMÜŞ DURDUĞU

3. KÖPRÜ KİMLERE YARAYACAK…


Bir süredir, İstanbul’a yapılacağı iddialı demeçlerle açıklanan üçüncü köprüden neredeyse söz edilmez oldu.

Acaba, vereceği zarar yanında faydasının solda sıfır kalacağı yolundaki eleştiriler nedeniyle proje beklemeye mi alındı diye düşünenler olabilir.

Geçmişe bakarsanız böyle bir düşüncenin geçerli olacağını sanmak pek akla uygun düşmüyor.

Bilimin ve hayatın gerçeklerinin uygun görmediği öyle başarılara (!) imza atıldı ki, bu projeden vazgeçildiğini sanmak hayal görmekle eşdeğer gibi kalır.

Nedeni de ortada.

Çünkü köprünün inşaatına başlanmasıyla 35 milyar dolarlık bir arazi rantı işini bilenlere göz kırpmaya başlayacak.

***
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, hazırladığı “3. Köprü Projesi Değerlendirme Raporu”nu kamuoyunun bilgisine sundu.

Rapor, konuyu irdelenmesi gereken bütün boyutları ile ele almış.

Rapordaki verilerden yararlanarak İstanbul’un, İstanbulluların doğal olarak da dünya coğrafyasının başına gelecekleri anımsatmakta yarar var.

Köprü ve çevre yolları ile bağlantı yollarının 150 metre genişliğindeki kamulaştırma alanı nedeniyle 680 hektar (1 ha: 10.000 metrekare) doğal sit alanı, 931 hektar tarım alanı, 2.5 milyondan fazla ağaç barındıran 1453 hektar orman alanı doğrudan yok olacak.

Yol boyundaki sağlı sollu 5 kilometrelik etki kuşağında kalacağı için etkilenmesi kaçınılmaz görünen alanlar da şöyle hesaplanmış.

• 2B alanları: 7 bin 298 hektar (Toplamın yüzde 38’i)

• Özel orman alanları: 1946 hektar (Toplamın yüzde 34’ü)

• Su havzaları mutlak koruma sınırı: 4 bin 521 hektar (Toplamın yüzde 24’ü)

• Tarım alanları: 48 bin 398 hektar (Toplamın yüzde 43’ü)

• Orman alanları: 75 bin 465 hektar (Toplamın yüzde 45’i).

***
Yapımın sonuçları bu kadarla da kalmıyor.

1979’da Bern’de Türkiye’nin de imzaladığı “Avrupa Yaşama Ortamlarının Korunması Sözleşmesi” ile korunacağı sözü verilmiş olan 50 kuş türüyle Avrupa Birliği Kuş Direktifi’nde yer alan 23 kuş türünün yaşama alanlarına da göz dikilmiş oluyor.

***

İkinci köprü ile çevre yollarının yapımının ardından, Büyükçekmece (yüzde 79), Sultanbeyli (yüzde 55), Ümraniye (yüzde 48) başta olmak üzere yaşanan nüfus patlamasının üçüncü köprü ile hem var olanların hem de yeniden oluşacak yerleşim yerlerinin yaratacağı yoğunluğun gereksineceği trafik düzeni, köprünün İstanbul’un transit geçişini kolaylaştıracağı iddialarını da geçersiz kılıyor.

Özellikle ikinci köprü sonrasında 462’si Anadolu, 455’i de Avrupa yakasında oluşan 917 çevreye kapalı ve korunaklı site alanının oluşması ve buralarla şehre ulaşımın otomobillerle sağlanmasının yarattığı trafik yükü dikkate alınınca, benzer bir sonuç da kaçınılmaz görünüyor.

***

Raporda, projenin ulusal ve uluslararası hukuka aykırılıkları, geçiş yollarının yer alacağı bölümlerle ilgili sit kararları da anımsatılıyor.

O bölümden bilgi aktarmayı bir yana bıraktım.

Zira, anayasada yapılan hukuk reformlarıyla (!) Danıştay’ın da önünün kesildiğini anımsadım.


Orhan ERİNÇ

Cumhuriyet

21 Kasım 2010 Pazar

ÇİN BİR ŞEYLERİ HAM MI ETTİ?

SİBER SAVAŞ ÇOKTAN BAŞLADI


ABD Kongresi'nin Çin'in interneti 18 dakikalığına ele geçirdiğini açıklayan raporu gündeme bomba gibi düştü.

Rapora göre 8 nisan günü İngiltere, ABD, Avustralya, Kanada, Güney Kore, Hindistan ve Rusya'dan resmi, askeri ve özel kurumların internet siteleri China Telecom Corp'un sunucularına yönlendirildi.

ÇİN KASIT OLDUĞUNU REDDETTİ
Bu olay nedeniyle başta ABD tüm dünyada Çin’in hassas bilgiler elde etmiş olabileceği endişesi başladı. Çinli mühendislik yöneticileri ise yönlendirmenin yanlışlıkla yapıldığını iddia etti. Ancak internet güvenliği uzmanları yönlendirilen bilgilerin özellikle askeri, devlet kurumlarına ve büyük firmalara ait olmasının bu olayın bir raslantı olmadığını gösterdiğini söylüyor.

Bazı bankalar, Nasa, Savunma Bakanlığı, Senato ve diğer .gov ve .mil ile biten kurum siteleriyle Microsoft, Dell , Yahoo, IBM gibi büyük şirketlerin internet sitelerinin veri akışları Çin devletine bağlı telekomünikasyon şirketinin şebekesi üzerinden sağlandı. Dünyadaki tam 37.000 şebeke, taşıdıkları verileri 18 dakikalığına China Telecom'a yönlendirdi.


GERÇEKTE NE OLDU?
Durumu fazla teknik detaya girmeden olabildiğince basite indirgeyerek açıklamaya çalışacağım.
İnternet dolaşım protokolünün en çekirdeğinde Border Gateway Protocol (BGP) denilen sistem vardır. BGP en sade anlatımıyla ağlar, şebekeler ve otonom sistemler arasında veri akşına izin verir. Bir başka deyişle o anda internet trafiğinin durumuna göre sitenizin ağlar arasında paslanarak, bir nevi en uygun en hızlı şebekeye yönlendirerek internetteki veri akışını en iyi şekilde gerçekleşmesini sağlar.
BGP'de şebeke IP'leri listesi vardır ve sistem o an için en verimli akışı sağlayacak dolaşım yolunu çizer ve buna göre şebekelere yönlendirir. Telekom şirketleri ve servis sağlayıcılar kendi aralarında BGP dolaşım yollarını paylaşırlar.

8 Nisan günü global dolaşımın %15'inin Çin'e yönlenmesinin sebebi China Telecom Corp'un o anda en hızlı ve verimli dolaşımın kendilerinde olduğunu duyuran mesaj göndermesi. Sonuçta global dolaşım, telekom servis sağlayıcıları arasındaki güvene dayalı olduğu için de diğer ülkelerdeki servis sağlayıcılar akışlarını gelen mesaja göre China Telecom'a yönlendirmekte sakınca görmediler(!).

Normalde 18 dakika sürecek şekilde ayarlanmış olan yünlendirmenin daha uzun sürdüğünün ortaya çıkması endişeleri tetikledi. China Telecom 18 dakika sonunda yönlendirme kabulünü kaldırdığı halde olaydan 1 saat sonra bile hala bu güzergah üzerinden veri akışı yapan siteler bulunuyordu.

Çin kesilmeyen veya tekrarlanan yönlendirilmelerin bir hata sonucu gerçekleştiğini açıkladı ve kasıt olduğu iddialarını kesin bir dille reddetti.

ÖNCEDEN PLANLANMIŞ BİR OLAY MI?
McAfee'nin Yönetim Kurulu Başkanı Dmitri Alperovitch'e göre Çin'in bunu kasıtlı bir şekilde yapıp yapmadığını tespit etmek mümkün değil. Yine de durum şüpheli çünkü normalde bu tür dolaşım/veri yönlendirmelerinde bir süre tahdidi vardır ve sistemdeki aşırı yükleme de bir şekilde dikkat çeker. Yanlışlıkla devam eden ya da tekrar yönlendirme yapılan bir ağ üzerinde bu kadar büyük ve hacimli bir veri akışını o kadar uzun süre boyunca fark etmemek mümkün değil.

Alperovitch'in dikkat çektiği bir diğer ilginç nokta da şu: Kendi şebekelerine yönlendirme olduğunda China Telecom tüm verileri kendilerine çekmiş bir nevi emmiş ve neredeyse saniyesinde hiç bir gecikme olamadan tekrar gerektiği noktaya aktararak serbest bırakmıştı. Normal şartlarda bir ön hazırlık yapmadan, planlamadan bu kadar büyük miktarda veriyi hiç bir gecikme yaşamadan transfer etmek taşımak mümkün değil. Sıfır gecikmeli büyük miktardaki veri aktarımı uzmanlarda Çin'in bunu olabildiği kadar çok veriyi çalmak için önceden planladığı kuşkusunu arttırıyor.


KRİPTOGRAFİNİN BİR ETKİSİ YOK
Genel anlamda kriptografi uygulanan şifrelenen veri akşının bu tür bir olayda pek de güvenlik sağladığı söylenemez.

Belki askeri ve devlet kurumları özel hatta kendilerine özel bir şifreleme sistemi ile akışlarını gerçekleştiriyor olabilir ama internet bankacılığı ve özel firmaların sunucularına uzaktan ulaşılabilmesini sağlayan VPN sistemlerinde klasik şifreleme yöntemi re-routed/tekrar yönlendirilmiş internet dolaşımı söz konusu olduğunda o ağ üzerinden geçen veriler görünür hale gelmiş olabilir.

GELMİŞ GEÇMİŞ EN BÜYÜK KORSANLIK MI?
Çin'e giriş yaptığında 37 bin şebekeden gelen verilere ne oldu?
Hiç kimse bu sorunun cevabını bilmiyor. Ama herkes bu verilerin çok kıymetli olduğunun farkında. ABD hükümeti durumun rahatsız edici ve endişe verici olduğunu ama telaşa kapılıp alarma geçmeyi gerektirecek bir önemde olmadığını açıkladı. Bana göre Çin akış esnasında sadece internet bankacılığı verilerini almış olsa, istediği zaman bir felaket senaryosu yaratmaya yeter. Peki ya Microsoft, Yahoo gibi büyük firmalardan gelenler? İşin Çin tarafında ne olduğunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz.

Eğer şu an herkesi endişeye düşüren iddialar ve senaryolar doğru ise ki aksini ispatlayacak bir veri yok, tarihin en büyük korsanlığı ile karşı karşıyayız.
Hatta ben bir adım ileri gidip bunun "Siber Savaş"ın bir parçası olduğunu düşünüyorum. Şu an dünyanın en kıymetli şeyi veri/bilgi/data, ona sahip olan bir anlamda dünyaya da sahip olur, hem de kan dökmeden.
Bu nedenle de entellektülellerin, düşünürlerin, bilim adamlarının söylediği gibi artık gerçek mücadeleler, rekabetler hatta savaşlar siber alemde, internette yaşanıyor ve yaşanacak.

Çin bu olayda bu eylemi belli bir maksatla yapmadıysa bile bir gün yapacaktır çünkü bu şekilde kendi siber gücünü test etti ve onayladı. Benim düşünceme göre bu olay mutlaka tekerrür edecek, özellikle de Çin üzerinden dolaşım hala serbest olduğu sürece.

Sizi bilmem ama ben açıkçası Çin'in interneti istediği gibi hortumlayabilmesi fikrinden pek de hoşnut değilim. Bir an önce uluslararası platformda protokollerin güncellenmesi, bir uluslararası kanun yapılması gerektiği aşikar.

Not: Yabancı kelimelerle, terimlerle boğulmuş teknolojik konuları sadece Türkçe kullanarak anlatmaya çalışmak çok zor oluyor. Lütfen çok uzun cümleler kurduysam kusuruma bakmayın.


Selin KUNT

skunt@haberturk.com
www.haberturk.com